Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Bence sürükleniş söz konusu değil. Başka diyarlara giderken de orada yararlı işler yapacağımı bilerek gidiyorum. “Sürükleniş” sadece çocuklarımın dünyaya gelmesi konusunda geçerli olabilir. Ama o da geçici bir kayboluşun ortasındayken sürüklendiğim bir durumdur belki... Bir de şunu sorsak: Oralara sürüklenmeseydim nerelere sürüklenebilirdim? O dönemde gelişmenin adı da Avrupa’ydı, Amerika’ydı, biliyorsunuz. Bu durumda “gelişmeye sığınma” denebilir mi sizin o sürükleniş dediğinize? Gene de, bir keşfi merak duygusu ve yetinmeme… Sanki orada hayatın keşfi ve dünyayı anlamak derdi de var, bir de belki yaşadığınız zamanın içine sığamama, ne dersinizi? Keşif ve merak... Bu duygu herkeste yok mudur? Zaten insan bir satır okusa bin satır soru beliriyor kafasında. Ama haklısın, bende bir yerlere yetişmek ya da bir şeylere, bir noktaya yetişmek kaygısı hep vardı. Şimdi bile kendimden beklediklerim var. Canetti’nin bir oyunundaki gibi “aynalar yasaklansa” ben on, on beş yıllık “gelişme planları” yapabilirim. Neyse ki aynalar beni uyarıyor, sakinleştiriyor. Evet, hayatı keşfetmek istedim, dünyayı anlamak istedim. Hâlâ da istiyorum. Çok şeyi aydınlattık ama açıklayamadığımız olgular var hayatta. Bilimin bu kadar ilerlemesine, hayatın milyon yıldır örgütlenegelmesine karşın açlar var, susuzlar var, yaşayamadan ölmek üzere doğanlar var... Ne bileyim Mars’ta bulunmuş bir hayvan ölüsü var... Hâlâ öğrenilecek ve yapılacak pek çok şey var. Bunları görüp de merak etmemek olanaklı mı? Yaşadığım zamana sığmamak... Belki de haklısınız, o zamanlar öyleydim. Benim yerim burası değil, burada böyle oturup koca beklemek bana göre değil, yürümek gerek, buradan çıkmak gerek ve daha önemlisi “ç ı k a b i l i r i m” , bunu kendime ve dünyaya kanıtlamak zorundayım... demişimdir. Biliyor musunuz bunu pek çok kimse düşünmüştür, demiştir; benim farkım bu duyguyu yaşadığımı saklamamak, dile getirip paylaşmak. Öyle sanıyorum... Anlatınızın en uzun/yoğun bölümü bundan sonraki süreci içeriyor… Sizde çok iz bıraktığı için mi uzunca yazdınız; üstelik bir ABD rüyası gerçeği ve ta Kongo’ya uzanan serüven, iki oğul büyütme, yabancı bir evlilik… çılgın değil ama keşfi seven bir Şemsa var karşımızda… Ona buradan şimdi nasıl bakıyorsunuz? Yaptıklarımı yetersiz görüyorum. Amerika’da da, Kongo’da da daha pek çok şey yapabilir, o kültürlerden daha çok yararlanabilirdim. Ama şimdi bakıyorum, olanaklar bana o kadarını tanıdı. Hatta, olanakları zorladığımı bile düşünüyorum. Kucağımda çocuğumla Leopoldville köylerinde röportaj yaparken resmim var mesela. O kadar etkinlik arasına Fransızca derslerini bile sıkıştırmışım... Bilmem, belki de elimden geleni yapmışımdır. O bölüm uzun diyorsunuz. Doğru. Bunun nedeni o süre içinde çok fazla şey yaşamış ya da daha doğrusu yaşadıklarımı daha iyi anlamış ve görmüş olmam olabilir mi? Aslında hayatımın o bölümleri hakkında sizin de dediğiniz gibi kitaplar yazılabilir. Beni değiştiren ya da geliştiren yaşantıları anlattım. İnsan gençliğinde çocukluğundakinden daha büyük bir hayatın içinde oluyor. Aşklar ya da dünyada bir yer bulma çabaları o dönemlerde öne çıkıyor. C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I “Şimdilik anılarımdan yararlanarak anlatmak istediğim bir şey” yok diyor Şemsa Yeğin. Yukarıda eski günlerden bir fotoğraf. O yüzden yazacak şeyler çok olabilir mi? Sanıyorum öyle oldu. Peki, yazarak nereye vardığınızı düşünüyorsunuz? Beklediğim tek şey, kitabımı okuyanların söylemek istediklerimi anlaması. Ne söylemek istiyorum? O da kitapta yazılıdır umarım. Onu burada anlatmak kitaba saygısızlık olur diye düşünüyorum. Yanılıyorsam, yani kitap bir şey söylememişse boşuna yazmışım demektir. Hiçbir yere vardığımı düşünmüyorum. Ama şöyle bir his var içimde belki: Bütün hayatım boyunca yapmayı hayal ettiğim şeyi sonunda gerçekleştirdim. Bunun kime ne yararı olacak, bilmiyorum. Hâlâ çok fazla şeyi bilmiyorum... ÇEVİRİ SÜRECİ Ama onca çeviride, şu kadar yazarın anlatıcılığında gördükleriniz/hissettikleriniz size bir biçimde dönmüştür; çevirinin bu bakımdan bir çevirmen için öğretici yanı yok mu sizce? Hem de çok. Zaten bir kitabı yani bir yazarı, yani bir kültürü bir başka kültürde ifade etmeye çalışmak bir anlamda yeniden yazmak değil mi? Buradaki tek zorluk, yazarın üslubuna, hayata verdiği anlamlara, yansıtılan kültüre ihanet etmemek. Çok tatlı bir zorluk. Çok zevkli bir süreç. Çünkü doğrusu her çevirinin sonunda bir eseri yeniden yarattığımda itiraf ediyorum en iyisini benim yaptığıma inanmak istemişimdir, inanmışımdır. Bu söylediğim özgün dilden yaptığım çeviriler için geçerli. İkinci, üçüncü dile aktarılmış eserleri de en iyi şekilde çevirdiğimi sanıyorum gerçi, ama özellikle Amerikan İngilizcesinden çevirdiğim yapıtları Türkçeye başarılı aktardığıma inanıyorum. Sorunuz neydi? Ha... Öğretici yanı olmaz mı? Hem hayatı öğreniyorsunuz, hem de hangi duygu, düşünce, yaşantı, ortam ve durumun en iyi nasıl anlatıldığını öğreniyorsunuz. Çünkü siz bütün bunları bir başka kültürde en iyi nasıl anlatacağınızı sorgulayarak sürdürüyorsunuz çeviri sürecini. Müthiş bir eğitim... Hatta, hiçbir üniversitede yaşanamayacak bir eğitim. Bir de ben yıllar önce “yazar olamadığım için çevirmen oldum” diyordum. Onca kitap çevirdikten, onca anlatım biçimini yeniden yarattıktan sonra, söyleyecek sözünüz de varsa, kalemi elinize alma cesareti buluyorsunuz... Peki yazma duygunuzu hep saklı tuttuğunuzu hissediyorum. Bölünmüşlük hayata karşı… Yaşam ve bilgi, aile ve çeviri/ yazmak… Bunu bir cendere olarak gördüğünüz zamanlar oldu mu? Yer yer yazınızın ucunda o kıyılarda gezindiğinizi hissettiriyorsunuz… Neleri merak ettiğinizi anlıyorum. Kita1219 bımda olduğu gibi burada da fazlaca kişisel konuşmak istemiyorum. Ben buna “hayatın sunduğu olanaklar,” diyorum. İnsan hayatının her döneminde olmak istediği ya da olması gereken yerde olmayabiliyor. “Yaşam ve bilgi, aile ve çeviri/yazmak” cendere değilse de kendi istediğimi değil de benden bekleneni ve elbet çocuklarım gibi asli görevlerimi yapmak sıkıntılı olmuş olabilir. Burada en belirleyici öğenin çocuk ya da annelik olduğunu varsayarsak çocuğunuzun mutlu ve başarılı olması hayatınızdaki bütün diğer özlemleri örtebiliyor ya da daha doğusu ertelemenizi kolaylaştırıyor. Bu bakımdan şikâyet etmeyeceğim. “Keşke” demeyeceğim. Sağlıklı yaşayıp üretmeye çalışacağım bundan sonra da. Bugünkü asal uğraşınıza çok az yer ayırıyorsunuz… Hatta neredeyse yayın ve edebiyat ortamına dair izler/anıların çok uzağındasınız, teğet geçiyorsunuz çoğu şeyi… Oysa çeviri serüveninizin seçimlerini, örneğin Canetti çevirilerinin öyküsünü ve başkalarını okumak isterdim… Sonra edebi anılar… Bunları yoksa yeni bir kitaba mı sakladınız?! Yayın dünyasına girişimi, o günlerde dil bilmenin ve özellikle de çevirecek kitap bulmanın ne kadar önemli olduğunu anlattım kitapta. Devam etmekte olan çeviri serüvenim konusunda zaman zaman yazdığım önsözlerde ya da söyleşilerde düşüncelerimi belirttim. Canetti çevirileri çeviri listemde çok önemli bir yer tutuyor. Ondan çok şey öğrendim. Keşke başka kitapları olsaydı da çevirseydim. Onun oyunlarını çevirdim ben bu arada, onu söylemek isterim. Çeviri hakkının bana verildiği üç birbirinden anlamlı oyunu var Canetti’nin ama sanat etkinliklerinin canlarını zor kurtardığı bu ortamda onlara sahne bulmak kolay olmayacak galiba. İnsanlar çeviri serüveni konusunda ne öğrenmek isterler? Şimdi artık bu mesleğin okulları var, daha çok insanın okuma şansı var, benim kuşağımın serüvenleri eskimiş olsa gerek. Ama bir metnin nasıl çevrileceği konusunda hâlâ herkesin öğrenmesi gereken çok şey var. Bu yönde bana danışanlarla güzel süreçler yaşadığımız oluyor. Bireysel çabalar bunlar... Şimdi artık başarılı çevirmenler olan çevirmen adaylarıyla yaşadığım güzel ve verimli süreçler var. Hâlâ bana danışan güzel insanlar, gençler var... Anılarımı yazmamı öneriyorsunuz anladığım kadarıyla. Tabii ciltlerle kitap doldurabilirim. Ama sanıyorum en azından şimdilik “anılarımdan yararlanarak anlatmak istediğim bir şey” yok. Salt anı... bilmiyorum. Düşünmedim. Ama bu yazmadığım anlamına gelmemeli. Hayatta okura sunulabilecek pek çok sayfa gördüm, görüyorum. Bunları herkesin okuyacağı şekle dönüştürmeye çalışıyorum. Çeviri öykülerimi anlatmayı düşünmüyorum. Canetti çevirilerinde konuya değinen uzun önsözler var yanılmıyorsam. Edebi anılar yazmayı da düşünmüyorum doğrusu . Bir şeyleri ortaya çıkarmak için değil bir şeyler söylemek için yazmayı yeğlerim. Yeni bir kitap daha geliyor diyebilir miyiz; örneğin çeviri deneyimlerini anlatacağınız anılar/görüşler/düşünceler, hatta notlar… Neden olmasın, ne dersiniz? Bunu da ikinci bir yüreklendirme olarak alıyorum Feridun. Aslında sayfalar halinde gördüğüm hayatları, hayatların getirdiklerini anlatan bir kitaba başladım. Ama biter mi bilemiyorum. Şu sıralarda gene çok zevkli çevirilerle uğraşıyorum. n Hayal Molaları/ Şemsa Yeğin/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 454 s. 2 7 H A Z İ R A N 2 0 1 3 n S A Y F A 1 3