22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ öyle algılanmıştır. Sözde bir incelik var; “aç milyarlardan yana olmak” başka, edebiyatı aç milyarları yazma yolunda yönlendirmek başka. Sanatı ray makası gibi evriltmeye kimsenin gücü yetmez. Belki sözün ikinci bölümü Sartre’ın amacını daha iyi anlatıyor. Çünkü her çağda sanatını mutlu azınlığın çıkarına kullanan, böylece aç milyarları sömüren yazarlar çıkmıştır. Bugün de, bizde bile yalnız kapitalist mutlu azınlığın amaçlarını gerçekleştirmek için aşağılık eylemlere girişen sömürgenler yok mu? Yoksa, cümle kuramayan yazarlar türeyip büyük ödüllere layık görülebilirler miydi?.. “Dilde ulusalcılığı savunurken, ulusal sanat ve ulusal edebiyatı da söz konusu eder Atatürk. Gittikçe güdükleştirilen bir edebiyatın ve dilin, toplumu yabancılaştırdığını sezmişti” diye yazıyorsunuz. Hatta bu bağlamda Namık Kemal, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halit Ziya Uşaklıgil’deki dil ve anlayış uzaklığından söz ediyorsunuz ve bunun kaçınılmaz sonuçlarına değiniyorsunuz “Ulusal Dil/Ulusal Edebiyat”ta. Anlatır mısınız? Ulusa “ulus” kimliğini kazandıran, o ulusun tarihidir, ulusun dünya tarihi içinde aldığı yerdir. ‘Dünya tarihi içinde aldığı yer’ şundan önemli; “ben şu ulusum” demek yetmiyor. Ulus, kendini tarihiyle kanıtlamalı, dünya tarihi de onaylamalıdır bunu. Ulusal savaş vermeye kalkan birçok topluluk bunu kanıtlayamadığı için, dünya tarihinden destek alamıyor. Ya da emperyalizmin güdümündeki tarih bunu böyle istiyor. O zaman ulus, Türkiye’nin yirminci yüzyılın başında verdiği Kurtuluş Savaşı gibi bir atılımla başının çaresine bakar. Mustafa Kemal’in öncülüğüne başlatılan savaş, yalnızca yurt topraklarını kurtarma amacıyla verilmemiş, bu savaşla kültür emperyalizminin önü de kesilmiştir. Daha savaş sürerken Mustafa Kemal ulusal eğitimden söz etmeye başlamış, hemen ardından eğitim birliğini sağlayarak eğitimde laik anlayışı egemen kılma girişimlerinde bulunmuştur. Eğitimin de, sanatın da, toplumsal birliği sağlamanın da aracı dildir. Dilimiz ise yüzyıllarca Arapçanın, Farsçanın etkisi altında kalarak toplumdan kopmuş, halklar arası düşünceduygu alışverişini sağlama görevini yitirmiştir. Ulusal bütünlük sağlamanın tek aracı dildir. Kurtuluş Savaşı sonrası kültürel kurumlaşmanın tarih ve dil alanlarında kendini göstermesini buna bağlayabiliriz. Türk Tarih Kurumu, tarihimizin araştırılması, Türk Dil Kurumu da dilimizin, kökeninden beslenerek gelişip zenginleşmesini gerçekleştirme için kurulmuştur. Bu kurumlar eleştiriye uğrasa, faşist kafalı yöneticilerle ortadan kaldırılmak istense de, başlangıçta kısa yıllara sığan etkinlikleriyle varlıklarını kanıtlamışlardır. Sözünü ettiğiniz yazarlar kuşkusuz kültürümüze büyük katkılarda bulunmuşlardır. Ne var ki, dilleri halkın yarattığı dil kökeninden beslenen bir dil değildi. Günümüzde canlılığından bir şey yitirmeyen Halit Ziya Uşaklıgil’in, 1900’de yazdığı Aşkı Memnu’yu 1945’te yalınlaştırmak zorunda kaldığını unutmayalım. Onu bugünlere getiren belki de o yalınlaştırmadır. Ulusal edebiyat ulusal dilin ürünü olmadıkça, o edebiyatı yabancılaşmanın etkisinden hiçbir güç kurtaramaz. Atatürk, edebiyatın ve dilin gittikçe güdükleştiğini ilk sezen aydınlardan biri olmakla kalmamış, güdüklüğü önlemenin yollarını da aramıştır. “HALK GERÇEK SANATÇISINI SEÇEMEZ” “Halk gerçek sanatçısını seçemez. Bundan yararlananlar, sanat adına neler sürmezler toplumun önüne. Bu da düşünceyi ve sanatı yozlaştırır. Nesnel bir eleştiri doğmadığı için, halkla yönetici arasındaki iletişim de kurulamamıştır. Politikacı aldattığı nı sanmış, halk da buna inandığı için, politikacıya karşı saygınlığını yitirmiştir.” diye yazıyorsunuz “Kavramlara Eğilmek”te... Önce bunu açmanızı ardından da peki ya halk gerçek politikacısını nasıl seçiyor’u yanıtlamanızı rica ediyorum. Eğitimden yoksun halkın bilinci yoktur. Dilim varmıyor ama suyun dibinde küçük balık sürüleri örneğini vermek zorunda kalacağım. Küçük balıklar kuşkusuz güçlerini birlikten aldıkları için sürüleşmiyorlar. Kitlesel bir alışkanlıkla; ileriyegeriye, sağasola birlikte yöneliyorlar. Bu davranışta bilinç yok, şartlanma var. Son kamu oylaması kanıtladı bunu. Ayrımcılık falan yaptığım yok; haritada görüldüğü gibi, eğitimli, az çok dünyaya açık kesimlerin sağduyulu davrandıkları açık. O gün onayladıkları anayasa taslağının, iki gün sonra başbakanca yeniden ele alınacağı söylendi. Öyleyse bu oylama ne amaçla yapıldı diye sorulmaz mı?.. Bu bağlamda düşünülürse, hayatta eline kitap almamış bir halk nasıl gerçek sanatçısını seçsin! Sanat, edebiyat böylece yozlaşıyor. Yazılanlara bakın; bugün var görünüyor, yarın yok! Gelelim halkın gerçek politikacısını nasıl seçtiğine... Bizde halk politikacıyı seçmiyor, politikacı gözüne kestirdiği halkı seçiyor. Türkiye’de politikacı, başkan dedikleri kişilerin tek sözcüğüyle belirlendiğine göre, halkın seçme iradesinden söz edilebilir mi? “Korku Toplumu” adlı yazınızın girişinde “Dilimi tutmaktan korkuyorum” diye yazdığını okuyoruz Rönesans şairi Antonio Ferreira’nın. 15281569 yılları arasında yaşamış olan Ferreira korkuyordu... Peki, 2010’u neredeyse devirdiğimiz günümüzde siz de mesela korkuyor musunuz hiç? Korkmuyorum; insanları haksız yere hapishanelere tıkanlardan, kuralların önünü tıkayarak yıllarca köle hayatına zorlayanlardan, bu yasadışı uygulamalara ses çıkarmayacak denli küçülen yöneticilerden, kendilerini cemaat reisinin iradesine teslim eden her düzeydeki hukuk adamından tiksiniyorum. Çünkü onların bulundukları yerler, hakkın, hukukun yerine getirildiği kutsal mekânlardır. Onun bilincinde olmayan kişi, yalnız üç beş sanığa değil, topluma, insanlığa karşı da suç işlemiş sayılır. Rönesans’ı güllük gülistanlık bir dönem sayıyoruz. Zamanın papasının tek amacının kiliseyi kutsal konulara ilişkin resimlerle donatmak olduğunu, resimleri yapacak olan Raffaello’yu, ona aşkının özgürlüğünü bile tanımadan, nasıl bir köle gibi algıladığını okumuştum. Şairler, zamanlarının duygu tarihinin yazıcılarıdır; öyle şairlerden biri olan Ferreira’nın kitaba aldığım şiirini buraya da aktarmak istiyorum: “Korkuyla yaşıyorum/ Korkuyla yazıyorum, konuşuyorum / Korkuyla sesleniyorum kendime / Endişe etmekten korkuyorum.” Burada “korku” sözcüğünün ironili söylendiği gözden kaçmıyor. Korku vardır sindirir, korku vardır toplumların önünde söz peygamberi yapar adamı. İronili anlatımıyla bugünleri bulduğuna göre Ferreira yürekli biri olmalı... TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca da bir iki yıl önce, “Konuşamıyorum” deyip, “konuşmadan anlatma”yı yeğlememiş miydi?.. Bu söyleşiyi, yaşamı boyunca korkunun üstüne gitmiş bir şairin, Nâzım Hikmet’in dizeleriyle bitirelim: “Ve bir kere vakt erişip/‘Gayrık yeter!’/demesinler.../Bunu bir dediler mi, ‘İsrafil surunu urur,/ mahlukat yerinden durur’/toprağın nabzı başlar/onun nabzında atmağa./Ne kendi nefsini korur,/ne düşmanı kayırır/ Dağları yırtıp ayırır,/kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa...” ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Toplum ve Edebiyat/ Adnan Binyazar/ Can Yayınları/ 364 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1076
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle