06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hasan Özkılıç’la “Lataros Değirmeni’nde Üç Dakika” üzerine ‘Anlattığım, coğrafyada yaşananlar; iklimin, doğanın ve insanın farklılığı’ Lataros Değirmeni’nde Üç Dakika’da yer alan öykülerde Anadolu’nun yüzlerce yıllık halk şiirinin, ağıtların ve güzellemelerin tadı yer alıyor. Aşkın, siyasal taraflılığın, öteki olmayı reddetmenin öyküleri bunlar. Hasan Özkılıç, toplumsal duyarlıkla kaleme aldığı öykülerinde kasabalı insanı anlatıyor. Özkılıç’la kitabını konuştuk. ? E. Seda KAYIM ataros Değirmeni’nde Üç Dakika adını taşıyan öykü kitabınızda, bugüne kadar altını çizdiğiniz yazar profilinden öteye taşınmış bir anlatıcı ile karşı karşıyayız. Gerçeklerden uzaklaştıkça gerçekliğe daha çok yaklaşan bir anlatıcının dilinden masalımsı öyküler dinliyoruz sanki. Ne dersiniz? Daha başında, yazacaklarım üzerine düşünmeye, ilk öyküleri yazmaya başladığımda bu kitabı oluşturan öykülerin bugüne kadar yazdıklarımdan farklı olacağının ayrımındaydım. Masalsı bir dünyanın sınırlarında dolaşıyordum, kimi öykülerde çok daha belirgindi bu özellik. Bunun nedeni de öncesinde veya yeni yeni öyküler üzerine düşünmeye, notlar almaya başladığımda yaşadığım bir olaydı. Bu olayın üzerimde bıraktığı etkiyle neredeyse öykülerin tamamına, kulaklarımdan eksik olmayan, bir “Anne!” çığlığıyla başladım, öyküler bittikten sonra da kulaklarımda bu çığlık sürüp gitti. Kafeteryada bir okurumla sohbet ediyorduk, uzun süren o sohbetin içinde benimle konuşurken, geçmişini anlatırken hep annesine seslendiğini fark ettim. Trajik bir yaşamöyküsü SAYFA 14 ? 8 ARALIK L vardı. Dinlediğimde çok duygulandım. Yetimhanede büyümüştü. Küçükken bırakılmış yetimhaneye bir daha da ne annesini babasını görmüştü. İkisi de sırmış onun için. Ama büyüyüp yetimhaneden ayrıldıktan, kendisine iş bulup bir yaşam kurduktan sonra araştırmış, babasına ulamamış ama annesinin izini bulmuş. Peşine düşmüş, sonuç büyük bir hayal kırıklığı. Yerini bulduğu annesi, nedendir bilinmez kızıyla görüşmek istememişti. Tabii ki buna çok üzülmüştü. Konuşma boyunca ilgimi çeken buydu: Annesine karşı hissettikleri, ondaki anne eksikliği, anne özlemi ve bunu dediğim gibi farklı dille anlatması. Benimle konuşuyordu ama arada sanki şiir okuyormuş gibi, şiirsel bir dille, “Anne!” diye sesleniyordu. Bazen sözü ya bu biçimde, “Anne!” diyerek başlatıyor ya da yine bu seslenişle bitiriyordu. “Anne!” sözünü bir çığlık gibi algılamış ve gerçekten çok etkilenmiştim. İrkiliyordum, “Anne!” dediğinde. Dedim ya, o gün duyduğum, o kimsesizliği, yetimliği, acıyı, özlemi dile getiren bu konuşma biçimi, “Anne!” çığlığı peşimi bırakmadı. Yalnızlık korkusu, bu koca evrende kimsesizleşmek, dalsız kalmak… Büyük bir etki bıraktı üzerimde. Sonrasında böyle bir üslupla öyküler yazabileceğimi düşündüm. Bu tarzda, anlatırken okura seslenen, bir acıyı, özlemi bu sözcükle dile getiren öyküler… Evet, hem düşsel olacak, bir masal diliyle anlatılacaktı hem de gerçeğin o yakıcı, can acıtıcı yanı bütün varlığıyla hissedilecekti. Kitapta yer alan öykülerin bir kısmı bu biçimde kurgulanıp yazıldı. “ANLATICININ İRONİK BİR BAKIŞI VAR” Özellikle kitabın ilk öyküsü Saba Gülistana Gelmez mi’ de beliren öteki öykülerde de zaman zaman ortaya çıkan bir demirperde algısı var ki, bu algının dayandığı politik zemin öykü kahramanlarının kendilerini sürdürmelerinin de öyküye kahraman olma konumlarının da belirleyicisi. Günümüzde aslında karşılığı pek yokmuş gibi görünen bir edebiyatın içinde, hayatı sınıfsal bir zemine oturtmaya çalışırken trajik olana yaklaşımınızda, anlattığınız coğrafyaya ait insan sıcaklığının etkileri de boy gösteriyor. Edebiyatımızda neredeyse hiç yer almamış bir coğrafyanın öykülerini okura taşıyorsunuz, kelimenin tam anlamıyla. Belli bir uzaklığın pençesinde ötekileşmemeye çabalayan öykü kahramanları, zenginleştiren bir çoklukla yerlerini alıyorlar. Kuşkunun, geleceğe ait belirsizliğin, kendi söyleminizle “ham hayal”in ardındaki hayatlara bakıyor ve okura bakmak için bir pencere aralıyorsunuz. Bu pencerenin önündekilerle arkasındakileri buluşturuyorsunuz bir bakıma. Yazarlığınızın toplam ilgisinin kaynakları üzerinden gidersek, öykülerdeki politik olanı, politik geçmişteki ve geleceğe ait umutlardaki öykü olanı ilişkilendirmenizin arka planında yatanlar neler? Öncelikle kimi öykülerin atmosferine hâkim olan “Demirperde” algısına değinmek istiyorum… Dünyayı kasıp kavuran “soğuk savaş” döneminde benim gibi Sovyet sınırına yakın bölgede yaşayan ilkokul veya ortaokul çağına gelmiş bir çocuk için bu “Demirperde” algısı tabii ki öncelikle korkutucu bir olguydu. Çünkü bize anlatılan hikâyeye göre, her türlü kötülüğün yeri orasıydı, “Demirperde”nin ardı ve gerçekten o dönem, az değil neredeyse bir elli yıl dünyanın birçok yerinde insanlığın üzerinde, bir “perde”, bir “sınır”, bir “yasak bölge” imgesinden çok çok farklı etkiler bıraktı, diye düşünüyorum. “Demirperde”nin ötesini yalnızca korku sözcüğü açıklayamazdı. “Demirperde” ötesi sadece bir bölge, bir sınır değildi. Öyle empo ze edilmişti ki, “Demirperde” dendiğinde ürkütücü bir dünya gelirdi akla. İşte orada bütün insanlar tutsaktı, işkence görüyorlardı, aç susuz, perişan bir hayat sürüyorlardı. İşte böyle bir dünyaydı, “Demirperde”nin ardı, oturun oturduğunuz yerde, tanrınıza şükredin öyle bir ülkede yaşamadığınız için… İlginçtir, daha sonraları, işte lise üniversite döneminde dünyaya korku salan “soğuk savaş”ın nedenlerini bilmeme, kavramama rağmen demek o algı, özellikle “Demirperde” algısı bilinçaltımda bir yerde sürüp gitmiş. İşte bunu, bu kez hem korku, hem de algıyı bugünün kavrayışıyla, o günlerin çocuk duyarlılığıyla yazmaya çalıştım. Öykülerdeki politik olana, politik geçmişteki ve geleceğe ait umutlara gelince… Sözünü ettiğin öykünün bir yerine anlatıcı kahraman, “Demirperde” sonrasına ilişkin şunları söylüyor: “…Gözetleme kulelerinden askerler gidince, oradan, “Demirperde”nin ardından gelip bize saldıracak düşmanlarımızın da adı anılmaz oldu. Hani oradan geleceklerdi, bize saldırıp hepimizi esir alacak, sonra da kendilerine benzeteceklerdi? Hani, bizim burası da “Demirperde”li bir ülke olacaktı, ne oldu? Gözümüz yolda kaldı…” Tabii ki burada, o çocukluk algısından, “Demirperde” korkusundan uzaklaşan, dünyaya yorumlayıcı bir gözle bakmaya başlayan bir anlatıcı kahraman var artık karşımızda. Yoldaşları, İsa’yla İsmet kendilerini, “dünyayı güzelleştirme kavgasına” adamışlar. Bu düşünceyle beklenen, düşmanın gelip yurdu işgal etmesi, onları esir alması değil tabii ki. İronik bir bakışı var anlatıcının o döneme, yaşananlara ilişkin. Beklenen, savaşız, sömürüsüz bir dünyaya imgesi. Sosyalizm, komünizm ütopyası. Arka ? böy tan söz Ula arzu ne da kavu pay sın lerdeki mağdu halleri hastalık rak adl manlar anlatıc rak söz bu bir Eve anlattığ şananla farklılığ kimlikl likte, a şırken, temem lar kon rüklenm miş ve rakterl dar yak birlikte mişi he ne hiss nuz. Bu zıda et de yer hissedi kadar… ca olan durum olarak düşünü ? pla Yarattığım, yazdığım öykü kahramanları da böyle bir dil kullanıyorlar hayatlarında. Kısa, fiil ağırlıklı, hemen sonuca giden bir dil. Çünkü konuşacakları, anlatacakları çok şey var. Anlatıp hemen başka bir işe koyulmaları gerekir. Üretilen, çalışılan zaman azdır. Kış uzun sürer, uyku dönemi. O uzun dönemde geçinebileceğini üretmesi gerekir… Belki sinema diline benzerlik de buradan geliyor. 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1138 “DER HED YAŞ SÜR “La kika” ö nema d rada di adeta. değil ü merası betimle de fiille evrenin kındalı nuz… San ya ilişk kında o kulland yası çık ğım, ya böyle b da. Kıs giden b anlatac men ba kir. Ür Kış uzu uzun d üretme ne ben Özellik oyuncu naryod nüne g meradı kimdir Çeh eğilim Kaybol denilem CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle