19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kadir Aydemir’den ‘Sonsuz Unutuş’ Şiirsel bir bellek kazısı Sonsuz Unutuş, Kadir Aydemir’in Aşksız Gölgeler‘den sonra yayımlanan ikinci öykü kitabı. Kitapta, rüyayla gerçeğin, uykuyla uyanışın, yalnızlıkla aşkın birbirine karıştığı büyülü, fantastik kısa öyküler yer alıyor. ? Pınar NURHAN “Yalnızken bir solucana benzediğini, onun kadar değersiz olduğunu düşünürdün hani. Bir serçe bile eğilip almazdı seni yerden” s.47 enüz yitirilmemiş bir çocukluğun örtük romantizmini bugüne armağan gibi sunuyor Kadir Aydemir. Sanki yazarın yaşama biçimine de işleyen bir akış olarak sıralanan cümleler… Yazarın “iki harf arasına sıkıştığını” (s. 27) görmek okuru da bu sıkışmışlığa dahil ediyor. Buradan bakıldığında, cümle olmaya çalışmanın amansız mücadelesi gibi görülebilir hayat. Yazarın harflerle kurmaya çalıştığı denklem, çözümü matematiksel olamayacak kadar göreceli bir anlama biçimini gerektiriyor. Yazarken bunun farkında olan ve kendi çözümünü okurla birlikte arayan bir yazar Kadir Aydemir. Okuruna ne soru soruyor ne de cevap öneriyor, öykülerinde dile getirdiği anlamlar, simgeler üzerinden yakalanabilecek ve okurun kavrayışından ivme kazanabilecek sadelikte. Tam da bu nedenle okuyanı yazma işine dahil eder bir havası var metinlerin. Buradaki “yazmak”, “anımsamak” olarak da düşünülebilir. Yazarın yapmaya çalıştığı da en başından en sonuna bu anımsamaya bir davet. Tabiatın içsel ritminden kopmuş, koparılmış bir çiçek gibi doğasını yitiren, solan insanın kendini anımsayışı bu. Başka doğalar üzerinde gerçekleşen gözlemler; deniz, ay, yağmur, solucan, balık, çiçek gibi insansal doğamızın “sonsuz unutuş”a kurban verildiğini betimliyor. Sonsuz Unutuş, ihanet ettiğimiz duygulara dokunuyor. İhaneti deşifre eden bu metinler, okurunun canını acıtmadan onu anımsamaya davet ediyor. VAR OLUŞ SORGULAMASI Yaşam anları ya da hayat durumları ve “an”da saklı geçici (?) anlamları yakalayan metinler bunlar. Betimlerken şiirin çok katlı doğasına sığınıyor, açıklarken analitik aklın bilinçaltı izini sürüyor. Rüyalarının izini süren biz gezginin ya da hayallerinin peşinden giderken her şeyi göze alan bir göçebenin hüznü saklı satır aralarında. Öfkeye meyil vermeyen, seçimlerinden ya da başına gelenlerden sorumlu tutabileceği bir “öteki” aramayan naif bir ses duyuluyor sayfalarda. Yazarın kendi tekil hayatı üzerinden AĞUSTOS H yaptığı betimlemeler ve deneyimler, kolektif bağımızı imgeler yoluyla ifşa ediyor. “Evren eğilimler aracılığıyla konuşur” diyen antik felsefenin karanlık Heraklit’ini düşünmeden edemiyor insan. Sonsuz Unutuş, yazarının iç sesini şiirin imgelem gücü ve metaforlarıyla ele veren kapalı bir metin. Üstelik bu kapalılığı son derece sade ve açık, anlaşılırmış gibi görünerek yaratmış. Okuyanın hayal dünyası ve sonsuzlukla kurduğu temas biçimi, metni de genişletecektir elbette. Sonsuz Unutuş böyle bir genişletmeye elverişli bir iklim yaratmış. Belki “kapalı metin” fikrime katılmayanlar olacaktır, yazarın kendisi de dahil ama hemen her öyküde yakaladığım ve bazılarını alt alta yazsak şiir diyebileceğimiz cümleler, şiirin doğasına özgü bir saklılığı barındırıyor. Hayatın anlatılamayan “an”larını anlatamadığını ve anlatamayacak olduğunu hissettiren bir örtüklük bu. Yoksa yazarın da şairin de bile isteye tercih ettiği bir “anlam”ı yokuşa sürme hevesi değil. Doğaya, insana, acıya, aşka, ayrılığa, ölüme dair kısa ama öz bir anlatım yolu seçmiş yazar. Mesellere özgü bir “var oluş” sorgulaması kitabın tümünde felsefi bir iklim yaratmış. İlk öykünün bir intihar metni olması (Japon balığı ) bize neyi düşündürmeli kestirmek güç değil… “kendini göremeyen bir ayna ona bakıyor” s.15 derken var oluşunun kaynağını sorgulayan ve ardında kalanlara dair endişe duyabilecek bir hassasiyeti de ele veriyor. Doğayla baş başa kalabilen bir göçebenin onunla konuşmasına da tanık oluyoruz yer yer. Bu konuşma bazen bir iç ses bazen doğanın verdiği bir karşılık olarak yerleşiyor satırlara. “Karşımda yere kadar eğilen kırmızı ağacın dilini ver ki yapraklarında biriken suyu duyayım; düşen elmanın uykusunu öğret bana, suya dalan kurbağanın telaşını anlat” ve çok geçmeden karşılık geliyor bu çağrıya, yazar yaşadıklarını şöyle anlatıyor birkaç satır sonrasında; “ağzımın içine giren kökleri duyumsadım… kılcal damarlarımı, tenimin altındaki sonsuz akışı, ruhumun dışarı çıkmak için etimi zorlayışını, gözlerimin yuvalarından fırlayacak Doğaya, insana, acıya, aşka, ayrılığa, ölüme dair kısa ama oluşunu.” Ağaca dönüşen bir öz bir anlatım yolu seçmiş Kadir Aydemir. bedenin deneyimini sunuyor tabiat ona “sonsuzluğu arayan” adlı öyküde. Hayatın kaynağına dair değil felsefi sorgulamalar, sürece de yönelik aynı zamanda, “küçük çiçeklerin amaçsızca uzadığı toprağın kokusu” (s. 22) var oluşun kokuda vuku bulan güzelliği ve bunun ne uğruna yapıldığını bilemiyor olmanın yarattığı heyecan, bazen de çaresizlik duygusu. Yazarın iç dünyasında sakince gezinirken aniden yaşanan metamorfozlar öykülerin heyecan ve merakla okunmasını pekiştiriyor. Avlanırken kendisi de çapariyle avlanan bir balığa dönüşen balıkçı, hayatın o çok eski kuralını yeniden fısıldıyor “Çapari” adlı öyküde. “Şair” adlı öyküde şiire ve şaire, kanlı bir bıçak dolayımıyla göndermelerde bulunulmuş. Bu öyküde söz ustası olarak şairin kendini ve yaptığı işi sert bir eleştirisi söz konusu. “Bu kanlı bıçağı nereye saklayacağım şimdi!” derken de “yaralı, aç bir hayvan gibi duyumsuyorum. Su bulamayan bir yılan gibi kıvranıyorum. Yönünü bulamayan bir solucanım” derken de “büyücüşair” ikiliğine dair bir durum dile geliyor. Bu şairin engel olamadığı, olmak istemediği bir cinayete tanıklık da olabilir, bizzat şairin “söz” aracılığıyla işlediği bir cinayet de… Kanlı bıçak, onunla ne yapacağımızı bilemediğimiz bir önsezi gibi canını yakıyor şairin. “bir yıldız cama kadar eğilip onları dinlemişti” (s. 34) ya da “Ay gibi tatlı ağzının içi” (s. 37) gibi masalsı betimlemeler, çocukluğumuzun gömüldüğü belleğimize bir işaret yolluyor, adeta ona selam veriyor. Kavuşmak adlı öykü “kavuşmak ölümdür” diye biterken ayrılıkların da sevdaya dahil olduğunu ve her kavuşmanın ardında pusuya yatmış bir ayrılık bulun durduğunu vurgular gibi. İlişkilerde kendini var eden insanın, hep bir “öteki” ile yaşadığı deneyimin kendisine kattığı değer, şiirsel bir üslupla bir kez daha karşımızda; “Yalnızken bir solucana benzediğini, onun kadar değersiz olduğunu düşünürdün hani. Bir serçe bile eğilip almazdı seni yerden” (s. 47). Ayrılığın bir ada olduğunu hiç unutmayacak olan yazar, Tenedos’ta Ayrılık adlı öyküde, bir Ada’da gerçekleşen ayrılığın anlatısını yaparken, ana karadan ayrılan Ada’ya özgü olma metaforunu estetik bir sadelikle anlatmış. Aynı öyküde, “Ben küçük balık… Ben bir küreğin dövdüğü su…” diye mırıldanıyor yazar, ayrılığın hüznüyle. “ağaca tırmanan karıncalar, binlerce yıllık yollarına hiçbir şey olmamış gibi devam etmektedir, yarı kuma gömülü bir kitabın üstünden geçerek. Parçalanmış harfleri taşırlar birer birer..”s.72 doğaya özgü sonsuz akış ve bengi dönüş çemberi, yazarın anılarını ve hayallerini kaleme alışı boyunca bir fon olarak orada. Sonsuza eklemlenen insanın hallerine tanık oluyoruz kitap boyunca. Bu insanı doğadan bağımsız düşünmek imkânsız. Çünkü yazar, insanı, onun doğanın bir uzvu olduğu gerçeğini anımsatarak tasvir ediyor. BELLEĞE KARŞI BİR DİRENİŞ Var oluşölümayrılık temalarının sıkça işlendiği bu öykülerin özellikle dikkatimi çeken bir yanı daha oldu; Aşk’ı dişi’nin dolayımından nesneleştiren, alışık olduğumuz erkek egemen dilin dışına çıkma gayreti… Gayret demek belki de yersiz çünkü yazarın zihniyetinden beslenen bir dil söz konusuysa, yazılanlar kendiliğinden bir eğilimin neticesi de olabilir. Bu eğilim; aşkın, arkadaşlığın, hasretin ve ayrılığın cinsiyetsiz doğasına gönderme yaparken zorlanmaz. Zaten öykülerde de böyle bir zorlanma hissedilmiyor. Okurken ardında bıraktığı lezzet, sorulan soruların masumiyetinden de kaynaklanıyor olabilir. Bir ölüm ve taziye evinde olanların anlatıldığı son öyküde, ölüm çemberinden yaşam çemberine uzanan sezgisel bir sorgulamayla karşılaşıyoruz. Yazar, bunu yaparken ne filozof olmaya hevesli ne de söz ustası bir şair olmaya… Masum bir çocuk sesleniyor aslında sorularında: “Ölüler nerede bekler geride kalanları?” (s. 76). Kadir Aydemir’in “sonsuz soru”su ise benim de sıklıkla boşluğa doğru fısıldadığım bir soru olmuştur. Aslında hangimiz bu soruyu en az bir kez sormamışızdır? “Peki, bunca anı ne olacak?” Yazmak biraz da unutmaya karşı direnmekse eğer Sonsuz Unutuş belleğe karşı bir direniş, sonsuzluğa karşı bir umut olarak okunmalı. Kendine ihanet ederken doğasına arkasını dönmüş insana çağrı… çiçekleri, solucanları, karıncaları, yılanları, koca gövdeli kök salmış ağaçları, denizi ve gökyüzünü, yıldızları daha sık düşünmeyi, onları unutmadan yaşamayı becerebilmenin çağrısı. Hannah. Arendt’in bir sorusunu anımsadım Kadir’in sonsuz sorusuyla; Arendt, Nazilere esir düşen bir filozof olarak şöyle sormuştu: “What remains? Language remains.” (*) Yaşanılanlar, anılar, fikirler, hayaller böyle öykülere dönüştüğünde, sanatın ve yazınsal alanın sınırları yoklandığında, belleğe bir kazı yaparak onu tazelemiş oluyoruz. O zaman bir solucan gibi değersiz hissetmiyoruz kendimizi. ? (*) “Ne kalır? Dil kalır.” Sonsuz Unutuş/ Kadir Aydemir/ Yitik Ülke Yayınları/ 76 s. ? SAYFA 8 ? 30 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1176
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle