Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Sinema; kitaplı gökkuşağı... Yeterli senaryoyla buluşamıyoruz belki, ama bunca çeşide sevinmemek de elde değil. Gelişen bir yan da sinema yazarlığında gözlenen yükseliş… Genç sinema yazarları bir bahar patlaması halinde fışkırıyor. Verim bolluğu kadar yayınlardaki düzey de dikkati çekiyor. Buna, alana dönük yayınlarıyla dergiler, yoğun emekli erkesiyle sinema eleştirmenleri de eklenmek zorunda… BİZİM YAZARLARIMIZLA AKAN SİNEMA SANATI... Masamda bir kucak sinema kitabı var, tümü de bizim yazarlarımızın verimi. Bunların kimi eskiden bu yana sinema sanatında adını bildiğimiz, yapıtlarını okuduğumuz birer yetke, ama çoğunluk, alanın görece yenileri sayılabilecek bilimci, sanatçı, araştırmacı, eleştirmen vb… Bir göz atalım mı şu kitaplara? Nijat Özön’den Sinema Sanatına Giriş (Agora, 2008), Leyla Özalp’ten Bir Film Yapmak (Hil, 2008), Feridun Akyürek’ten Senaryo Yazarı Olmak/ Senaryo Yazmak (MediaCat, Beşinci Basım, 2007), Esin Berktaş’tan 1940’lı Yılların Türk Sineması (Agora, 2010)… Ne dersiniz, sinemalı günler yaşarken tam, yılın hiç değilse bu birkaç haftasında, sinema kitapları arasında gezinelim mi biraz? Eh öyleyse, buyurun kitap başına… Nijat Özön’ün (1927–2010), kırk yıl önceki 100 Soruda Sinema Sanatı’ndan (Gerçek, 1972) dönüştürdüğü Sinema Sanatına Giriş başlıklı temel yapıtı, konuya girişte her zaman için yararlanılabilecek bir başvuru kaynağı kuşkusuz. Nijat Özön, 1956’da yine kendi verimi olan o “alçakgönüllü” kitap için şunu söylüyor: “Sinemanın ellinci yaşını devirdiği yılda çıkan Sinema Sanatı yurdumuzda bu konuda yayımlanan ilk kitap…” (ix) Özön, “sinema sözcüğü(nün), zamanla, filmlerin gösterildiği yapı, yer; sinema çalışmalarının tümü; sinema işleyimi (endüstrisi) kavramlarını kapsayacak biçimde anlam genişlemelerine uğra(dığını)” (4) belirtip, “sinema sanatı”nın, “herhangi bir düşünceyi, duyguyu, olayı, gerektiğinde sesle de desteklenen devinimli resimlerle (görüntülerle) anlatım yolu” olduğunu dile getiriyor. Şöyle sürdürüyor: “Sinema sanatçısı bu çalışmayı yaparken çerçeveleme, görüntü düzenlemesi, aydınlatma, ışıkgölge oyunları, kurguyla sağlanan dizem, alıcı devinimlerinin sağladığı canlılık, görüntünün ortaya koyduğu kavramla yaratılan etkilerden yararlanır.” (10) Ama aynı zamanda, “sinema çağdaş uygulayımbilime (teknolojiye) dayanan, bu alandaki dev adımlardan yararlanan bir kol…“ (13) Nijat Özön, insanoğlunun sinema düşüne görece on binlerce yıl önce ulaştığını öne sürüyor. Çünkü mağara duvarlarına işlenen resimlerden bu yana insanoğlunun “tüm çabalar(ı) hep bu özlemi yansıt”ıyor. (4) Özetle hayalleri canlandırmak! O düş gerçekleşmiştir artık. Bugün ”filmler milyarlarca izleyicinin önüne aynı kılıkta çıkmakta; onlar için evrensel bir sanat, evrensel bir dil niteliği kazan(arak)” (7) ortalıkta dolaşmaktadır çünkü. FİLM YAPMANIN DAYANILMAZ ÇEKİMİ... Leyla Özalp, Bir Film Yapmak’ta, “[f]ilm yapmanın iki temel neden için, para kazanma ve sanat yapma isteği” deyip “diğer önemli neden” olarak da “kişinin sinemayı kendisini ifade edeceği sanat dalı olarak görmesi” (15) biçiminde dile getiriyor. Ancak bunun için “üç temel unsur var…: senaryo ya da proje, para ve yapımcı.” Ne ki, “[h]ayaller ister bir senariste, ister yönetmene ya da yapımcıya ait olsun (film), yapımcılık işleri yerine getirilmeden gerçekleşemez.” (16) Özalp, sinemanın büyüsüne kendisini kaptıranlara bu konuda çözüm de öneriyor: “Arkadaşların veya akrabaların arasında parası olan ve sizin yapacağınız filme ilgi duyan bir ya da birkaç kişi de film yapımı için iyi bir kaynak olabilir.” (42) Değilse, yönetmen, “projesini yapım şirketine beğendirip kabul ettir(mek)” (64) zorunda. Bu hesapla yönetmenliğe soyunup film çekebilirsiniz siz de. Bunun için yönetmenin bir senaryoya gereksinimi olacak elbette: “Yönetmen yazılı bir metin olan senaryoyu kendi yorumu ile görsel bir ürün haline getirir. (Çünkü)… son kararları veren kişi yönetmendir ve kararların sorumluluğu ona aittir. Yani bir filmin iyi ya da kötü olması yönetmenin başarısı ya da başarısızlığı olarak değerlendirilir.” (65) Demek senaryoya gereksinim var ilk ağızda… Senaryoculuk da enikonu yazarlık olduğuna göre yazarlığa mı dönüyoruz yeniden? Senaryo konusuna Feridun Akyürek’in Senaryo Yazarı Olmak/ Senaryo Yazmak adlı kitabıyla girilebilir… Kaldı ki “senaryo yazarlığını gelecekte profesyonel bir uğraş olarak yapmak ist(eyenler)” (88) işin tüm inceliklerini iyice öğrenmek zorunda. Yazara göre, “[k]endine özgü bir yazım tekniği olan senaryo denilen metin, iki yönlü bir çalışmayı kaps(ıyor). Birinci yönünde… öyküleme (dramatik yapı) kurulu(yo)r. (…) İkinci yönüyle teknik bir çalışma(.) senaryo. (…) Bu konuda söylenebilecek tek söz, senaryonun nasıl yazılacağı(nın) biçimsel olarak öğretilebil(eceği) ama yaratıcı çalışma(nın) zamanla oluş(acağı)”… (33) Geldik mi yine yaratıcılık konusunun önüne? Ne var ki “Senaryo denilen metin, temelde bir yazı işi olmakla birlikte, doğrudan doğruya sinema (ya da televizyon) için hazırlandığından bir yazın türü değil.” Ancak dilin önemsiz olduğu da düşünülmemeli. Bu nedenle “Senaryo, hem yazınsal hem de teknolojik bir çalışma olduğundan, bu ayrım senaryo yazmak isteyen kişi için bir sorun oluşturur.” (47) Çünkü, “Her ülkenin, gelişen teknolojiye koşut olarak, kendisini sürekli yenileyen bir anadili var. Bu devingenliğin ötesinde, ülkemizde bir dil karmaşası yaşandığı da gerçek.” (56) O halde yine de “[s]enaryonun yazın dışı bir uğraş olduğunu, süslü tümcelerin, kitap diline uygun konuşmaların, yazınsal açıklamaların, senaryo içinde yeri olmadığını” (64) göz ardı etmemek, “olabildiğince görselliği… ön planda tut”mak (65) gerekiyor. Sonuçta Akyürek, senaryonun ancak “var olan sinema teknolojisiyle filme dönüştürülüp görselleştiril(diğinde)” (35) işlevsel olacağını belirtiyor. Senaryo yazmaya yönelecekler için kapsayıcı, konuyla ilgilenenler için de bütün sanatlarla içlidışlı alışverişe açık oluşu nedeniyle tam bir başvuru kaynağı yapıt. Diyelim senaryonuz hazır, filmi de çekip tamamladınız, dağıtıma çıkardınız, sinema gösterim ağında minnacık da yer açtınız filminize… İş bitmiyor ki… Hem görücüye çıkıyor yapım hem de sinema işleyiminde çalkantılı bir denize atlıyor adeta… BİR BİLET DE SİZDEN... Esin Berktaş’ın, “sermaye”, “siyasal erk”, “gündelik hayat”la, “sinemacılar açısından Türk sinemasını incele”diği (x) kitabı 1940’lı Yılların Türk Sineması, bu döneme ışık tutarken filmin birden nasıl bir okyanusa daldığını, söz konusu düzlemde yaşanan serüvenleri anlatıyor bize zengin bir görsellik eşliğinde. Berktaş, bu çalışmaya yönelişinin gerekçesini, “o yıllarda yerli sinema sektöründe şekillenmiş olup da bugün unutulan, gözden kaçan ya da önemsenmeyen birçok bilinçdışı tarihi faktörün günümüz Türk sinemasını etkilemeye devam etmesi” (ix) olarak gösteriyor. Gerçekten sinemamız çetrefilli, uzun bir yolu aşarak bugünlere geliyor. Şu satırları Berktaş’tan alıntılıyorum: “Hem sansür hem sıkıyönetim uygulamalarıyla filmlerin sanatsal yapıtlar olmaktan ziyade siyasal yapıtlar olarak ele alınması sinemacıların önünü kesmiştir.” (6); “1948 yılında yerli film gösterimlerinden alınan belediye vergisi azalınca sinema salonları yerli film talep etmeye başlamıştır. Bu gelişme, üretilen yerli film ve seyirci sayısını arttırmıştır. Böylece yerli sinema sektörünün ekonomik temelleri 1940’lı yıllarda atılmıştır.” (13) İlk şirketler film ithali için kurulsa da 1922 doğumlu Kemal Film, sinema işleyimindeki bu girişimde doksanıncı yıla varıldığını ortaya koyuyor. Zaten sinemamızda gerek yönetmenyapımcı gruplarının gerekse seyircinin beğenisini ithal edilen bu filmler besleyip biçimlendiriyor hep… (7, 13) Ama aradan insan yaşamına denk onlarca yıl geçtikten sonra Nuri Bilge Ceylan şöyle diyecektir daha ilk filmiyle: “Türk sinemasında gerçeğin peşinde koşulmadığını düşünüyorum. (…) Öykü bir filmi iyi yapmaz. Bir filmi iyi yapan detaylardır. Detaylardaki doğruluktur öncelikle. (…) İyi film yapma tekelinin gerçekçi insanlara has olduğunu düşünüyorum.” (Leyla Sevükten söyleşisi, Zahit Atam; Yakın Plan Türkiye Sineması/ Dört Kurucu Yönetmen, Cadde, 2011, 27) Gelin önümüzdeki hafta konuyu buradan sürdürelim… ? KSV’nin sorumluluk bilinciyle, onurla sürdüregeldiği etkinliklerden Uluslararası İstanbul Film Festivali otuz birinci kez İstanbullularla buluşuyor. Farklı salonlarda 31 Mart’ta başlayan etkinlik 15 Nisan’a dek sürecek… Sinema, tiyatro, müzik vb. her festival, kentin çehresini değiştiriyor. Hani hayallerde yaşatılan, masal imgesi olarak süslenip düşlere giren kentler olur ya, onlardan biri olup çıkıyor şu bizim İstanbulumuz… Yeniden, bir kez daha âşık oluyorsunuz kentinize, yeniden vuruluyorsunuz ona… Gerçekten kentler, asıl kimliklerini, kentlilik portrelerini işte böylesi kültür etkinlikleriyle kazanıyor, ancak bu yolla koyuyor ortaya. O halde yalnız İstanbul değil Ankara, İzmir, Antalya, Adana öteki kentlerimiz de insanlara onur duyma duygusu yaşatıyor böyle günlerde… Düşünce suçundan tutuklamalara, seri kadın cinayetlerine, çocuk sömürüsüne, şiddete, tacize, teröre vb. karşın, ama bunun ayırdında olarak kentlilik paydasında bir bilinçlilikle başınızı doğrultuyorsunuz yine de… “Oh!” diyorsunuz, “Yaşadığım kent, kültür kenti!” İstanbul, şimdilerde bu türde bir göğüs kabarıklığı yaşıyor, yaşatıyor… Elinde bilet, program, kitapçık salondan salona koşuyor birbirinin rüzgârını da arkasına alarak, birbiriyle yarışarak kentliler… Her alanda olduğu gibi sinema sanatı da artık büyüyüp genişleyen bir yayın dağarına sahip… Nitekim sinema salonları bile kitaplı insanlarla dolup boşalıyor… Bir soluk koyuveriyorsunuz “Hah işte, yaşayacağım kent böyle olmalı!” Önceleri Bilgi, Payel, Gerçek, Varlık, Afa, Hil, Doruk vb. az sayıda yayıneviyle sınırlı kalırdı sinema yayını. Günümüzde üniversitelerin ilgili bölümlerinin de desteğinde kimbilir kaç yayınevi, tarihle, monografiyle başlayıp okulları, kuşakları içine alan dönemsel, kuramsal, ansiklopedik, teknik, güncel temelde verimlenmiş pek çok sinema kitabına uzanarak sürdürüyor dağarını. SAYFA 20 ? 5 NİSAN İ 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1155