Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
erin kuve. Gin yapıbir eve ağınıza urtar üm leri, Git! Kendi a kendi Dügenişe yaşaar şa ? ayaklanacak. Giyindiğin her şey teninle sarhoş. Pencere, korunun rüzgârıyla öpecek ensenden. Işık, ışığa karışacak. Ben, bütün bunların ortasında, titreyerek bakacağım sana. İnsan nasıl ağlamaz bu büyük masala. Günaydın, beni doğuran sabah.” Şarkıan yerkarşımayı ğü bağ bulur. ap bu Kimi alsı der. r teslikırtıcı Metin er göış her yaarsisi bu acıyı dir ış” gicını, yım sa k ister dan başlıkyleyişe Dönk, Züminleası ya BahKapı… lık ve m haatılış kendi bütün hakikat r bize. Yuğultu Züleyyım/ inde usunu yılan ben o ” Özelde şair usuoğaman ürünenlatılkle ği o ütünleevgili r. Özelmetasil edilsevgi ha şü…) Ayk? r 1165 İNATLA AŞKA ÇIKAN YOL Max Horkheimer’ın “evlerin pencerelerini tamamıyla açabilen tek bir rüzgâr biliyorum: Ortak keder” cümleleriyle başlayan yeni bölüm, ontolojik kopuşa işaret etmiyor aslında kitapta. Verilen es, daha çok okura bir düşünme payı gibi. Horkheimer da Adorno gibi Nazi zulmünden kaçmayı başarmış ama hayatta kalabilmiş olmayı üzerlerinde hep bir keder ve mutsuzlukla taşımış bir entelektüeldi. Soykırımdan kurtulup ağır bir insanlık trajedisinden sağ çıkan diğerleri gibi sadece şans eseri yaşadıklarını bellekleri onlara hiç unutturmadı. Frankfurt Okulu’nun tüm derdi hem etik hem politik olarak müthiş bir “medeniyet kırılması” ve “akıl tutulması” ortamında hem azmettirici hem kurban olan “insan”ı kurtarmak ve yeniden inşa etmekti. Sonraki yıllardaki insanlık suçları ve kıyımlardan elbette habersiz bu insana dair inanç tazeleme arzusu o zamanlarda bile düşünen kimseyi çok da umutlandırmıyordu. Ama insanı kurtarma için bir şey bulunmuştu işte: Ortak keder! Bu “ortak keder” başından beri şairin de derdi. Şiirini bunun için kuruyor, şiirde bunun için inat ediyor. Ritsos’un “Kara Çömleği”ndeki gibi birlikte şarkı söylemek için çağrısını yapıyor. Bu şarkı bağbozumunun, tarumar olmuşluğun şarkısı, olsun. Ağıtları birlikte söylemeyenin şenlik ve şölen şarkıları da olmaz. O ortak keder bize empati kurma, anlamaya çalışma, anlayış ve hoşgörü gösterme; ben acıysam sen de acı ol, ben yaraysam sen de yara ol diyor. Başkasının acısına bakmak… Hiç yarası olmayan başkasının acısına nasıl bakacaktır. Yaranı yaram bilmem, kendi acımdan seni tanımamla mümkündür bu. O ortaklaşalık kurulamıyorsa her şey boş. Erbaş, aşkına da söylese, aşkla da söylese dönüp dolaşıp hep buraya çıkartır yolumuzu. Bunu bitmek tükenmez bir inatla yapar. Dizelerde yorgunluğun ve umutsuzluğun hatta umarsızlığın izleri görünse de toptan bir kurtuluş yanılsamasındansa tek tek bilinçlere, duygulara o keder olarak sızmak ister. “Devlet Dersinde Ölmek” bu ortak kederin rüzgârıdır: “Bilmez misin bu evlerin özgürlüğü mezarlardır/ üç renkli bir kefene sarılır rüyaları// ölüm korkudan merhametli diyor, avuçları toprak/ içinde soğumuş bir tanrı, tükenmiş namazlar kılıyor.” İlk Harf şiiri ötekine bakış üzerine kurulmuştur. “Tanrılar arasında insan yalnızlığı mı/insanlar arasında insan yalnızlığı mı?/ korkusu küçük düşürüyor hayatımızı/ ne diyordu ince şeylerin annesi/ ‘ötekini oku, derinde dipte duranı.” Gülten Akın’dan alıntılanan dize şiirin mottosunu da verir. Tıpkı cennetin dibinin cehennem görünmesi gibi benin en dibinde ötekini; ötekinin en dibinde “ben”i görürsünüz. Muktedirle madunun ilişkisini bir de buradan okursunuz. Şair madunun sesi olabilir mi? Kendisi bir muktedirse hayır, ortak kederin rüzgârına penceresini kapatmışsa hayır. Şair “budur düşünmeden bildiğim” derken olması gerekenin kendiliğindenliğine vurgu yapar. Şair olanın seçme şansı yoktur. “Bumerang” şiirinde B. Necatigil’den alıntı da şaire yaklaşmanın ipuçlarıyla doludur: “Yürür asfalt ovalarda abdal.” Yukarıda şairin gelenekle ilişkisi bağlamında söylenilenlerin parafı gibidir bu dize. Bu şiirde bu dizlerle şair kendini de işaret eder. Asfaltta söylenen bir bozlak gibidir Erbaş’ın şiiri. Şehrazat ve diğer şiirlerdeki aşkın nesnesi güzel, sevilen, maşuk; ne dersek diyelim hakikatin imgeleriyle kurulmuş olduklarında dahi bu dünyalı değil gibidir. Masalsı güzellerdir. Öyle güzellerdir ki dünya bu güzellik için kurulmuştur, bu güzellik var diye dönüyordur. Klasik edebiyatın sevensevilen ilişkisinden ödünçlenmiş bu ikilik bağlamını şimdiki zamanın hakikat zemini üzerine kurmuştur. AŞKIN ÖTESİ Karacaoğlan’ın güzellemelerindeki güzele teslim olmuş edayı da taşıyan bu şiirlerde asıl dert aşkın kendisi değil, daha ötesidir. Hem dünyanın kirine pasına karşı bir kurtarılmış bölgedir aşk, bir arınma temizlenme yurdu, ibadet yeridir hem de dışarıdaki tüm kötülüklere, kötücüllüklere bilenme ve direnç toplama, hayatta kalma savaşına hazırlanma yeridir: “Deniz uzakta değildi. Belki de odanın içindeydi. Puhu kuşları dünyayı uykulara boyamıştı. Perçem Çayı, sarmaşık köprülerle iki yakasını seviyordu. Ay ışığı, göğsünde bir murat mahyasıydı. Yıldızlar tanrıyla konuşuyordu. Saçların ormanların uğultusu, topuklarında Hafız’ın bahçesi, kırmızı bir zaman oluyordu ağzın. Şarabın Samanyolu, içimdeki arzuyu kekeme bir merhamete çeviriyordu. Ayrılık bir kuyu suyuydu henüz. Üstündeki tüllerden çıplak bir sesle döndün: “Hayatın gecesi, lambasını da beraberinde getirir”(C. Chaplin). “Kirpiklerinden dudaklarına, uzak ıssız yollar düşüyordu. Bunu çok erken biliyordum ben. Sevgisiz kadınlardan, soğumuş erkeklerden, evler ölüsü çocuklardan biliyordum. Gülümseyen bir acıyla tutundum soluğuna” (Gönül Haresi). Bağbozumu Şarkıları, tarumar edilmiş bir bağın yalnızının şarkıları: “Işık burcum/ bir Karac’oğlan ıssızlığı ağzımda/ plastik zamanlara şiirler söylüyorum.” Zamaneden şikâyeti olmasa neden yazsın şair. Hızdan, yavanlıktan, riyadan kurulu; derinliğini, inceliğini kaybetmiş sahte ve uzak bakışlı insanların dünyasından hızla kendini kurtarma, dışarı atma çabası bu şiirler. Böyle bir dünyanın dışarlıklısı… Bu bağbozumu kederinden bir kurtuluş ümidi doğsun istiyor ama: “İnsan ruhunun pazarı, sevgilim/ insan ruhuna kurulurmuş yine” diyor ve ekliyor: “Hangi acıyla yaprak dökersek dökelim/ insan kendini seveceği bir dünya buluyor.” Derin kuyulardan suyunu çıkaran bir abdalın demeleri bunlar. İnsanı kendine çağıran, öteki aslında “benim”i anımsatan. Kendini kendinden sakınmayanlar için. Son söz şairin: “Ey bunalmış zaman/ çiçeksiz kapı/ ey iğde kokulu ana rahmi/ sen açtın can evimi, sen kapadın/ kalbimde kaderinin mührü/ ağzım gökyüzü/ gittim ve geldim, söyledim ve sustum/ dünya bir gölgelikmiş (*)/ doğan ve batan günden öğrendim// sevgilim/ önce ölümden, sonra senden doğdum ben.” ? (*) Kütahya Türküsünden Bağbozumu Şarkıları/ Şükrü Erbaş/ Kırmızı Kedi Yayınları/ 68 s. 14 HAZİRAN 2012 ? SAYFA 11 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1165