06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K imi öykücüler, ödül, tanıtım, değini, söyleşi gibi yazınsal açıdan değerli dayanakların, bunun ötesinde magazin dergileri, kitle iletişim araçları vb. öğelerin desteğiyle hatta güncellik, imza, fısıltı vb. katkılar da alarak söz ettirebiliyor kendisinden… Kimi öykücüler ise gereğince üzerinde durulmadan kalıyor öyle… Bir iki öykü kitabı yayımlasalar da adları belki lütfen anılıyor… Sönüyorlar mı zamanla; bu da anlaşılamıyor… Kitapları da donuyor bu arada. Anlak şu soruyu üretmeden duramıyor: Öykücü olarak ünlenmiş yazarla adı pek anılmayan öykücüyü, birbirinden ayırabilmek için elimizde yeterli ölçüt var itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Resmi bir öykü paradigması mı var? mek, kurguya dayalı bütünlemek yönünde sergilediği arayışçı yaklaşımla dikkati çekiyor. Fatih Özgüven’in özellikle yöneldiği bir izlek, ötekilerin yanında öne çıkıyor sanki. Yazar, bireyle çevresindeki her öğeye karşı arasında oluşan kopukluğu ya da duvarın yol açtığı ayrılığı pek çok öyküsünde ana sorunsal olarak alıyor. Bu çerçevede canlıcansız nesneler, zaman vb. ile yaşanan ayrışmanın, kopuşun kırılgan düzlemleri, öğeleri kişilerdeki yabancılaşmayı ele veriyor. Sürekli yazma sıkıntısı içinde boğuşan, koşullarından dert yanan, yakıştırdığı yazarlık konumuna varamadığını düşünen bir anlatıcı da eşlik ediyor öykülerde kimileyin bize… Sonra rüyalar, arada karabasanlar kuşatıyor kişileri. Taşradan İstanbul’a, oradan Avrupa’ya, Amerika’ya uzanan bu öykülerde kültürler arası katmanlar da apayrı renk katıyor anlatıya. Bu kültürler arası etkileşim, bir belgesel tadının su yüzüne çıkmasına da yol açıyor ayrıca. Sisler ardında görünen sağlam dokulu öykü evreni, ne yazık ki dilde, en azından başlangıçta düzeyini belirleyememenin sıkıntılarını yansıtıyor. Bana göre en zayıf yanı öykülerin dilde çıkıyor ortaya. Yer yer kısa tümcelere dayalı yalın, içli dışlı anlatımın yanında, belirli uzaklığı sürekli koruyan düz, olağan öyküler verimleyen bir yazar izlenimi bırakıyor Fatih Özgüven. Farklı bir sokak yansıtımıyla karılmış entelektüel bir dil denebilir buna. Görmezden gelinemez elbette bu; ne ki anlatım düzeyce yükselemiyor bir türlü. Neden? Çünkü dilsel tutumunda yazar, bir iletişim, kullanım diline kayarken alımlamalık dilin sınırları dışına yuvarlanıyor sürekli. Tıpkı Türkçeyi, ağızla kullananların sergileyebileceği bir tiyatro oyunundan yansıyan, dili sanatlı olmaktan çıkarıp bir iletişim diline indirgeyen tutumda gözlendiği üzere… Bu öykülerde yazar bilinçli bir yeğleyişle, Türkçenin gelişim düzeyinin günümüzdeki ardılı olmadığı izlenimi uyandırıyor insanda. İyi ama öyküler sokaktaki insanları anlatsa da böyle bir dile yaslandığında okunup benimseneceği düşünülmemeli hemence. Tıpkı kimi popüler ya da sanatsal filmlerin izlenişiyle ilgili ortaya çıkan seyirci tablosunda gözlendiği üzere… Böyle olunca “iki hanımdan bir tanesi” (Hiç Niyetim Yoktu, 38) gibisinden söyleyişlere bile rastlanabiliyor öykülerde. Dilsel tutumuna uzak duruşum, yazarın arı Türkçe kullanmayışından kaynaklanmıyor, bunu özellikle vurgulamak isterim. Sorun, temelde alımlamalık dile dayalı yapılandırılması gereken öykünün, iletişim temelli, kullanımlık dile yaslandırılması, yazarı, bir ölçüde çok farklı yerlere savuruyor. Ama yazar bunu göremiyor yazık ki… Böylesi olumsuzluklara karşın yine de bu öykülerin, bir sinemacının değil, yazıncının öyküleri olduğunu belirtmeden geçmeyeyim… Ancak üçüncü öykü kitabında belirgin bir yükseliş sergiliyor yazar. Geliştirdiği imgeleme kadar, dili işleyişte, anlatımı kıvamlandırmada öyküsünü daha yukarı çıkarıyor bu getirdikleriyle. Bütün bunlar ortada duruyor ama, biz Fatih Özgüven’in öyküleri karşısında, yine de sanki bunlar hiç yayımlanmamış, kitapçı sergenlerinde hiç yer almamış gibi davranabiliyoruz. Sorun da burada… Bu sessizlikle karşılayış nereden kaynaklanıyor? Resmi bir öykü paradigması var da, o mu dayatıyor bunu? Yoksa bizler, küresel çürümenin maşalığına mı soyunuyoruz hep birlikte okur olarak? ? K mı? Kimi ölçütler dikkate alındığında kabaca denebilir ki, geçerlikteki öykü paradigmasına bakarak kimi öykücülerin öne çıkarılıp kimilerinin anılmadan geçiştirilmesinde haklılık payı bulunabilir… Öykü türünün dışında öteki türlerin sanatçıları için de uygulanabilir kuşkusuz bu. Öykücü öznesi kaldırılıp yerine romancı, tiyatrocu, müzisyen, ressam da konabilir… Peki, herhangi öykücünün öne çıkarılışında ya da sessizlikle karşılanışında haklılık payı bulunduğu ileri sürülürken yaslanılan paradigma, bu konuda üretilebilecek her sorunun yanıtını verebilecek yeterlikte midir? Sonuçta kararın zamana bırakılması, öykücülerin yaşamdan kopup gitmelerini, ürünleriyle bu evrene serptikleri tohumların nice sonra da olsa bambaşka zamanlarda, kişilerde yeşerip gövermesini beklemek gerekmeyecek midir? Hüner öykücüde olsa da bunun göstereni bağlamında öykünün, tıpkı savrulmuş bir tohum gibi yaşamını kar altında da sürdürmeye aday yapıt olarak zamana karşı direnişine, yılları aşarak ne kadar yaşayacağına bakmak gerekmez mi? Yazarı ister ünlenmiş ister suskunlukla karşılanmış olsun tüm öyküler, kar altında geçirilen bu yeraltı yürüyüşünde eşit koşullara sahip… Çok sonra okullar aracılığıyla resmi katkı sağlansa ya da yasaklanıp baskılansa da sanat ürünlerinin kalıcılığını etkileyip belirleyen bu tür ilineksel nedenler değil, onların yüzyıllara dayalı yürüyüşleri olmalı… Peki, öyküler, yeraltında yürüyüşlerini sürdürebilir mi? ÖYKÜNÜN EŞİT KOŞULLARDAKİ BÜYÜK YOLCULUĞU... Yazarlar yaşamdayken öykülerin yolculuğu belki eşitliksizliğe dayalı ama öldükten sonra, bilinmez zamanlara terk edilen yeraltı yolculuğunda öyküler eşitlenebiliyor pekâlâ. Bu olgu temele alındığında öykülerin alayişle ya da sessizlikle karşılanması arasında artık fark kalmayacaktır. Bir karşılaştırma niyetinde değilsem de bu çerçevede pek çok ödüle değer görülen, haklı olarak adından söz edilen Behçet Çelik’in öyküleri ile üzerinde pek durulmayan Fatih Özgüven’in öyküleri konu yapılabilir gibi geliyor bana. Bir kez daha söyleyeyim; karşılaştırmaya girişecek değilim iki yazarın öykülerini, söylemeye çalıştığım yazarlara gösterilen ilginin de ilgisizliğin de aynı kapıya çıktığı, bunların, ancak SAYFA 22 ? 8 ARALIK kimilerince böyle değerlendirildiği… Göstermeye çabaladığım ise verimlenen öykülerin asıl yolculuklarına, Tanrı gecinden versin, yazarları yaşamdan ayrıldıktan yani öyküler yeraltına indikten sonra başlayacağı… Bu hafta, öyküleri bana göre sessizlikle karşılanan Fatih Özgüven’in, ocakta bir hafta da öyküleri büyük ilgiyle karşılanan, öykü okurunun yaygın beğenisini kazanan Behçet Çelik’in bütün öyküleri üzerinde duracağım bu nedenle. Amacım suskunlukla veya alayıvala ile karşılanışın yazarları etkilememesi, bunun verimleyiş açısından niteliksel hiçbir yan taşımayacağı, saltık olarak hep ilineksel kalacağını tartışmak biraz da… Ama yazarların bu tutum, davranış karşısında en azından geçici süre için bir bocalama yaşamayacağı öne sürülebilir mi? Büyük ilgi derleyen öykücünün, yoluna devam ederken üzerinde baskı duymaması olası mı? Aynı şekilde sürekli sessizlikle karşılanan bir öykücü, verim dinamiğini diri tutabilir mi gereğince? O halde bir öykücü ne ilgiye sevinmeli ne de ilgisizliğe yerinmeli… Her öykücü için biricik temel gerçek, kendi öykülerinde neyi nereden nereye getirebildiği, çıtayı hangi yüksekliğe çıkarabildiği… Bunun ölçümü ise zamanöykü ikilisinin gergefinde yaşanıyor yalnızca… Şimdi Fatih Özgüven’in bütün öykülerine kuş bakışı göz atmaya çalışalım… Özgüven bir sinemacı yazar. Bütün öykülerini okumuş olmakla birlikte daha önce yayımladığı Esrarengiz Bay Kartlaoğlu (1990) adlı romanını okuyabilmiş değilim yazık ki. İşte beş yıl içinde tümü de Metis tarafından yayımlanan üç öykü kitabı: Bir Şey Oldu (2006), Hiç Niyetim Yoktu (2007), Hep Yazmak İsteyenlerin Hikâyeleri (2010). FATİH ÖZGÜVEN’İN ÖYKÜLERİNE GENEL BAKIŞ... Özgüven’in öykülerinde ilk dikkati çeken, kurgunun öne çıkarılmış olması. Bu çerçevede ustalıklı kurgu tekniği olan yazarın, işlevsel ayrıntı yerine daha çok yananlamı yeğlediği, karakterlerin derinliğini, öykü evrenlerinin katmanlarını göstermek yerine yer yer anlatımcı kalmaya gönül indirip artalan zenginliğini öne çıkarmayı benimsediği söylenebilir. Bu ana omurgaya dayalı olarak öykü kitaplarına dağılmış toplam otuz yedi öyküsünden kalkarak onun öykücülüğü üzerine kimi ipuçları dermeye girişebiliriz… Bu doğrultuda kimi verileri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz sanıyorum: Fatih Özgüven’in öyküleri, kuruluşunu alçakgönüllülükten alan, duruşunu da bu yolla yapılandıran öyküler. Kendine özgü kılmaya çabaladığı öyküleme yaklaşımında, bunları finalde kuracağı ağırlıkla buluşturmak gibisinden arayışa yönelmiyor yazar. Öyküler, bu çerçevede başlangıcı, sonuyla düz bir çizgi halinde uzanıyor… Gücünü de işte bu dümdüz ancak kıvamlı akışla kazanıyor, elbette şaşırtıcılığını da. Bu yüzden onda bir “son öykücülüğü” aranmamalı. O, asıl gelişimi gövdesel bütünlükte kuran bir öykücü. Bu öyküsel gövde nasıl ortaya çıkarılıyor peki? Öyküde kurgunun öne geçmesi, öykü evreniyle kişiler temelinde psikolojik boyutla buluşturulması öyküyü derinlikli, katmanlı kılan zengin bir karmaşa da getiriyor aynı zamanda. Öykü kişisiyle basur memesi arasındaki ilişkiyi bile öyküleştiren yazar, yaşam alanımıza katılan ne varsa bunları birbiriyle ilişkilendirirken incelikli, ustalıklı bir denge kuruyor denebilir. Bunda susma payının da önemli bir role sahip olduğu unutulmamalı. Gerçekten alçak sesle kurulmuş öyküler bunlar; sessiz ama yoğun örgülü… Özgüven’in öykülerinde, bir etkileyici yan da bunlardaki içtenlik bence. Yoksa anlatım, biçem, öyküleme bağlamında getirdiği herhangi farklılık söz konusu değil. Ancak şunu da eklemek yararlı olacaktır herhalde. Loş, sisli, bir ölçüde bulanık uzamlarla ilişkilenişte rastlantısallığın yanında birbirlerine dönük hastalıklı tutkuya kaymış bağlar da yaşayan kahramanları alıyor Özgüven öykülerinde. Bu çerçevede siyahbeyaz, ışıkgölge, aydınlıkkaranlık egemenliğinde bir film de eşlik ediyor sanki bunlara… Nitekim yazarın sinemadan öyküye kattığı öğeler, gereçler azımsanmayacak boyutta. Çekim tekniklerinden Yeşilçam, Hollywood göndermelerine, oyuncu adlarından karakterlere, film afişlerinden fotoğraflara bunlarda karşımıza çıkan izleklerden görüntülere, dizilişlerle karelere, deyişlere, sözcüklere, yazlık sinemalardan Emek Sineması’nın fuayesine vb. uzanan bir gereç bolluğu getiriyor önümüze yazar. Kuşkusuz bunlar da, öyküleri zenginleştiren bir başka yan… ÖZGÜVEN ÖYKÜSÜ SUSKUNLUKLA MI KARŞILANMALI? Fatih Özgüven, ilk öykü kitabı Bir Şey Oldu için Endişe Hikâyeleri, Hiç Niyetim Yoktu için de Avrupa Hikâyeleri alt başlığını seçmiş. Hep Yazmak İsteyenlerin Hikâyeleri’ne de “Son Hikâye” başlığıyla bir öykü eklemiş. Yazar, yaşam anlarını kesen katmanlar, bu yönde kurduğu evrenle yapılandırdığı kişiler arasında çift yönlü işleyen bir öykülemeye dayandırıyor verimlerini. Sonra bunları yerleştir 2011 Fatih Özgüven CUMHURİYET KİTAP SAYI 1138
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle