04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

la güam künün sayfartaya. ne de lüğünü lışma ? ama başımızı hafifçe yana eğerek bakmamıza olanak sağlamak. an ilişdüzeı. Yazı e düiklerieden lara gözüyle Lİ” öykühede . Fakat ında de düey anlıyor, düşünküyü n kâğırüyom gibi muhteykülerçıkar alım. eldi, isalım... yadığım muştu. nin biözgür oji gibi düalen düm Böcekısa aşladı. çabası rle de uyucuste edebirçeküsortaya ? bilinçden tücüüyorinden üst bir rçeklir ola “HİKÂYEYİ TRAJİKOMİK HALLER ÜZERİNDEN ANLATMAYI DENEDİM” Yeni kitabında kelime ve dil oyunları yapıyorsun? Hangi sebeplerden ötürü bu tekniğe başvurdun? Dilin ve en geniş anlamıyla yazılı sözün oynaklığı öteden beri ilgimi çekmiştir; dolayısıyla dilbilim ve fonetik gibi farklı disiplinleri içinde barındıran göstergebilim de. Aslında bu kelime ve dil oyunlarının Toplum Böceği’nin bütünüyle, yani toplumsal olarak kabul görmüş kuralları reddedip bunları altüst etmeye çalışan bireylerin yaşadıklarıyla uyumlu olduğu da düşünülebilir. Ne de olsa kelimeler, tıpkı Husserl’in belirttiği gibi geçmişten günümüze uzanan süreç içerisinde yüklendikleri anlam ve dilsel bağlantıları da sırtlamışlardır. Dil oyunlarına ek olarak alabildiğine trajikomik, ironik hikâyeler kotarmışsın! Örneğin “İş Mi Bu ŞiBuMi” ya da “Bir Ergenlik Dönemi Tragedyası”... Bir taraftan komik bir taraftan da sinir bozucu! Gelinen duruma bak hali... İlk andığım öyküde işkolikliğin getirdiği hal, diğer öyküde de babanın hırsları uğruna oğlunu kobay yapması... Ne dersin? Dozunda kullanılan bir mizahın, üzerinde gerçek anlamda düşünmemiz gereken konu ve kavramlarla boğuşmak için en iyi yöntemlerden biri olduğuna inanıyorum. Wittgenstein’ın da ciddi ve karmaşık felsefi kavramların şakalar kullanılarak aktarılabileceğini söylediğini biliyorum. Bu, üzerinde düşünüp geliştirmeye çalışacağım bir yöntem zira edebi bir metinden bahsediyorsak mizahla didaktikliğin arasındaki ince çizginin tutturulması çok önemli. Toplum Böceği’nde de bunu yapmaya çalıştım. Yani aslında alışkın olduğumuz durum ve halleri uç noktalara taşıyarak öyküyü, yaratılan trajikomik haller üzerinden anlatmayı denedim. Sahi başlarda gerçeküstücülük dedik ama, biraz da absürde kaçan yanları da var öykülerinin? Felsefede absürdizm, insanlığın hayata anlam verme çabalarının boşunalığını ortaya koyan bir düşünce akımı. İnsan yaptığı her şeyde bir anlam arar, bulamayacağını bilse dahi bu arayışına son ver(e)mez. Kitaptaki öykülerde de bu arayışın pençesinde didinip duran karakterlere rastlıyoruz. Örneğin “Bir İsyanın Anatomisi”nde bahsi geçen Adıyaman Zap Vakası’nın başkahramanı olan ve izlemekte olduğu kanaldan başka bir kanalda mutlaka daha iyi bir program olduğu sanrısına kapılan kadın, aslında kapıldığı psikozla hayatına anlam katacak bir arayış içinde olduğunu ve bu anlamı bulabilmek için televizyon programlarından medet umduğunu imliyor. Yahut “İş Mi Bu ŞiBuMi”nin işkolik karakterleri gündelik hayatlarından koparak anlamı fazla mesaide ve iş yerlerinde arıyor. Bu bağlamda elbette, öykülerde genel anlamda absürd hal ve durumlar söz konusu. Ve tabii “Toplum Böceği” öyküsü. Böceğe dönen insanın artık utanç kavramını da yok saymasına varan yolculuğuna tanık oluyoruz, katılır mısın? Yok saymak demeyelim de alaşağı etme girişimi diyelim. Çünkü “Toplum Böceği” öyküsünün anlatıcısının asıl amacı genelgeçer tüm kavramları yıkarak yepyeni bir gerçeklik inşa edebilmek. Bir önceki soruyla ilişkili olarak bu öyküdeki karakterin de kendisine dayatılan kavramları reddederek yeni bir anlam yaratmaya çabaladığı söylenebilir. Fakat her ne kadar yıkmaya çabalasa da utanç örneğinde olduğu gibi kendini bu kavramlarla yüz yüze buluverdiği durumlarla karşılaşıyor. Bu haliyle de Camus’nün ‘Sisifos Söyleni’nde absürd’ü tanımlamak için kullandığı ve tanrılar tarafından, hep yeniden yuvarlanacak olan taşı tepeye çıkarmakla cezalandırılan Sisifos’tan farkı kalmıyor. Örneğin tanrı olgusunu da sorgulaması gereken bu karakter, Yunan mitolojisinde olduğu gibi farklı farklı tanrılar ve kurallar silsilesi yaratarak kendini içinden çıkılması daha güç bir duruma sokuyor. Hasan Eken’den ‘Kardelen ve Mum’ Bilinene farklı bir bakış ve sonuç Hasan Eken, Kardelen ve Mum‘da koşulların altında ezilse de, tıpkı bir kardelen gibi sıyrılmayı başaran, bir mum gibi en azından çevresini ışıtan insanları anlatıyor. ? Korkut AKIN oğu ile Batı arasında, ekonomik ve toplumsal koşullar gözetilerek bir çizgi çekilse bu haritada görüldüğü gibi yatay değil, neredeyse dik, yokuş aşağı bir çizgi olur. Dünden bu güne kuşkusuz farklılıklar var, kuşkusuz değişimler yaşandı, kuşkusuz iyileşti hemen her şey. Ancak yine de o olumsuz koşullar aşılabilmiş değil. Hasan Eken, Kardelen ve Mum’da koşulların altında ezilse de, tıpkı bir kardelen gibi sıyrılmayı başaran, bir mum gibi en azından çevresini (ama unutulmamalıdır ki zifiri karanlıkta, biraz da gözleriniz alışmışsa mumun aydınlığı azımsanamaz; dilerseniz “Kardelen ve Mum”u okuduktan sonra bir kez daha düşünün bunu) ışıtan insanları anlatıyor. Bu, belki de bir bakış açısı. Yazar da benim gibi düşünmeyebilir. Hem zaten okuyanda bir “imaj” yaratan romanın, daha genel tanımıyla yazılı yapıtların asıl işlevi bu değil midir? Zorlu koşullar altında, kendiliğinden de olsa, bilinçsizce ama kararlı bir adım atılması –sonucu her ne olursa olsun kazanım değil midir, “böyle gelmiş böyle gider” mantığına bir isyan değil midir? Kaldı ki, kapak yazısı da “Mardin’in dağ köylerinden İzmir’e uzanan hüzün, hayal kırıklıkları ve umudun birbirine karıştığı farklı bir roman” nitelemesiyle başlıyor. BENZERSİZ ÖYKÜ… Bankacılıktan, finansal yaşamdan akademisyenliğe uzanan Hasan Eken, belli ki çok iyi bildiği yörede, ayrıntılarını araştırarak öğrendiği bir ailenin 1900’lü yılların ilk 3035 yılını anlatıyor. Farklı yaklaşımı ve akıcı diliyle okurda merak uyandırıyor. Sanki bugünlerde bir televizyon dizisinin girişinde de aktarılan öykü gibi bilinen, hep yaşanan, hep okunan veya izlenen bir olay örgüsü içersindeymiş gibi oluyorsunuz ama daha birkaç sayfa geçmeden bu arada bir kez daha belirtmekte yarar var, yazarın akıcı dili gerçekten sizi sarıp sarmaladığı için kendinizi kitabın yarısında buluyorsunuz anlıyorsunuz ki, bu anlatılan çok farklı bir hikâyedir. BELİRLEYİCİ OLAN… Hasan Eken, ilk romanı olmasına karşın, gerek anlatımı, gerek karakterleri ete kemiğe büründürmesi, mekân bütünlüğü sağlaması ve hepsinin üstünde güçlü betimlemeleriyle romanından el alıp söyleyelim “kardelen” gibi çıkan, “mum” gibi ışıtan bir güvenle çıkmış yola. Devrik cümleleri, “virgül”le bağlanan betimlemeleri farklı ve bana göre ger1 D çekten iyi bir tarz. Sürdürürse, ki sürdüreceğinin ipuçlarını satır aralarında veriyor, kendine özgü ve tutarlı bir dili olan bir yazar kazanmış olacak edebiyatımız. MERAK SONUÇ İLİŞKİSİ… Roman kahramanları, Heci Hesen’den Arıf’a, Letto’dan Meemud’da, Ferso’dan Ehmed’e… Albert’e kadar hepsi sanki bir senaryodan fırlamışçasına elle tutulur bir şekilde betimlenmiş. Hatta tüm romanı senaryolaştırmaya bile gerek duymaksızın filme çekebilecek kadar canlı bir betimlemeyle bezemiş yazar. İNSAN SARRAFI… Kahramanların karakterlerindeki farklılık, en çok Heci Hesen’de çıkıyor ortaya. Gördüğü, yaşayıp biriktirdiği deneyimin ışığında nerede nasıl davranacağını, insanlarla nasıl iletişim kuracağını biliyor. Evde, dükkânda takındığı tavrı her ne kadar Deırık’tekinden pek farklı olmasa da İzmir’de göremiyoruz… Herkese yukarıdan baksa da, İzmir’deki “paşa” seslenişi, bilgi birikiminin ve “insan sarrafı” olmasının sonucu olarak dikkat çekiyor. Yaşayan bir kahraman Heci Hesen ve öyle her yerde karşımıza çıkacak kadar da çok değil. Laf aramızda az da sayılmazlar… Romanın Mardin’den İzmir’e uzanan örgüsünde, okurun kendi imgeleminde yaşatacağı/ yaratacağı sonuç; piyango almış, loto oynamış birinin kurduğu hayallerle eşdeğer. Yazar okuru sadece kendi romanına çekmekle kalmıyor, daha da ileri götürüyor. BİLİNENE AÇILAN YENİ PENCERE Yazı dilinin farklılığıyla yetinmeyen yazar, okuru romanın içine daha bir çekebilmek, kendi kurduğu düşte bile olsa akışı belirleme özelliği taşımak için geri dönüşlere başvuruyor. Okur, dolayısıyla, sayfalara göz atıp geçemiyor, üzerine düşünmek zorunda kalıyor. Tabii, bu arada, okuduklarını unutmaması gerektiğini baştan siz de kabul etmelisiniz. Bilinene hangi açıdan bakarsanız farklılıkları görürsünüz? Hangi açıdan bakmanız yeni bir olguyu doğurur? Sıra, dile kolay geldiğince, ‘makus talihi’ diye baktığımız ‘ora’nın, karları delerek fışkıran ‘kardelen’lerine geldi demektir. Onlar ışıtacak çevreyi. Ne dersiniz, Hasan Eken, bilinen bir dünya yeni bir pencere açtığı Kardelen ve Mum’la, sizi de yeni romanını bekleyenler arasına katsın mı? Ne dersiniz? Umuyor ve bekliyoruz ki kendi dilini pekiştirmek için ikinci yapıtı tezgâhtadır Hasan Eken’in. ? Kardelen ve Mum/ Hasan Eken/ Postiga Yayınları/ 216 s. MART 2012 ? SAYFA 15 Öyküdeki “Benim için insanlar artık yalnızca içlerindeki o vahşi hayvanlar kadar gerçekti” cümlesi bir önceki sorumda anlatmak istediğimi anlatıyordur... Evet. Bu bahsi geçen vahşi hayvanlar anlatıcıya göre insanlara “sırtlarında biçimsiz bir kambur gibi taşıdıkları değer yargılarından sıyrılıp, doğru bildikleri her şeyi günbegün paramparça ederek yeni baştan inşa etmelerini” buyuruyor. Anlatıcı zihninde kurguladığı gerçekliğe kendini öyle kaptırmış durumdaki karşılaştığı insanların yüz ifadelerindeki küçük değişiklikleri bile bu vahşi hayvanların farkında olduklarını kendisine anlatma girişimi olarak değerlendirmeye başlıyor. ? Toplum Böceği/ Kerem Işık/ Yapı Kredi Yayınları/ 120 s. çeküsnan hanüş duyine armanu düuz eğiştirlara ve ndioyduabiliriz. ? Kerem Işık ikinci kitabında bize dünyanın kaç bucak olduğunu ileride daha da derinden derinden, kanırtarak, güldürerek, kızdırarak göstereceğinin işaretini veriyor. le 1150 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1150
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle