25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ONUR YAZARI yerli bir otomobil markası yaratmasını bekliyor. Buna karşılık düşünce hayatımızda ilahiyatçıların yeri giderek genişliyor ve Diyanet İşleri Başkanı artık El Ezher Üniversitesi rektörü gibi fetvalar vermeye başladı. Sessiz ve derinden bir karşıdevrim yaşıyoruz. YAPISÖKÜM VE TEORİK ANTİHÜMANİZM! Şimdi de felsefi çalışmalarınıza geçelim. Çağdaş kapitalizmin dayandığı “insan tipi” nelerde somutlanıyor? Kapitalizm bu uğurda neleri seferber etmiştir? Bu bağlamda toplumsalın dip akıntısında insana dair öz mü, töz mü asal olan, hangisiyle bütünleniyor ve ayrışıyor Balibar, Sève, Althusser, Bourdieu’nun tezleri? Yakın tarihlerde, Sovyetler Birliği çökmeden önce, Marksizmin nasıl bir “insan” anlayışına dayandığı sorunu, özellikle Fransa’da çok tartışıldı. Bu dönemde Sartre ile Fransız Komünist Partisi’nin en önemli kuramcısı Roger Garaudy, Marx’ın “hümanizmi” üzerinde anlaşma halindeydi. Oysa buna Althusser karşı çıktı ve Marx’ın “teorik antihümanizmi”nden söz ederek dikkatleri Marx’ın “yabancılaşma”yı ön plana çıkaran gençlik eserlerinden Kapital’e çevirdi. Marx’ı terk ederek, Nietzsche ve Heidegger’den yola çıkan Foucault da, söylem felsefesini “insan öldü” fikri üzerine oturttu. Bu konuda o da Althusser gibi düşünüyordu. Bunlara yanıt, Lucien Sève’den, “Marksizm ve kişilik kuramı” adlı eserinden geldi. Bu tezleri Marksizm, İnsan ve Toplum başlıklı kitabımda özetledim. Yapısöküm ve teorik antihümanizm kavramlarını açar mısınız? Derrida ölmeden kısa bir süre önce yaptığı bir söyleşide dünyada düşüncesini anlayanların sayısının ancak “onlu sayılarla” ölçülebileceğini söylemişti. Elbette ki bunlar arasında olamam ve buna da esef etmiyorum; yalnız yine de anladığım kadarıyla şunu söylemek isterim: Derrida her söyleşisinde kendisine sorulan “Yapısöküm nedir?” sorusuna farklı bir yanıt veriyordu ve bu da yapısöküm anlayışını ortaya koyuyordu. Yani buna göre “yapısöküm” zaten “Bu nedir? Şu nedir?” şeklindeki soruların anlamsızlığı üzerine kurulmuştu. Çalışmamda bu konuda şunları yazmışım. Derrida’ya göre, her şey başı ve sonu olmayan bu kavramsal zincirin içindeydi. Derrida “tekstin dışında hiçbir şey yoktur” derken bunu kastetmekte, ‘tekst’i devamlı anlam değiştiren, kılıktan kılığa giren hareketliliği içinde ele almaktadır. Kuşkusuz başlangıçta “Allah”ın eliyle yazılmış bir “üstyazı” (archiécriture) tasavvur edebilirdik. Fakat bizlere bu “üstyazı”nın ne kendisi, hatta ne de izleri kalmıştı. İşte “yapısöküm”, metinleri, başı ve sonu olmayan bir hareketlilik ve değişim içinde, yazarından bağımsızlık kazanmış bir bağlamda okumak, anlamak ve yorumlamak demekti. Derrida’nın Avrupa kavramıyla ilgili “yapısökümü”nü okuduğunuz zaman sonunda Avrupa diye bir şey olmadığı kanısına varıyorsunuz. Derrida ile S A Y F A 1 6 n 3 1 E K İ M 2 0 1 3 Althusser arasında çelişkili bir dostluk yaşanmıştır; Althusser anılarında Derrida’dan “dev filozof” diye söz eder; sanıyorum onun düşüncesini ve bu arada “antihümanizm”ini nasıl etkilediği henüz gün ışığına çıkarılmamıştır. HABERMAS VE İLAHİ KAMUSAL ALAN! Hakkında başlı başına bir kitap yazdığınız, farklı disiplinlerin çatısı Frankfurt Okulu’nun aslarından Habermas’ı anlamak için önce neyi bilmek gerekir? Habermas deyince akla “kamusal alan” ve “iletişimsel edim” kuramları gelir. Bence en önemli eseri, gençlik eseri olan “kamusal alan” araştırması. Benim ilgimi çeken ve beni Habermas hakkında bir yayın yapmaya sevk eden de bu eseri oldu. Düşünür bu çalışmasında, daha önce “sivil toplum”, “kamuoyu” gibi adlar altında yapılan çalışmaları derinleştiriyor ve on yedinci yüzyıldan itibaren İngiltere, Fransa ve Almanya bağlamında “kamusal alan”ın oluşmasını inceliyor. Peki, nedir “kamusal alan? Habermas bunu “Öffentlichkeit”, yani herkese açık olma sözcüğüyle ifade ediyor. Bunun Fransızca ve İngilizce karşılıkları (“publicité” ve “publicity”) günümüzde “reklamcılık” anlamına geldiği için “kamusal alan” diye çevirmişler ve biz de onları izlemişiz. Aslında bu “kamuoyu” anlamına gelmiyor; bunu da oluşturan kurumsal yapıları ve bu yapıların oluşmasını anlatıyor. Daha açık bir ifade ile kamusal alan, herkesi ilgilendiren (kamusal) sorunların, özgür ve saydam bir şekilde tartışıldığı alan anlamına geliyor. Habermas, Marx’tan da esinlenerek, bu alanın oluşmasını devrimci burjuvazi açısından incelemişti. Ne var ki bu alanın on dokuzuncu yüzyıl sonlarında sermaye çevrelerinin kuşatması altına girdiğini söylemekle beraber, sınıf çelişkisi yerine uyuşması tezini benimsedi ve tarihi maddecilikten uzaklaştı. Ona göre artık kapitalizm iç çelişkilerini çözecek, refah devletini kuracak aşamaya gelmişti. Daha sonra dil felsefesine yönelerek demokratik diyalogu mümkün kılacak koşulları, kendi ifadesi ile “sözün (konuşup anlaşmanın) ideal durumu”nu incelemeye başladı. Fakat kapitalizmin küresel egemenliği üzerinde durmayarak, salt Batı Avrupa üzerinde çalıştı. “Kalkınmakta olan ülkeler” denilen alanı ise tamamen araştırmalarının dışında tuttu. Sanıyorum ki bu eğilim ve Avrupacı yaklaşımı çalışmalarının sınırlarını da çizdi. Bugün devam eden kapitalizm krizi karşısında söyleyecek çok şeyi olduğunu sanmıyorum. “MUSTAFA KEMAL, ERMENİ TEHCİRİ İÇİN ‘FAZAHAT’ (ALÇAKLIK) DER” “1915 ve SonrasıTürkler ve Ermeniler” kitabınız... Hangi açılardan kaleme aldınız, dünden bugüne süreci nasıl ortaya koydunuz ve Mustafa Kemal’in Ermeni tehciri hakkında “fazahat” (alçaklık) demesini de yazıyorsunuz. Onu da anımsatır mısınız? Mustafa Kemal, daha Anadolu’ya geçmeden, 1918’de, Fethi Okyar’la K İ T A P S A Y I 1237 C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle