Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Zehra İpşiroğlu’ndan ‘Aydınlanan Yollar’ Her şey kızların okuması için Zehra İpşiroğlu Aydınlanan Yollar‘da, Van ve yöresinde, adı Türkan Saylan’la birlikte anılan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne burs için başvuran, çoğu Kürt kökenli Kardelenler’le yaptığı görüşmelere yer veriyor. ? Tülin TANKUT ızların hikâyeleri ilk bakışta, kurgusal bir dönüşümden geçirilmeden, anlatıldığı gibi aktarılmış izlenimi vermekle birlikte, ezilenlerin yol göstericisi bir yazar olarak da tanıdığımız İpşiroğlu, resmi görüşle arasına mesafe koyarak kadın bakış açısıyla, gerçekliğe daha kapsamlı ve zenginliği içinde bakıyor. Görüşmelerde kızları, bakış açılarına müdahale etmeden, sevgiyle, sabırla dinlediği belli; onların “gelenek” ile “modernlik” arasında yaşadıkları gerilimleri, çatışkıları, sancıları, adeta sözlü tarih yöntemiyle aktarıyor. Bu sayede, hikâyelerdeki toplumsal sorunlarla iç içe geçmiş bireysel sorunları, istatistikler ya da politik değerlendirmeler karşısındaki rasyonel bakış açımızdan farklı algılıyoruz. Kızlar, onu severek okudukları kitaplarından da tanıyorlar. İpşiroğlu, kızların kendilerine bile itiraf etmekte zorlandıkları anlarda, onlara verdiği güven duygusuyla iç dünyalarını açmalarını sağlıyor, böylelikle biz okurlar da hikâyeler hakkında kendi yorumumuzu yapma olanağı buluyoruz. Hemen her hikâyede yoksulluk ve geleneklerin baskısından, buna karşılık kadınların seslerini duyuracakları bir iletişim kanalının olmayışından yakınılıyor. Üstelik bu coğrafyada “herkes o kadar kolay silah ruhsatı alabiliyor ki silahı olmayan yok gibi” (s. 65). Öte yandan, aşiret düzeninin, tıpkı toprak gibi, insanın kendisine de el konulduğu bir döneme ait olduğu bilinir. Mülkiyet ilişkilerinin tarihsel süreç içerisinde, insan lehine görece olarak değişmesiyle birlikte varlık nedenini yitirmesi beklenir. Ancak bu coğrafyada aşiret düzeninin sürmesinden siyasi çıkar uman yönetimler, dini inançları da kullanarak insan üzerindeki baskıya dayalı denetimlere göz yummuşlardır. Sonuç: suskun ya da yalnızca beden diliyle gözleriyle konuşan kadınlar: “Sükut ikrardan gelir.” Denir. (Susmak kabullenmektir.) Ama görücü usulüyle evlendirilme, çocuk gelin, baskıcı aile ilişkileri vb. kadın olmaktan kaynaklanan sorunlar, kadınlar tarafından gerçekçi başkaca seçenek olmadığından “pragmatik” olarak kabullenilmiş. Özellikle genç kuşak, baba, ağabey, sevgili, koca ve erkek egemen kültürün sürdürücüsü anne, babaanne figürleriyle uzlaşmakta zorlanıyorlar. Yakınları olan tek tek erkeklerin de eninde sonunda erkek iktidarından yararlanıyor olmalarına karşın , kızların pek azının, erkek egemenliğini sorgulayarak, onlarla yüzleşmeyi göze alabildiğini görüyoruz. Genel yaklaşım, onların “iyi”, “kötü” gibi kişisel özelliklerini öne çıkarmak yönünde. Denilebilir ki “zihinsel geçmiş”ten kopmak, benliği bastırmak kolay değildir. Benliğin maddi gerçekliği, tarihSAYFA 16 ? 12 TEMMUZ K selliği vardır. Buna kimsenin itirazı olamaz. Kadın ya da erkek, kişinin dar bir çevrede yetişmesi, onun dış dünya ile ilişkilerine, dolayısıyla kendini geliştirmesine sınırlamalar getirmiştir. Ancak anlatılanlara bakılırsa, bu sınırları zorlayan kızların sayısı giderek artıyor. Talepleri eğitimi aşıp spor, müzik, dahası tiyatroya kadar uzanıyor. Kamusal alanda kadın kimliğiyle yer almak istediklerini dillendiriyorlar. Kendini koruyabilmek, güçlü hissedebilmek ,sayılıp saygı görmek için de en çok polisliğe, avukatlığa, hemşireliğe ve doktorluğa rağbet ediyorlar. Kitabın