Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ş zmir doğumlu (1900) Yunan şairi Yorgo Seferis bütün şiirleri Türkçeye çevrilen ender yabancı şairlerden biri. Herkül Milas ile Özdemir İnce’nin Varlık Yayınlarından çikan Bütün Şiirleri dışında benim çevirdiğim ve içinde birkaç önemli denemesiyle seçtiğim şiirlerden oluşan ve Yapı Kredi Yayınları’nca yayımlanan Profil başlıklı kitap ve Erdal Olava’nın çevirdiği Şairin Günlüğü (Can Yayınları) kitaplarıyla Türkiye’de yaygın bir okur kitlesinin tanıdığı Seferis’in bu şiirleri yeni bir baskısını hazırladığım Seferis seçkisi için çevrildi. iir Atlası CEVAT ÇAPAN Yorgo SEFERİS/ Şiirler/ Çeviren: Cevat ÇAPAN İ ‘Müzik gibi yenilmez ve sonsuz’ haçlar çiziyor çürümüş anılara rüzgâr eserken karanlıkta. Kar yağıyor. Sabahın çiğini gördüm yüzlerin çevresinde ıslak dudaklar gördüm, donmuş gözyaşları gözlerin uçlarında, acının çizgilerini gördüm burun deliklerinde ve ellerin bileklerdeki çabasını, bedenin gücünün tükendiğini. Yalnız değil o, bükülmez bir değneğe bağlı o gölge, uzanıp yatmak için eğilmiyor, eğilmiyor: Uyku iskeletini dağıtacaktı çocuklara oyuncak diye. Geceleri vadilerde rüzgâr esince, kırılan kuru dallar gibi emirler veriyor insan gölgelerine, ama yazgının sesiyle buluştuklarında yalnızca toprağın ve denizin sesini duyan adama değil. Kıyıda dimdik duruyor ayakta kemik yığınlarının arasında, kuru yaprak yığınları arasında boş bir kafes ateşin saatini bekleyen. Drenovo, Şubat 1037 Çırılçıplak durursan aynanın önünde gece yarısı, bir insanın geçtiğini görürsün aynanın derinliğinden, yazgına ve gövdene egemen olacak bir insanı yalnızlığında ve suskunluğunda yalnızlığın ve suskunluğun insanını ve varsın yansın ateşler. Bir gün başlayıp da öbürünün daha başlamadığı saatte zamanın askıya alındığı saatte o günden beri, başlangıçtan beri gövdene egemen olan o insanı bulmalısın onu aramalısın ki, hiç değilse sen öldükten sonra bir başkası onu bulsun. Ateşleri yakanlar da, sıcak gecede alevler önünde çığlıklar atanlar da çocuklar (Zaten çocukların yakmadığı ateş mi var, Ey Herostrotus) üstelik tuz atıyorlar alevlere çatırdasınlar diye (Birden nasıl da tuhaf bakıyorlar bize evlero insan eriten potalaralevlerin yansıması onları okşayınca) Ama denizin dövdüğü kayanın üzerindeki taşın büyüsünü bilen sen sessizliğin her yeri kapladığı akşam duydun uzaktan yalnızlığın ve suskunluğun insanca sesini içinin derinliklerinde o Aya Yani gecesinde bütün ateşler sönüp yıldızların altındaki külleri incelediğinde. 5. NİJİNSKİ Ben ocağımda yanan akkorlara bakarken belirdi o. Yanındaki sandalyede oturan kişinin burnundan yumurta çıkaran bir hokkabaz gibi, elindeki içi kırmızı kibrit dolu koca bir kutuyu gösterdi bana. Bir kibrit çaktı, kutuyu tutuşturdu. Dev gibi bir alevin arkasında kayboldu, sonra karşıma dikildi. Kızıl gülümsemesini ve cam gözlerini hatırlıyorum. Sokakta hep aynı havayı çalıyordu bir laterna. Sırtındaki giysiyi nasıl anlatacağımı bilemiyorum, ama durmadan erguvan bir serviyi hatırlatıyordu bana. Yavaş yavaş kollarını bir haç biçiminde ayırdı gergin bedeninden. Nereden ortaya çıktı bunca kuş? Sanki kanatlarının arasına saklamıştı onları. Acemice, çılgınca, hızla uçuyor, dar odanın duvarlarına, camlara çarpıyor, sonra da yaralanmış gibi yerlere seriliyorlardı. Kuştüyünden ve yürek atışlarıyla alçalıp yükselen bir döşek hissettim ayaklarımda. Ona baktım, garip ateş akımı sarıp dolaştı bedenimde Kollarını yukarı kaldırıp avuçlarını birleştirdiğinde, birden sıçradı, sanki bir saatin zembereği kırılıp dışarı fırlamıştı önümde. Tavana çarptı ve bir zil sesi yankılandı tavandan. Sağ kolunu uzatıp ampulün kordonunu tuttu, hafifçe sallandı. Kendisini bıraktı ve sekiz sayısını çizmeye başladı bedeniyle karanlıkta. Başımı döndürdü bu görüntü, İki elimle yüzümü örttüm karanlığı gözkapaklarıma bastırırcasına. Hâlâ aynı havayı çalıyordu sokaktaki laterna, ama sonra birden sustu. O anda buz gibi bir rüzgâr esti üstüme. Ayaklarımın donduğunu hissettim. Ayrıca bir kavalın hafif, kadife gibi sesini duyuyordum. Ardından da boğuk, kesilmeyen bir gürültü. Gözlerimi açtım, gene onu gördüm. Odanın ortasında billur bir kürenin üstünde duruyordu ayaklarının ucunda. Ağzında tuhaf yeşil bir kavalın üzerinde sanki bin parmağı varmış gibi o parmaklarını gezdiriyordu.. O anda kuşlar birden olağanüstü bir düzen içinde canlandılar, havalanıp toparlandılar, koca bir katar halinde nasılsa açık bırakılmış pencereden gecenin karanlığına uçtular. Ortalıkta tek bir tüy ve boğucu av hayvanı havasından başka bir şey kalmayınca, karar verdim yüzüne bakmaya. Yüz diye bir şey yoktu. Erguvan bedenin üzerinde Mikene mezarlarından çıkan maskeler gibi altın bir maske vardı, bir de ucu boğazına doğru uzanan sivri bir sakal. Ayağa kalkmaya çalıştım, ama daha kımıldamadan, bir cenaze marşında, üst üste yığılmış bir sürü tasın devrilmesini andıran kulakları sağır eden bir gürültüyle olduğum yere çakıldım. Maskeydi düşen. Yeniden göründü yüzü, tıpkı ilk gördüğüm gibiydi. Aynı gözler, aynı gülümseme ve o an ilk kez dikkatimi çeken bir şey: iki siyah perçemin şakakları arasına gererek yapıştırdığı beyaz teni. Sıçramaya çalıştı, ama yitirmişti başlangıçtaki çevikliğini. Yanılmıyorsam, oraya bir rastlantıyla düşmüş bir kitaba takılarak diz üstü çöktü. Rahatça inceleyebilirdim şimdi onu. İnce ter damlacıklarının aktığını görüyordum derisinden. Soluk almakta zorlanıyordum. Bana neden öyle garip baktığını anlamaya çalışıyordum. Gözlerini yumdu ve kalkmaya çalıştı. Ama öyle güç gelmiş olmalı ki ayağa kalkabilmesi, bütün çabasına rağmen bunu başaramadı. Hatta öbür dizinin de üstüne çöktü. Beyaz teni, sarı fildişi gibi, korkunç solgun görünüyordu, siyah saçları ise cansızdı. Bir can çekişme anının tanığıydım ama iyi hissediyordum kendimi, sanki bir şeyi yenmiş gibiydim. Daha soluk almaya vakit bulamamıştım ki, onun boylu boyunca yere serildiğini gördüm, halımın üzerine işlenmiş yeşil bir pagoda gibi. ? Yabancı Bir Dize Üzerine Elli’ye Noel, 1931 Ne mutlu Odissesus’un yaptığı o güzel yolculuğu yapan kişiye. Ne mutlu hele yola çıkarken damarlarında uğuldayan kan gibi içinin güçlü bir aşkla donandığını duyduysa. Müzik gibi yenilmez ve sonsuz, düzeni aksamayan bir aşkla. Çünkü biz doğduğumuz zaman doğan ve öldüğünde, eğer bir gün ölürse, öleceğini ne bizim, ne de kimsenin bilmediği bir aşktır bu. Büyük bir mutluluk anında bu aşkın ne olduğunu söyleyebileyim diye yardım etmesi için yalvarıyorum Tanrı’ya; bazen gurbetle kuşatılmış otururken, açıklanmaz bir fırtınayla karışmış denizin sesi gibi duyuyorum onun o uzak uğultusunu. Ve durmadan karşıma çıkıyor Odisseus’un hayaleti, gözleri denizin tuzundan, ateşi yanan ocağının tüten dumanından ve kapısının önünde beklemekten yaşlanmış köpeğini yeniden görme hasretiyle kızarmış gözleri. İriyarı bir adam üç bin yıl önceki dilimiz gibi bir dilin sözcükleriyle fısıldıyor bana ağarmış sakalının arasından. Halatların ve dümenin nasırlaştırdığı avucunu uzatıyor, yüzü poyrazdan, güneşten ve kardan kırış kırış. Sanki kovmak istiyor aramızdan tek gözlü insanüstü Kiklops’u ve şarkılarıyla Skila’yla Harivdi’yi unutturan Sirenleri, nice akıl almaz canavarlar ki, unutturuyorlar bize onun da ruhu ve bedeniyle savaşmış bir insan olduğunu bu dünyada. Yüce Odisseus o: Akaların Troya’yı fethetmesini sağlayan tahta atı öneren. Sanırım benim de kendi Troya’mı fethedebilmem için bana akıl vermeye gelmiş, Çünkü alçakgönüllü, sakin bir sesle konuşuyor, kendini hiç zorlamadan, sanki babammış gibi, ya da çocukluğumda, kışın gelmesi ve rüzgârların başlamasıyla ağlarına eğilip yaşlı gözlerle. Erotokritos’un şarkısını okuyan yaşlı denizciler gibi. İşte o zamanlar mermer basamaklardan inen Aretis’in kara yazgısını duyup ürperirdim uykumda. Gemi yelkenlerinin anılarla şişip ruhunun dümene dönüşmesinin, gecenin karanlığında, tek başına, harman yerinde bir at kadar başı boş kalmanın ne yoğun bir acı olduğunu anlatıyor sonra. Yoldaşlarının birer birer doğaya gömülüşlerinin ve dağılışlarını görmenin acısını. Ve sağ kalanlar yetmeyince, ölülerle konuşmanın sana yeniden nasıl bir güç kazandırdığını. Konuşuyor… pruvadaki denizkızının iyi yontulup yontulmadığını anlayabilen ellerini görüyorum hâlâ, kış ortasında dalgasız mavi denizi bana gösteren. S. Talasinos’dan Beş Şiir *** 1. HAMSTEAD Yıllardır rüzgârda yol almış kanadı kırık bir kuş gibi fırtınaya ve rüzgâra dayanamayan bir kuş gibi iniyor akşam, Gün boyunca üç bin meleğin dans ettiği yeşil otlara çelik gibi çıplak iniyor solgun akşam; üç bin melek kanatlarını toplayıp unutulmuş havlayan yalnız sahibini ya da Kıyameti ya da bir kemik parçası arayan bir köpek oldu. Biraz huzur arıyorum şimdi ben. tek istediğim bir tepede ya da deniz kıyısında bir kulübe tek istediğim penceremin önünde deniz gibi serili çivitlenmiş bir çarşaf saksımda tek istediğim yapma bir karanfil bir telin ucunda kırmızı kâğıttan ve rüzgâr istediği gibi kolayca yön verebilsin ona. Akşam olacak ve sürülerin ağılara dönüşü yalın, mutlu bir düşünce gibi yankılanacaktı ben de uzanacaktım uyumak için çünkü yakacak ne bir mum olacaktı ne de ışık okumak için. 2. RUHBİLİM Bu bay her sabah Ölü Deniz’in sularında yıkanıyor sonra acı bir gülümseme takınıyor işi ve müşterileri için. 3. HER ŞEY GEÇER Unutup Evmenideslerle yiğitçe boğuştuğumuzu uyuya kaldık, onlar bizi ölü sanıp gittiler “Yiu! Yiu! Puuu…. Paks!” diye bağırarak ve bizi koruyan tanrılara sövüp sayarak. 4. AYA YANİ ATEŞLERİ Yazgımız bu: dökülmüş kurşun, yazgımız değişmez elden bir şey gelmez. Suya kurşun döktüler yıldızların altında, varsın yansın ateşler. Yaşlı Adam *** Nice sürüler geçti, nice yoksul ve zengin atlılar; uzak köylerden gelen bazıları yol boyundaki hendeklerde gecelediler kurtlara karşı ateş yakıp İşte külleri, kapanmış yara izleri gibi bu kara halkalar. Yaşlı adamın da her yanı yolu andıran yara izleriyle dolu. Yolun yukarısındaki kör kuyulara atıyorlar kuduz köpekleri. Gözleri yok. Yara izleriyle dolu her yanı. Hafif kendisi, rüzgâr esiyor, o hiçbir şeyi göremiyor, ama her şeyi biliyor, boş bir çekirge kabuğu oyuk bir ağaçta. Gözleri yok, ellerinde bile, ama biliyor şafağı, günbatımını, yıldızları biliyor, ama onların kanı onu beslemiyor, ölü de değil, ırkı yok, ölmeyecek, yalnızca unutulacak soyu sopu bilinmeden. Yorgun tırnaklarıyla CUMHURİYET KİTAP SAYI 1155 5 NİSAN 2012 ? SAYFA 21