Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Usta yazar Adnan Binyazar’dan ‘Toplum ve Edebiyat’ ‘Dilimi tutamamaktan korkmuyorum!’ Bu söyleşi denemeleri âşık gibi bilgece atışan bir dil ustasıyla yapılmıştır. Söz sözü açmış, birikimin aktarımı gönenmeyi getirmiştir. Toplum ve Edebiyat adını verdiği yeni deneme kitabında Adnan Binyazar insan, doğa, sanat, toplum, siyaset pek çok alanda geniş dağarcığından süzülen değerlendirmelerini paylaşıyor okurlarla. Binyazar ile Toplum ve Edebiyat‘ı konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR “De ki kapattın beni sen/ Üzerimde yüzbin kilit/ Yüzbin demirler içine/ Yazılarım dışardadır.” Fazıl Hüsnü Dağlarca nsanın, sanat yoluyla, dünya ile yaratılış arasındaki köklü ilişkiyi açığa vurduğunu imlediğiniz “İnsan ve Sanat”ta “Sanat, değiştirme tasarımından doğan yeniden yaratma sürecine sokar insanı” diye yazıyorsunuz. Bu bağlamda sanatçıyla uyuşumsuzluk ve sanatın baş düşmanı da kesilegelmenin sanat ötesi durumlarını sormak istiyorum ilk soruda. Sanat, insanı alışılmış biçimlerden, ölçülerden, kökleşmiş algılamalardan kurtarıp, onun önüne yaratıcılığın ürünlerini serer. Bu soruyu yanıtlarken Ernst Fischer’in sorusunu göz önünde bulundurmak gerekir: “Sanat, insanla dünya arasında daha köklü bir ilişkiyi açığa vurmuyor mu?” Açığa vururken sanatçının yarattığı dünyaya da sokuyor. Sanatın, yaratılanın karşısına yeni bir yaratı koyma düşüncesinden doğduğunu da söyleyebiliriz. “İnsan ve Sanat” yazısına geçen şu yargılar da göz ardı edilmemeli: “Toprağı düşünün; üzerine bir şey ekilip dikilmedikçe durup bekler. Üstüne tohum atılınca onu var eder, var ettiğini sonsuzluğa erdirir.” Toprak, “doğanın yaratıcılarını bekleyen, üretime hazır dev rahmi”dir. Albert Camus, Başkaldıran İnsan’da “Sanatçı kendi hesabına yeniden kurar dünyayı” derken, düşüncenin özüne Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un şu sözüyle varıyor: “Tanrı’yı bu dünyaya bakarak yargılamamak gerektiğine daha çok inanıyorum; başarısız bir taslağı bu onun.” Sanatçı taslağı görüp, ona yeni biçimler, anlamlar kazandıran adamdır. Şöyle diyor: “Her sanatçı bu taslağı yeniden yapmaya, eksiğini tamamlayarak ona bir deyiş katmaya çalışır.” Yaratıcılık dürtüsünden yoksun insan durağandır. İlerici kafayla gerici kafa arasındaki savaş, çağlar boyunca bu gerçeği kavramakavrayamama noktasında yoğunlaşmıştır. Dogmalara saplanmış kafa, inandığı yaratıcının ötesinde yaratıcı aramaz. Bir bakıma, varlığını yadsır. Bir de gücünü malından mülkünden, parasından pulundan alıyorsa, gördüğü bir sanat eserine “Bunun içine tükürürüm!” diyecek denli ilkelleşir. Böyleleri, kendi değerlerinden başka “değer”e inanmaz. Var olmayana inançlı, gerçeğe inançsızdırlar. Erki ellerine geçirdiklerinde, bu bilgindir, sanatçıdır, düşünürdür demez; onları iplerde sallandırırlar, kütüklerde kellelerini kestirirler. İ “Dünyayı değiştirmek” kavramı üzerinde duruyorsunuz aynı adlı denemenizde. Yazdığınız gibi “Kuşkusuz, sanat, insan başarısının bir ürünüdür. İnsan yenilenmeden, sanat yenilenemez. