06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Corrado Alvaro’dan ‘Türkiye’ye Yolculuk’ Bir yolculuktan izlenimler “Türkiye’ye Yolculuk” İtalyan yazar ve şairi Corrado Alvaro’nun 1931 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyaretinden edindiği izlenimleri, hem bir yazarın gözlem gücü hem de bir şairin inceliğiyle anlatmakta. Yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nde gerek günlük yaşamın ahengini gerekse modern bir toplum inşa etmek için hedeflenen “yeni insan”ı yaratmada cumhuriyet devrimlerinin ve onun öncüsü Atatürk’ün etkisini bir yabancının gözüyle aktarmakta. Gezisine İstanbul’dan başlayarak Ankara, Eskişehir, Konya, Kayseri gibi önemli şehirleri ziyaret eden Alvaro, buralardaki insan profilini, doğayı, bunların birbirleriyle etkileşimini akıcı bir üslupla anlatırken, diğer yandan da “Bir Devlet Adamının Laboratuarında” gördüklerini yorumluyor. Cumhuriyetin ilk yıllarını anlatan anı eserlerinden edebi yanıyla ayrılan “Türkiye’ye Yolculuk”, o döneme yeni bir kapı aralıyor. ? Prof. Dr. Necdet ADABAĞ orrado Alvaro 1931’de Türkiye’ye bir yolculuk yapar ve izlenimlerini Türkiye’ye Yolculuk adlı kitabında toplar.Türkiye’ye Yolculuk 17 bölümden oluşmuştur. Bugün burada kitabın Türkiye’yi ilgilendiren bölümlerinden söz edeceğiz. Geride Kıbrıs,Atina gibi bölümler kalıyor. Bu tür yolculuklar bir düşü gerçekleştirmek gibidir sanki. Kendi ülkenizle ilgili olabileceği gibi yabancı ülkelerle de ilgili olabilir bu düş. İlginç olan gerçekle karşı karşıya kaldığınızda düşünüzde yaşadıklarınızı yaşayıp yaşamadığınıza bakmaktır. Büyük bir düş kırklığı yaşayabilirsiniz. Ya da beklediğinizin ötesinde yetkin tablolarla karşılaştığınızda bu kez de keyif alırsınız. Alvaro düş kırıklığına mı uğradı yoksa keyif mi aldı göreceğiz ama sanat çizgisinin gereği olarak gördüklerinden, düşlerine karşın, yeni bir gerçek yaratmak çabasında olmamış, gerçeği bütünselliğinde kucaklayarak bütünselliğin ürünü olan özü dışa vurmayı başarmış, gerçekliğin mutlak ve sahici anlamını yakalamıştır. Bir başka deyişle, ideolojisine ya da yaşam tarzına dayalı olarak gerçeğe yeni bir yorum getirmemiş, yeni bir gerçeklik yaratmamıştır. Gördüğü her şeyi düşündekine benzetme hevesi içinde de olmamıştır. Bu nedenle sık sık karşılaştığı eskil dünyadan kalanlara karşın çağdaş dünyayı,o somut,elle tutulur dünyayı, bu artık düş olmuş dünyanın üzerine kurgulamak gibi bir çaba içinde olmamıştır. Öte yandan Alvaro Türkiye’ye önyargısız yaklaşmıştır. Alvaro’nun Türkiye’ye yolculuğunu, yorum bağlamında, böyle bir altyapı üzerine oturtmak olanaklı. Alvaro, Akdenizlilerin “insanlığın bir tek yurdu olarak Akdeniz’i” bildiklerini söyler. İstanbul’a geldiğinde o çok seslilikten ürkmez, tam tersine keyif alır ve o seslerin yansıtıldığı bir “senfoni” niçin yapılmaz diye yakınır. Bugünlere gelebilmiş olsaydı, Fazıl Say’ın o senfoniyi yapmış olduğunu görürdü. Ne ki her şey Alvaro’ya göre çok ilkel. Sokak satıcılarının yoksullukları içini karartmış. Türk insanının yüz yıldan beri savaştığını söyleyen Alvaro gönlünün varsıl olduğunu, alçakgönüllü ve güçlü kimseler olduğunun altını çizer.Yemek yiyişlerinSAYFA 6 ? 8 ARALIK C de de çok ölçülü olduklarını, İtalyanların yemek açlığından utanç duyduğunu belirtir.Türk halkının o yoksulluğuna karşın gözlerinde mutsuzluğun işareti olabilecek bir düşünce kırıntısına rastlamadığını belirtirken insanlara acıma duygusuyla değil, tam tersine imrenerek baktığını anıştırır. Eleştirdiği şey; insanların çok hızlı araba kullanmaları olmuştur. Şimdileri görse ne derdi acaba? İstanbul’un bu karmaşası içinde kaldırımlardan yayaları çiğneyerek giden şoförlere ne ad takardı acaba? Alvaro, Türk insanının biçimci olduğunu söyler. Her şeyin bir çay, kahve muhabbetiyle başladığını söylerken Doğulu yapısına işaret eder. İSTANBUL’UN ÇEKİCİ YANLARI İstanbul’un Yeni Roma en dikkat çeken yanı camileridir. Camilerin betimi ilginçtir: “Ortadaki büyük kubbe önünde secdeye giden insanlara benzeyen küçük kubbeleriyle, gri taştan yapılmış hayaletlere benzer” der. Gri renginin herşeye egemen olduğunu söyler. “İstanbul’da kutsal mekânlar öne çıkıyor ve güvenli duruyorlardı.” Alvaro, Roma’nın da böyle olduğunu, bir yandan eski Roma’nın yıkıntılarının varlığı, öte yandan zafer kazanmış dinin ilk kiliseleri. Şimdi Costantinapoli de böyle. En çarpıcı vurgusu İstanbul’un Alvaro, Türkiye’deki yolculuğu sırasında gördüklerine önyargısız yaklaşmıştır. yeşiline ilişkin olandır: “İstanbul’un minareleri bu ağaçsız toprakların görülebilen ağaçlarıdır.” Ne ki Türk insanı “haçlı kiliselerle camilerin birlikte yükselmesine ses çıkarmamıştır”. Türk insanı Batı Kilisesi’nin milliyetçi söylemlerle parçalandığını gördü. Fransa’dan kovulmuş papazların Türk çocuklarına milliyetçiliği öğrettiklerini; İtalya’dan kovulanların da burada İtalyan Birliği’nden duydukları rahatsızlıkları anlatmayı sürdürdüler. İstanbul “resimli taş doğuran” bir . “Türk insanı resimli sanatlarkenttir. dan ürküntü duyuyordu. Türkler Costantinapoli’yi zamana sığmayan bir kent yapmışlardır” derken günün birinde evrensel bir kimliğe kavuşacağını dile getirmektedir. Alvaro’ya göre Türkiye’de o yıllardan başlayarak camiler, dervişler, medreseler devri bitmiştir artık. Camiler şimdiden müzelerin yalnızlıklarını yaşamaya başlamışlardır. Mezar taşları üzerindeki sarık ve fesler artık tarihe karışmıştır. Cumhuriyet Türkiyesi’nde sarık ve fes yasaklanmış, onun yerini şapka almıştır. Alvaro’nun saptaması şudur: “Eğer Türkler elli yıllık bir barış dönemi yaşarlarsa devrimlerin kalıcılığını sağlayabilirler”. “Yüz yıl süren savaşlar, eski rejimin bitmez tükenmez askere alma işlemleri şu anda ulusu sıkıntıya sokan ve Atatürk’ün şiddetle karşı koyduğu olumsuzlukların nedenidir. Savaşlar sürdükçe toplumsal katmanlar kendilerine gelemediler ve kalkınamadılar. Sınırları Adriyatik’e ve daha aşağılara Cebelitarık’a ulaşan o büyük Türk İmparatorluğu savaşlardan ötürü gençleri tarlalardaki uğraşlarından,işlerinden güçlerinden koparıp askere aldı ve Libya’da, Bosna’da dönüşü olmayan bir yola soktu. Ardından her dalda bir beceriksizlik başladı; beceriksizdiler, demek istemiyorum; ortaya emek koymakta yetersizdiler; sivil yaşamın beklentilerini kestiremiyorlardı”. Ankara’ya yolculuk Orta Anadolu’nun bozkırında başlar. O bozkırın ortasında Mustafa Kemal’in Avrupalı ve yerel, akılcı ve düşsel hükümdarlığı vardır. Eğer Kemal kendi kişiliğini yansıtmasını istediği bir kent kurmak sevdasında olsaydı, bundan daha anlamlı bir şey yapamazdı. Mustafa Kemal, çağcıl dünyada beyaz bir sayfa karşısındaymış gibi, yapıtının önünde duran tek yasa koyucudur; katışıksız siyasa yapabilen tek kişidir. Kemal, çölün ortasında yalnızdır. Kemal hem yerel hem de evrensel bir kişiliktir. Bu bağlamda Kemal imgesi İslam geleneğinin çok da dışında değildir; onun İslamlığı kendini yenileyen bir İslamlıktır; ondaki bir tek çizgi bile ırkının, en olumlu anlamda, özgün içgüdüsüne ihanet etmemiştir. Kanıt olarak, dünya diktatör zulmü altındayken kendisinin liberaldemokrat bir parti kurmuş olmasını gösterebiliriz, diyor Alvaro. Harf ve KılıkKıyafet Devrimi, Alvaro’nun gözünde gerçekten bir devrimdir. Öncüsü yoktur. Edebiyat ve sanattaki yenilikler devrimin işlevine incelik katmıştır. Ona göre “Türkler antik ruhlu insanlar ama kaba ve ilkel değiller. Toplumsal ve hiyerarşik düzene alışık; demokratik ve ataerkil; baskı altında ve düzeni seven, ne ki köle ruhlu değil; halk adamı gibi insan canlısı. Fukaralağına karşın gururlu. Parayı yazgılı insanlara verilen bir nimet olarak görmüş ama fukaralıklarının ezici ağırlığını duyumsamamış;varsıllıkları kıskanmamıştır”. Alvaro, Etrüsklerin Anadolu’dan gittikleri yönünde ortaya atılan varsayımları doğrular biçimde kırsal kesimdeki gömüt taşlarının Cerveteri’deki Etrüsk gömüt taşlarını çağrıştırdığını söyler. Ben de bu yaz Volterra’daki Etrüsk müzesini görmeye gittim. Gömüt taşları arasında ben de benzerlikler saptadım. YAPISI BOZULMAMIŞ HALK Alvaro bir son değerlendirme olarak Fransız gezgin Manetti’nin değerlendirmesine karşı çıkar. “Manetti,Türkiye’nin ilkin gerikalmış bir ülke olduğuna inanır. Ardından bir uygarlığa ulaşma çabası içinde olduğunu ve söz konusu uygarlığın belli belirsiz bir demokrat Avrupalılıkla ete kemiğe büründüğünü söyler ve sanki bugün bir tek Avrupalılık varmış gibi ve Avrupa, uygarlığın yeni yüzünü oluşturan o yerelciliklerin bütünü değilmiş gibi bakar. Bu, Fransız gezginlerinin tümünün düştüğü ortak bir yanılgıdır. Bu yanılgıdan kalkarak olgunlaşmamış halklar karşısında duyulan üstün güven, gizlenmeye çalışılmış bir üstünlük duygusu, daha da kötüsü, yaşından beklenmeyen canlılığa sahip bir çocuğa övgü yağdıran birinin duyduğu şaşkın bir keyifle, devrimi, yeniden doğuşu ve Türk halkını değerlendirirler. Oysa Türk halkının, geçirdiği en kötü karışıklıklar, iktidarların sorumsuzluğu, saraylıların yozluğu, derebeylik dizgesinin çekilmezliğine karşın halkçı yapısı bozulmadan kalmış bir halktır”. Son söz Mustafa Kemal ile ilgili: “Kemal yozluğa neden oldukları ve çağcıl uluslarda devlete düşen görevleri yapmaya ve devletin işlevini üstlenmeye kalktıkları için tarikatları dağıttı. Onun laik devlet anlayışı Fransız Devrimi’nden çıkanlara benzer bir laik devlet anlayışı değildir. Onunki, dinin, bir din devleti oluşturmak adına yasama erkini ele geçirmek gibi bir sevdasının olmadığı bir devlet anlayışıdır. O dinsellikten uzak, dinselliğin bulaşmadığı bir sivil toplum yaratmak çabası içindeydi ve dinin bir vicdan meselesi olduğu yönünde inancı tamdı”. Çok doğru bir saptama. Bugün de Avrupalılar Atatürk’ün laikliğini “katı” olarak görüyorlar. Bir başka yazımda (Cumhuriyet) belirttiğim gibi umarım bir gün Atatürk’ün laikliğine gereksinim duymazlar. ? Türkiye’ye Yolculuk/ Corrado Alvaro/ Literatür Yayınları/ 116 s. 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1138 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle