Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Şemsa Yeğin ile ‘Hayal Molaları’ ‘Belleğimdekileri tekrar yaşarcasına bu kitaba döktüm’ Şemsa, hayata değil ama, çeviriye mola verdiği zamanlarda yazdı bu kitabını. Onu tanıyan birçok insanı şaşırttı, evet; bir romans yazdı aslında o. Bir genç kızın parıltılı zekâsının onu alıp taşıdığı yerleri/düşleri/dünyaları ve yaşadıklarının bir bölümünü gösteriyor bizlere. Onun yaşamöyküsünü değil de usta bir kalemden, bilgiyle dolu bir bellekten dökülmüş, çok gerçek, çok içten, çok akıcı hatta sürükleyici bir roman okur gibi okunuyor kitap. Yeğin ile kitabını konuştuk. r Feridun ANDAÇ ir bellek yolculuğuna çıkıyorsunuz… Dünyaya dair ilk izler/yansıları hatırlayarak başlıyorsunuz… Bunları, “ben de anılarımı yazayım” diyerek yazmadığınızı biliyorum. Ama yazma düşünceniz nasıl oluştu, neydi sizi geçmişin izlerine düşüren? Amacım hiçbir zaman “yaşamöykümü” yazmak değildi. Yaşantılarımdan yararlanarak insanoğlunun büyüme ve gelişme öyküsünü, insanların davranışlarını, düşüncelerini, hatta yürüyüşlerini, mimiklerini içinde bulundukları koşulların biçimlendirdiğini anlatmak istiyordum. Bu daha önce söylenmemiş değildi, bilinmeyen bir şey değildi ama işte ben bu doğruyu deneyimlerle belki de ilginç deneyimlerle anlatmak istedim. İnsanların içinde bulundukları koşullar, sofralarına konan yiyecekler, ceplerine konan paralar, görüştükleri konuştukları insanlar, okudukları ya da benim öyküme göre okumadıkları kitaplar oluşturuyordu. Bildikleriyle yetinen insanlar, daha fazla bilginin olduğunu akıllarından geçirmeyen, çorbasını içen, çorabını yamayan, çamaşırlarını sakız gibi yapan insanların dünyaları o kadar küçüktü ki. Ben büyük dünyaların olduğunu anlatmak istedim. Bu dünyalara isteyen herkesin ulaşabileceğini anlatmak istedim. Çekinmeden söyleyeceğim, ben bunları hep çok iyi anlatabileceğimi sandım. Özellikle Canetti çevirilerine yazdığım önsözlerden gazete ve dergilerde çıkan yazılardan sonra sizin ve daha başka pek çok arkadaşımın yüreklendirmesiyle de belleğimdekileri tekrar yaşarcasına bu kitaba döktüm. Yaşam labirenti… Başlama noktasına dönüş… sürüklenen hayatın dağılıp toparlanma yüzünü sözcüklerde bir araya getiriyorsunuz… 1940’lı yılların öncesine dönük aktarmalar da yer alıyor yazdıklarınızda. S A Y F A 1 2 n 2 7 B Ailenizin öyküsüne dönerken nelerle yüzleştiniz ilkten? Yukarıda söylediğim gibi yoksunluklar içinde yaşayan insanların dünyaları yalındır. Tabii, ne kadar yalın olduğunu görmek için çok kitap okumam gerekti. Ama belki de ailedeki diğer bireylerden farklı davranmam nedeniyle aileme hep bana ait olmayan bambaşka bir olguya bakar gibi baktım. Bu söylediğimi şu anda düşünüyorum – nasıl söylemeli... Hep onları anlamaya çalıştım. Ailenin diğer bireylerini değil ama babamı arkadaş edindim. Uzun ayrılıklardan sonra kardeşlerimle karşılaştığımda birbirimizden uzak düştüğümüzü gördüm. Bunun nedenlerini de sordum kendime. Hep anlamaya çalıştım, hâlâ da çalışıyorum. Ama ilginç bir nokta var Feridun. Hani bir duvarcı duvara şakül gözüyle bakar, ressam gördüklerini tuval çerçevesi içinde algılar ya, ben hâlâ, bugün bile dünyaya yazılması gereken sayfalar gözüyle bakıyorum. Hep böyle baktım; hayat ancak son yıllarımda yazmama izin verdi. Ama ben hep yazdım. Yazmıştım. Yazıyordum. Yazma süreci bir labirentte dolaşma gibi gerçekleşmedi bende. Her şeyden önce ne söylemek istediğimi biliyordum. Söylemek istediğimi doğru anlatmaya çalışırken kendi geçmişimi değil de herhangi bir geçmişi en nesnel, en iyi yansıtma çabası içinde oldum. Siz de tahmin edersiniz ki, böyle bir amaçla yola çıkmış biri mutsuzluklara, yoksunluklara yerinmez – ben yerinmedim. Hepsi geçmişte kalmıştı; onların hepsi ve daha fazlası bugünkü beni oluşturmuştu. Böyle bir oluşumun öyküsünü anlatttım ben. Bir de şunu belirtmeliyim: Günümüzde akıllarına gelen ve gelmeyen her şeye sahip gençlerin yakınmakla, kaytarmakla, hayatı hafife almakla yanlış yaptıklarını düşünmüş, onlara “olanaksız” diye bir şeyin olmadığını da söylemek istemiştim. Şu anda, bu 9 Haziran gününde müthiş sevinçli bir utanç duyuyorum bu kuruntumdan dolayı. Gençlerimiz neler yapabileceklerini gösterdi. Onlarla gurur duyuyorum. SAYGIN UZAKLIK... 1947, Bakırköy, “beyaz taştan ev” ve öncesi, buraya sürükleniş…hayata dair ilk tutundurucu imgeler ve önünüzü açan karşılaşmaların ilk durağı…Okul, bir bakıma her şey oluyor sizin için. Oradan açılan kapılardan, pencerelerden söz etseniz biraz… Aşk yasağından okumalara, ilgi alanlarınızdan dış dünyanın keşfine dönük yolculuklarınızdan…Bunlardan yer yer söz ediyorsunuz… Yazarken neler gelip sizi sarmaladı bu süreçlere dair? Bunları kitapta anlattığımı sanıyordum. Ama bunları sormanızın nedenini anlıyorum. Kitapta ya da anlatıda “ben” duygusu ağır basmıyor, değil mi? Bana ait daha özel şeyler anlatmamı istiyorsunuz. Ama ben “özel” şeyler anlatmak istemedim. Gene de bundan daha içten bir özyaşamöyküsü yoktur denebilir, dediler yani... İşte sanıyorum “özel” ile “içtenlik” arasındaki o saygın uzaklığı bozmamak gerekir. Dış dünya oradaydı, ben onun çok küçük bölümlerini keşfettim, keşfettikçe sorularım arttı, yanıtlar yeni sorular getirdi... Yıllar sonra bunları yazarken kafamda hâlâ yanıtlanmamış sorular vardı, var... Yani beni hiçbir şey sarmalamadı. Hiç özel duygularım olmadı, kendime de uzaktan baktım. Pişmanlıklar listesi çıkmadı ortaya. Hayatın beni götürdüğü yerlere gitmişim, bu arada iyi bir şeyler olmuşsa... Hayata teşekkür ederim... İnsanın kendini anlama yolculuğu…Siz kendinizi/yaşadıklarınızdan ve yaşamınızdan bazı kesitlerle anlatıyorsunuz… Uzak yakın duruşlarla üstelik…Ama bir başka dille sizin dünyanızı değiştiriyor, hatta alıp başka diyarlara kadar götürüyor… biraz bu sürüklenişin sizdeki izlerini anlatsanız, bunun başlama noktası ve sonrası var yazdıklarınızda; ama şimdi uzaktan bakınca dille ilişkiniz sizi nasıl biçimledi ve nelere getirdi? Ben, “yaşadıklarımı yaşamış birini” anlattım, olayların içinde olduğum için de o kişi benmişim gibi anlatmış olabilirim. Yabancı dil benim hayatımda hep vardı. Sanki insan olmanın ya da başarılı olmanın gereği yabancı dil yani İngilizce bilmekti benim için. O dönemde çok değerliydi yabancı dil bilmek. Belki kendimi ancak öyle kanıtlayacağımı sanmıştım. İngilizcenin beni başka diyarlara götürdüğünü söylüyorsunuz, daha birçok yere götürdü ama ilk hareket planlı değildi. Hayat izin verseydi bütün belli başlı yabancı dilleri öğrenmek isterdim. Eski Yunancayı, Latinceyi öğrenmek isterdim. Hayat kısa derler ya hep, bence hiç kısa değil, ama çoğu kez yeterince uzun değil... Dilin bendeki izlerini soruyorsunuz. Beni büyüttü, özgüven verdi, bunlar da daha “büyük işlere” kalkmama zemin hazırladı belki... Ve çalışma yaşamı… Hayal molasında bir durak.. Gelecek düşü nerelerdeydi bu süreçte? Ortaokulda kâtip yardımcısı olarak çalışmamdan mı söz ediyorsunuz? Çalışmak da büyümemi hızlandırmış olsa gerek. Daha ondan önceki dönemlerde bile tek amaç büyümek, gelişmek, dikkate değer biri olmak hatta olduğumu kanıtlamak olabilir. Bilmiyorum. Bana yanıtını bilmediğim sorular soruyorsunuz. MEKTUPLARDAN YANSIYAN Mektuplara yansıyan neydi, dünyayı keşfetme duygusu mu yoksa bir arayış mı? Bu soruyu daha önce hiç sormadım kendime. Şimdi, bu büyümüş halimle, nesnel kafamla baktığımda en büyük hedefimin “en çok şeyi bilmek” ve “en yukarıya çıkmak” olduğunu mu söylesem? Burada bencilce duygular söz konusu olmalı. Bencil demeyelim de “kendini beğenmişlik” duygusu. Yok, bu da olamaz çünkü kendimi beğensem kendimle yetineceğim, değil mi? Sıradan insanların yapmadığını yapma isteği diyebiliriz belki. Gerçi hiç böbürlenme yoktu hayatımda, övünme yoktu – hep kendini ortaya koyma çabası vardı sanıyorum. Bu sorunun yanıtını da bilmiyorum aslında. Kitabım buna da yanıt vermiş olmalı ama... Ama sizi alıp başka diyarlara taşıyor da… Bu sürüklenişinizi nasıl açıklıyorsunuz şimdi? K İ T A P S A Y I 1219 “Amerikan İngilizcesinden çevirdiğim yapıtları Türkçeye başarılı aktardığıma inanıyorum. Hem hayatı öğreniyorsunuz, hem de hangi duygu, düşünce, yaşantı, ortam ve durumun en iyi nasıl anlatıldığını öğreniyorsunuz” diyor Şemsa Yeğin. H A Z İ R A N 2 0 1 3 C U M H U R İ Y E T