ikinci bölümünde, kendinden beklenen role uyum gösteremeyen iki kızın son derece çarpıcı hikâyelerini okuyoruz. Her ikisi de, baskılardan kurtulup radikal kararlar alabilme umuduyla, şanslarını büyük kentlerde denemeye karar verirler. Cinsiyet baskısı yüzünden kız çocuğunun bilim, sanat, spor gibi alanlarında kendini göstermesinin engellenmesine tepki olarak, kentin sunduğu olanaklardan sonuna kadar yararlanmaya çalışırlar. Erkeklere atfedilen başarı isteği, azmi hırs gibi özelliklere kendilerinin de sahip olduklarını kanıtlarken kendi kaderini tayin etme, çatışmayı göze alma sınavı verirler. Ama bunun bedelini öderler. Özellikle de yapmacıksız, kendine karşı dürüst bir kız olan Elif, “kapanma”yı, kadının yaşama her yönüyle katılmasını engellediği için eleştirirken ailesinden akıl almaz bir şiddet görür. Cinsel alanda da geleneksel kısıtlamaları reddeden bu iki kız, aşkta düş kırıklığına uğrar. Cinsler arasındaki eşitsiz konumun aşka da damgasını vurmuş olduğunu acı deneyimlerle kavrarlar. Kendilerini kentsel yozlaşmanın ortasında buldukları için düş kırıklıklarının sonu gelmemektedir. Ağalık, şeyhlik, tarikat, cemaat v.b.kapitalizm öncesine ait oluşumlar, özellikle göç alan kentlerde sürüp gitmekte; üstüne üstlük töre ve gelenek gibi değerler yasaların önüne geçtiğinde yasal uygulamalar zorlaşmaktadır. Bugün ikisi de kentte yaşıyor ve kente özgü bağımsız yaşamdan hoşnut görünüyorlar. Toplumun hemen her kesiminde bireyler sistemin parçası haline geldi. Neoliberal politikalarla desteklenen, başkalarından geri kalmama kaygısı ve aşırı bireycilikte anlatımını bulan birey tanımı kabul görüyor. Ama kapitalizm, “gelecek hayali” kurmaya olanak vermiyor. Çocukluğunu yaşayamayanlar yaban otu gibi toprağa tutunmuşlar. Devletin sorumluluğunda olan eğitim ve sağlık hizmetleri, toplumun her kesimine ulaştırılmadıkça, çocukların ve gençlerin kendilerini özgürce geliştirmelerinin ne denli güç olduğunu kızların hikâyelerinde tanık olduk Tüm dünyada insanlar ve toplumlar arası “farklılıklar”ın düşmanlık duygularına yol açacak bir biçimde sürekli gündemde tutulduğu günümüzde, bu kitabı okumak önemli görünüyor. “Bir şeyi bilmekle yaşamak arasındaki fark”a dikkat çekiyor İpşiroğlu. Bizi kendi benliğimize doğru bir yolculuğa çağırıyor. Görüştüğü kızların yaşam sevincini yitirmemiş olmaları tek kazancımız! Van’da yaşanan “büyük deprem felaketi bile hayatta kalan gençlerin yaşama dört elle sarılmasını engelleyememiş.” Her şeye karşın bölgedeki pek çok ilde, kadın dernekleri, vakıf, kadın dayanışma merkezleri gibi alanlardaki örgütlenmeler de etkinliklerini başarıyla yürütüyor. Bitirirken yine İpşiroğlu’na kulak verelim: “Kitabıma Aydınlanan Yollar adını verdim; ama şu da bir gerçek ki yollar kendiliğinden aydınlanmıyor. Işığa ulaşmak engebelerle dolu uzun bir yolu koşulluyor. Bu kitabımı kendi yüreklerindeki ışıktan güç alarak yaşam savaşlarını sürdüren tüm gençlere adıyorum.” ? Aydınlanan Yollar/ Zehra İpşiroğlu/ Cumhuriyet Kitapları/ 216 s. Feridun Ulusoy’dan ‘Alise’de Sonbahar’ Alise’de pastoral senfoni Türk filmlerinin oluşturduğu alışkanlıkla, yaşamı o karelerden öğrenme eğilimini taşıyan bir çiftle oldukça olgun bir kişiliğe sahip bir sanatçının bir hikâyesi, Alise’de Sonbahar. ? Dilan TAŞTEKİN lise’de Sonbahar’ın önce kapağı dikkatimi çekti. Kâğıdının dokusu, rengiyle, üzerine dikey biçimde döşenmiş rakamlarıyla merak uyandırıcı ve eğlenceli görünüyordu. Ardından, ilk sayfayı açtığımda, evli ve genç bir çiftin odalarının penceresini örten bir perdeyle karşılaştım. Daha en başta, anlatılanların bir kurmaca olduğunun bilgisi açıkça bu perdenin gerginliği üzerinden sunuluyordu okura. Yazarın kastı içerisinde ve dediği gibi, o perdenin gölge oyunlarında kullanılan amaçla aynısını taşıyordu roman için. Ankara’nın gecekondu semtlerinden birinde, yoksul ama fakir bir çiftin aşk dolu diyaloglarıyla başlayan ama ancak belleklerinde Türk filmlerinin oluşturduğu alışkanlıkla, yaşamı o karelerden öğrenme eğilimini taşıyan bir çiftle oldukça olgun bir kişiliğe sahip bir sanatçının bir hikâyesi, Alise’de Sonbahar. Piyangocu Dursun, karısı Hatice ve Vakıf Bey’in romanı. Feridun Ulusoy’u daha öncesinde çocuklar için yazılan Ben Balerin Olacağım, kendi otobiyografik romanı olan Hüzünle Dans ve geçtiğimiz yıllarda basılan Siyah Kuğu ile tanıyordum. Hatta aynı isme ve içeriğe sahip Darren Aronofsky yönetmenliğinde çekilen Oscar’lı filmle bir bağını soruşturduğumda, kitabın filmin çekiminden daha önce yazıldığını öğrendim. Filmin kahramanı ile Ulusoy’un dans tutkularının aynı olduğunu da. Ulusoy, ülkemizin ilk baletlerinden ve yurtdışındaki çevrelerce de oldukça iyi biliniyor. Bu uğurda epey çalışmış ve konservatuvardan öğretim üyesi olarak emekli olmuş. Alise’de Sonbahar kitabının bilge kişisi Vakıf da benzer biçimde bir sanat tutkunu. Sanatın bileni olduğu kadar, yaşa2012 A mın da bir bilgesi. Şansa inanmaksızın, erdemle çalışmanın peşinde bir müzik ve dans hocası. Bu yüzden aldığı piyango biletini incelemeden, son rakamına göre değerlendirerek amortiyi kabullenip piyangocu Dursun’a veriyor. Dursun, akşam evde biletin büyük ikramiyeyi kazandığını öğrendiğinde, bileti gerçek sahibine vermektense, karşısına çıkanı fırsat olarak biliyor. Karısı Hatice ile kısa bir bayram havası yaşadıktan sonra, filmlerde gördükleri yaşamın içine hızla dalıyorlar. Olup biteni anlatırken, rastlantılar ve yazgıları arka planda tutarak, aşkın biçimde arzu edilenlerin önünde bir engel olduğunu söylüyor roman. Hatta bu engelin karakterler tarafından oluşturulduğunu öne sürmüş. Yaşamın bir soruşturması olarak, roman insanın doğası ve karşısında o doğanın oluşturduğu engellerin varlığından bahsediyor. Ulusoy, karakterleri aracılığıyla koşullar ne olursa olsun insanın doğasında sunulmuş olumlu duygulara da yer vermiş. Roman, örneğin vefanın ve bilgeliğin yanısıra aşkın imkânlarını da yansıtmış. Hatice’nin birden değişen hayatı ve genç müzisyen Ruşen’in sanat sevdası, yazarın akıcı anlatımıyla tüm bu karakterleri İnegöl’ün Alise köyünde buluşturuyor. Tüm çözülmeler de mistik biçimde o mekanda çözülüyor. Böylelikle romanın, hızlı ve net dili sayesinde son sayfaya nasıl ulaştığınızı bile anlamıyorsunuz. Öte yandan romanın tümüne bakıldığında, kitaptaki bütün kahramanlar, daha belirgin biçimde çizilmiş Vakıf’ın portresinden biraz uzak, yer yer karikatürize edilmişler. Anlatı boyunca, Vakıf’ın peşinde olduğu unsurların arasında bir de roman yazma isteği var. Yazar aracılığıyla, onun zihninde gezindiğimizde fark ettiğimiz durum, az çok romanın tiplerinin Vakıf’ın kendi romanı için tasarladığı karakterlerle benzerlikler taşır. Bu, bize Alise’de Sonbahar’ı, bu anlatının kahramanı olan Vakıf Bey’in yazmak istediği romanın da içeriği olarak gösteriyor. Dünyasını, gölge oyununda olduğu gibi bir perdenin ardından yansıtan, denklemleri için geleneksel roman çatısından faydalanan, sonunda bir sürpriz daha saklayan bu romanın en çarpıcı yönü de bu: Başka bir anlatının hem çekirdeği, hem de kabuğu olması. ? Alise’de Sonbahar/ Feridun Ulusoy/ Dedalus Kitap/ 216 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1169 CUMH