30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Mürselin Kurt itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] ROMANCILARIMIZ ARASINDA3 Romanların yaydığı barış, kardeşlik duygusu... HER ROMAN, YENİ BİR EVREN KURAR... Abla Sumru’nun özöyküsel anlatısıyla kurulan roman, bacağını kıran Mutlu’nun hastaneye yatırılmasıyla açılıyor. Ancak yapıt, iki yıl önce yaşananların anlatıcı tarafından “çok sonra” (120) anımsanışı biçiminde geliyor okurun önüne… Anne de hasta babayla ilgilenmek zorunda olduğundan Sumru, oğluyla kocası Hakan’ı üstelik tatil köşesinde yalnız bırakarak kız kardeşi Mutlu için, refakatçi kalmak üzere Muğla’ya gelmiştir. Kolayca kestirilebileceği gibi Sumru’nun özöyküsel anlatısı, bizi bir aile tarihinin derinliklerine götürürken toplumsal kültürün bütün katmanlarıyla da yüzleştiriyor aynı zamanda. Bu yolla Muğla özelinde Batı’ya örgülenmiş bir kültürün simgesi Mutlu ile Doğulu kültürün simgesi Muşlu koca Sedat ikilisinin girişmesine tanıklık yapıyoruz. Sözgelimi Sedat’ın, “Muş’tum, evlendim muşmulaya döndüm” (13) deyişi ile annesinin Mutlu’ya, “Hadi evlendin karıştın elin Kürdüne, bari akıllı ol da paranı yedirme” (31) seslenişi birbirini bütünleyen bir yaklaşımın ipuçlarını veriyor. Sonuçta Mutlu, “uğruna ölünecek bir erkek” (41), “bir Kürt sev(miş)” (121), bu yüzden de başı beladan bir türlü kurtulamamıştır. Bu arada Sedat’ın erkek rol modeli olarak kendi oğluyla kızında bir şiddete taparlık duygusu uyandırması, ötesinde ensest eğilimi beslemesi üzerinde de durulabilir. (26, 27, 78 vb.) Mürselin Kurt’un bu çok başarılı işlevsel ayrıntı, yan anlam, gönderge vurgularının altını çizmeyi gerekli görüyorum. Mesleği psikologluk olan anlatıcı abla, yaklaşımıyla toplum tahlilcisi konumu yansıtırken bu yönde taşıdığı savdan ötürü değil kardeşinin yanına refakatçi olarak katıldığı andan itibaren kendine, ailesine dönük ilmekler atarak geliştirdiği bir çözümlemeler dizisi sergileyerek yapıp başarıyor bunu. Basit kaza görüntüsünün altından, anlatıcının kendi iç dünyasının da kışkırtısıyla çokkültürlülük, çoksesli olamamak, kadın olgusuna bakış vb. pek çok sorunsalla içlidışlı kalıyor, şaşkınlık yaşıyoruz. Bu arada anlatıcının karşılaştırmalara giderken kız kardeşinin kocasıyla kendi kocası arasında ulaştığı, “aynı koşullarda yitişmiş olsalar Hakan’la Sedat’ın pek farklı olmayabil(eceği)” (75) yönündeki yargısı olanca ilginçliğiyle duruyor önümüzde. Sumru’ya göre “fark yalnız derecede”dir… Çünkü erkekler, “bilinçaltında kadının erkeğe hizmet etmek üzere yaratıldığına dair bir inanç taşı(maktadır)…” (76) O halde kadınlar, kendilerini ortak yaşam yazgısına koşullandıran toplumsal, bireysel yarılmanın tutsağı konumuyla çıkıyor karşımıza. Tam bu noktada bir uzun atlamayla, üstelik bizimle ilgisi olmayan bir başka topluma, bu toplumda üretilen başka bir romana, J.M.Coet2012 zee’nin Yavaş Adam’ına (Çev.: Dost Körpe, Can, 2006) geçmek istiyorum… YAZARLARIN ROMANLA SIRTLANDIĞI... Coetzee, trafik kazası sonrasında bir bacağı kesildiği için yatağa çakılmak zorunda kalan, ileri yaşta “nitelikli” yalnız adam Paul Rayment’i anlatıyor yapıtında bize. Paul eve çıktıktan sonra ilk bakıcısıyla yapamaz ama “Hırvat kökenli”, “[v]atanından on iki yıl önce ayrılmış”, “Almanya’da, …eğitim görmüş; Avustralya’ya geldikten sonra da … çalışma sertifikası almış”, “’ekstra para’ için” ayrıca “özel bakıcılık dışında temizlikçilik de yap(an)”(29) Marijana Jokic’e yakınlık duyar. Marijana, yaşamın bütün bütüne kapanmadığını Paul’e göstermeye girişirken yazar bu “yavaş adam” aracılığıyla bir kültürlerarasılık, çokkültürlülük sorunsalı yumağından da içeri adım atıyor aynı zamanda. Göçerlikyerleşiklik çaprazında bunları sorgulamanın da önü açılıyor kendiliğinden… Mürselin Kurt’ta da bunların benzeri izlekle karşılaşıyoruz… Bu olgu, roman yazarlarının, yaşadıkları toplumun sorunlarını nasıl sırtlandığını göstermekle kalmıyor, dünyanın farklı yerlerine dağılsa da birbirini tanımayan pek çok yazarın benzer, bağdaşık, ilişkili olgular nedeniyle, kendi yaşam dilimleri içine yığılıp biriken insanlığın bu sorunlarına bakarak neredeyse ortak bilinç yönünde tepki verip üretime girdiklerini de kanıtlıyor. Paul’ün “Marijana’ya karşı beslediği hafif ilgi, sadece meraktan ibaret olan bir ilgi, kitap temizliği gününde başka bir şeye dönüşü(r).” (51) Ama roman, sonrasında okuru çok başka yerlere taşıyacaktır. Mürselin Kurt da Akvaryumda Ölü Bir Balık’ta Muğlalı Mutlu ile Muşlu Sedat’ın ilişkilenişinden kalkarak anlatıcı Sumru aracılığıyla insanlığın önündeki bu sorunu deşiyor düşünce gelgitleri arasında. Coetzee’de “öteki” Marijana’dır, Kurt’ta Sedat. Ama erkek karakterler, eril erke dayalı tutumlarında ortaklık sergiler yine de. Böylelikle geniş yelpazede farklı değerlerin yerleştiği köşelere savruluruz iki roman aracılığıyla. İLKİNDEN İKİNCİSİNE ROMANI ÖTELERE TAŞIMAK... Gözünüzü kısıp da baktığınızda Mürselin Kurt’un bu ikinci romanında, Adımdan Önce’nin arkasını getirdiği gibi bir izlenime ulaşabilirsiniz. Orada iki kız kardeşti; yoksul koşullarda kendi kişiliklerini koymak, korumak türünde kaygılarla yol alıyorlardı, yaş ilerledikçe bu, aynı zamanda gelecek düşüncesinin ağır bastığı bir bunalıma dönüşüyordu. Birbirine bitiştirerek boşluklarını kapattığı tümceleriyle, serüven romanı havasındaki çatısıyla göz açıp kapayana dek okutuyor yapıtını Mürselin Kurt. Nitekim Akvaryumda Ölü Bir Balık’ta bu bağlamda gelişmesini katlamış, ileriye dönük umutları pekiştirmiş görünüyor. Anlatıdaki ustalıklı zincirleme geçişler, roman evrenine yayılan karakterlere dönük geliştirimler enikonu yol almış bir roman yazarının rahatlığını K adın yazarların, dizgeli biçimde erkek şiddetini sergileyişinin hepimiz için taşıdığı anlamı varın bir düşünün… Mürselin Kurt, buna eklemlenen son kadın yazar değil üstelik ama gelin önce romandan içeri adım atalım… İki haftada dört kadın yazarımızı karşıladım ilk romanlarıyla… Sırada bir kadın yazarımız daha var: Mürselin Kurt. Bir yazımda Kurt’un ilk romanı üzerinde durmuştum: Adımdan Önce (Siyah Beyaz, 2009). Bu kez ikinci romanı üzerinde yoğunlaşacağım: Akvaryumda Ölü Bir Balık (Ayrıntı, 2012). Ancak ilk romanlara aralıklarla yer açmayı sürdüreceğim… Bir yazarın yapıtlarına, süreğen bütünlükle yaklaşmak ayrı önem taşıyor. Öyle ya Kurt, roman yazarlığında ilkinden ikinciye nasıl bir eğri çizip de ulaştı acaba? Mürselin Kurt, “Romancılarımız Arasında” dizisinde romanlarına değindiğim beşinci kadın. İlk dördünde gözlediğim kadına yönelik erkek şiddetine yer açma tutumu Akvaryumda Ölü Bir Balık’ta da göze çarpıyor. Erkek karakter, tek sözcükle şiddetin kendisi. Örneğin eşinin başını klozete bastırabiliyor… Önceki dört romanda da erkek şiddetinin yoğun örnekleriyle karşılaşıyoruz. Sözgelimi Zerrin Soysal’ın Yedi Gün Duası’nda (Yitik Ülke, 2011) erkek karakter âşık olduğu eşinin gözlerine bakarak uduyla şarkı söylüyor, sonrasında bir güzel dövüyor kadını. Ayten Kaya Görgün’ün Arıza Babaların Çatlak Kızları’nda (Ayrıntı, 2011) erkek karakter, sevişmek amacıyla parkta makiliğe ittiği sevgilisinin başını yere sürtüp, oradaki insan dışkısına bulaştırıyor sonra o halde bırakarak terk ediyor onu… Söylemek gereksiz; tüm kadınlar büyük aşkla bağlı oysa erkeklerine… Saime Bircan’ın Beyaz Üşüme’sinde (Şenocak, 2011) erkek karakter, karısıyla evliliğini sürdürürken önce başka erkekle birlikte oluyor, derken sonunda başka kadın için onunla birlikte kızını da terk ediyor. Deniz Gezgin’in Ahraz’ında (Sel, 2012) bu kez hem de Batı’da bir kıyı kasabasında erkeklerin sergilediği vandallıkla, kadına yönelik şiddetle karşılaşıyoruz… Kadın yazarların, dizgeli biçimde erkek şiddetini sergileyişinin hepimiz için taşıdığı anlamı varın siz düşünün… Mürselin Kurt, buna eklemlenen son kadın yazar değil üstelik ama gelin önce romandan içeri adım atalım… SAYFA 22 ? 20 ARALIK sergiliyor denebilir. Bunlar hem romandaki soyutlayım, dönüştürüm düzeyini yükseltiyor hem de okuma dinamiğine farklı ivme kazandırıyor. Yazarın romanda, pek çok gizi içinde tutarak yan anlamlardan ayrıntılara yaptığı göndermeler, ayrıntılardan kalkarak sıçramalarla geçtiği yan anlam öbekleri, yapıttaki başarı düzeyini yükseltiyor… Bu arada yazarın gerektiğinde, işlevsel temelde “bir çal” (27) yerel Muğla ağzını kullanışı da hoş tatlar bırakıyor. Muğla’dan kalkılarak kent toplumbilimi, ekini odağında sorunla ilgilenenlerin de mutlaka okumaları gereken bir roman bu. “Dünya üzerinde kendi eliyle yersiz yurtsuz kalan iki yerli halk vardı(r Sumru’nun babasına) göre: Birincisi Filistin halkı diğeri Ege’nin yerli halkı.” (81) Bütün bunlara ülkenin kırılgan etnik yapısı, kızların baba evlerinden çıkışıyla yaşadığı derin sahipsizlik gibi sorunlar da ekleniyor. Sözgelimi Sumru, “Gerçek şu ki Muğla’ya sonradan gelip yerleştikleri için istilacı, Mutlu’yu bizden çaldıkları için hırsız, bize benzemedikleri için vahşi görüyorduk onları” (108) diye usundan geçirirken kendimizle yüzleşmenin de önünü açıyor böylece… Yazar, anlatıcı Sumru karakterini, kardeşine, ailesine, ötesinde herkese ayırdında olmadan meslek insanı gibi bakan yanıyla doğrusu çok iyi yapılandırıyor. Onca acılı, dramatik burkuntuya karşın Mürselin Kurt, hiçbir evresinde romanı melodrama dönüştürmüyor. Bu çerçevede Sumru’nun öznel bakışını kavrarken hemşire kardeş Mutlu’nun da öznel bakışını algılayabiliyoruz. Kurt bize, Mutlu’yu karakter olarak insanın içine işleyen ruhsal derinliğiyle aktarma başarısı gösteriyor böylece. Ancak şunu da eklemek zorundayız: Yazar, asıl parıltılı başarısını anlatıcı Sumru’nun yaşadıkları ardından kendini sorgulayışında koyuyor ortaya. Bu arada Kurt, bu ikinci romanında dramatik bütünlüğü olsa da epik biçeme yatkın sorgulayıcı bir yapı getiriyor önümüze. Üstelik onca sıkı artalanına karşın deneme havasından alabildiğine uzak durmayı da başarıyor. Bu başarıların yanında roman evreni göz önüne alındığında gerçektenlik duygusunu tırmalayıcı iki yan çıkıyor karşımıza: 1. Ayrıntılar üzerinde titizlikle duran Sumru, Mutlu’nun bıraktığı mektubu, “hastane için gerekli öteberiyi koyduğu” küçük sırt çantasında, nasıl olur da “çok sonra Ankara’da” (121) bulur pek inandırıcı görünmüyor. 2. Okumaya düşkün Sumru’nun Rousseau’nun İtiraflar’ını oku(ya)mamış olması doğaldır kuşkusuz ancak sanata düşkün olmakla birlikte eleştirilerini sezgileriyle, yaşamışlığıyla, bunlardan damıttığı duyarlıkla dillendiren, üstelik okuma eylemi süreğenlik göstermeyen Mutlu’nun bunu okuması da (90, 115) pek inandırıcı görünmüyor. Hayır, bunlar gündelik yaşam içinde olmaz değil, ne var ki sanatsal gerçeklik açısından yazarın getirdiği roman evreni dikkate alındığında bu iki durum kilitlenmeye yol açıyor enikonu ancak bunların, yapıtın bütünü içinde yine de önemli bir zedelenmeye yol açmadığını ekleyeyim… Mürselin Kurt, ilgiyi hak eden yeni bir romancımız… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1192
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle