23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ONUR YAZARI Auguste Comte ve pozitivizm çağında da Fransa’da “bilim” kutsallaştırılmıştı. Ne var ki seküler kutsallıklar bunun aşılması ilkesini bünyelerinde taşırken dini kutsallık dinin ontolojik bir öğesidir. Yani kutsallık yoksa din de yoktur. Öyle görünüyor ki, bizde Atatürk kültü ancak din kişisel bir inanç, yani laiklikle uyuşma haline geldiği zaman ortadan kalkacaktır. Bugün Atatürk ilkelerinin en fazla güncellik taşıyan ilkesi laikliktir. Jakobenlerle Kemalistler arasında benzerlikler... Nasıl tanımlıyorsunuz? “Demokratik diktatörlük” atfını da açar mısınız? Tarihte “zor” kullanımı her zaman gündemde olmuştur. Üstelik evrensel tarihe baktığımız zaman görüyoruz ki, bugüne kadar gerçekleştirilen olumlu şeylerin (cumhuriyet, sosyal haklar, genel oy ilkesi, laiklik) çoğu, genellikle “zor” kullanılarak gerçekleşmiştir. Bugün demokratik çağda yaşıyoruz; elbette ki iktidarların seçimle gelip, seçimle gelmesi esas olmalıdır. Fakat bugünkü dünyada ortaçağ koşullarında yaşayan toplumlarda siz “British democracy”yi uygulayamazsınız; “bunu yapmaya çalışıyorum” derseniz mutlaka başka hesaplarınız var demektir. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da iktidarlar şiddet kullanımı ile, darbelerle değişiyordu. Bunun da gerici ve ilerici olarak nitelenen şekilleri vardı. Gerici şeklin tipik örneği III. Napolyon’un darbesidir ve “bonapartizm” kavramına yol açmıştır. İlerici şekli ise, Blanqui’nin halk egemenliğini sağlamak için geliştirdiği komplo ve darbe kuramlarıdır ki bu da “blankizm” kavramına yol açmıştır. Halk ayaklanmasının devrime, otoritarizme ve şiddete dönüşmesi ise ayrı bir olaydır; jakobenizm denilen uygulama da bunun örneğidir. Bugün egemen olan finans kapitalizmi bunu en büyük düşmanı olarak görüyor; ideologları, bir hareketi kötülemek için “jakoben” demeyi yeterli buluyor. Oysa yazdığı anılardan biliyoruz ki, bugün hâlâ bir hümanizm ve demokrasi abidesi olarak anılan Jean Jaurès, Jakoben lider Robespierre’e hayrandı ve sık sık “Jakoben Kulüplerinde olsaydım, Robespierre’in yanında otururdum” derdi. Kemalist hareket, Fransız Devrimi gibi ani bir halk ayaklanması ile başlamamıştır, ama, Batı Anadolu’nun işgali ile giderek halk devrimine dönüştü. Bu iki hareket arasında, “Jakobenizm” bağlamında bir benzerlik vardır. Bu elbette Kemalist dönemi bir blok halinde savunalım, yapılan haksızlıkları, hatta kırıma dönüşen tenkilleri onaylayalım anlamına gelmez; bunları da inceleyelim, ağır bir biçimde eleştirelim; fakat devrimci ilkeye ve laik cumhuriyete sahip çıkalım. “ÖZAL DÖNEMİNİN 32 SAYILI KARAR’I GEMİLERİ YAKTI!” Özal döneminin “32 Sayılı Karar”ı… “Ülkenin tüm geleceğini ipotek altına alacak olan, Cumhuriyet tarihimizde alınmış en dramatik karardı” diye yazıyorsunuz “Türkiye Nasıl Küreselleşti?” kitabınızda. “Özallı yıllar”ın panoramaS A Y F A 1 4 n 3 1 E K İ M 2 0 1 3 sını betimleyecek en çarpıcı özellik olarak da değerlendiriyorsunuz. “32 Sayılı Karar”, ülkeyi derinden vuran ekonomik krizleri nasıl tetikledi ve küreselleşmenin pençesine ne şartlarla teslim etti? Bu karar ülkeyi uluslararası finans ve faiz dünyasına kayıtsız şartsız bağladı. Zaten Özal da kararı alırken “gemileri yakmaktan” söz ediyor, kambiyo rejimimizin “Fransa, İtalya ve Yunanistan’dan daha serbest hale gelmesi” ile övünüyordu. Oysa Türk ekonomisinin yapısal özellikleri buna uygun değildi ve karar ANAP yüksek bürokrasisi arasında da huzursuzluk yaratmıştı. O günlerde basında Merkez Bankası başkanı ile DPT ve Hazine müsteşarlarının buna karşı çıktıklarına dair haberler çıkmıştı. İktisat tarihinde koyu “laisser faire”ci politikaların başını daima rekabet ve üretkenlik alanında en elverişli koşullardaki ülkeler çekmiştir. Türkiye ise bu kararla kısa süre sonra çok büyük krizler yaşadı. Eğer finans sektörünüzü kontrol altında tutamıyorsanız açık denizlerde fırtınalara tutulmanız kaçınılmaz olur. 1997 ve 2001 krizlerinden sonra, TMSF’nin 2004’te yayımladığı rapora göre, 1997’den itibaren batan ve Fon’a aktarılan 22 bankanın devlete maliyeti 45,6 milyar dolar tutuyordu. Devlet bunu son derece adaletsiz bir vergi sistemi çerçevesinde halkın sırtına yükledi. AKP iktidarı bu enkaz temizlendikten sonra geldi ve likidite bolluğu ekonomiyi belli bir süre canlı kıldı. Oysa 2008 krizinden ve ona karşı palyatif para pompalama (bailout) operasyonlarından sonra oyun bozulmuş ve Ankara tüm umudunu ABD’de işlerin kötü gitmesine ve FED’in piyasayı beslemeye devam etmesine bağlamış görünüyor. Fakat ABD, mutlak rakamlarla dünyanın en borçlu ülkesidir ve her ay piyasaya 85 milyar dolar şırıngalamaya daha ne kadar devam edebilir? Yani nereden baksanız, Türkiye ekonomisi krize ve uzun bir durgunluğa mahkum görünüyor. Daha birkaç ay önce Bernanke’nin basın toplantısının burada ABD’den daha dikkatle izlendiğine ve sonunda da “para akmaya devam edecek!” diye sevinç çığlıkları atıldığına tanık olduk. Böyle bir ekonomi ile iftihar edilebilir mi? Önemli olan şudur: Finans kapitalizmine böyle bir teslimiyet, Türkiye kapitalizminin “model”ini de belirlemiştir. Çağdaş kapitalizm bilime, teknolojiye ve bu bağlamda “innovation”lara dayanan bir kapitalizmdir. En liberal ülke olan ABD aslında bu konuda en fazla devlet yardımı ve yatırımı yapan ülkedir. Savunma Bakanlığı’nın ve bütçesi otuz milyar doları aşan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün saçtığı dolarlar dışında, yakınlarda bir incelemenin gösterdiği gibi, Steve Jobs’un Apple’ı bile Jobs’un dehasına rağmen devlet yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Oysa bizde AKP iktidarının ve “ilim” anlayışının bununla alakası bulunmuyor. Ülkeye egemen kıldığı kapitalizm modeli “al sat”, “kes yapıştır” esaslarına dayanan ticari bir kapitalizmdir. Son on yılda Türkiye bilim ve teknoloji planında hangi sıçramayı yaptı? İktidar Koç’ların K İ T A P S A Y I 1237 C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle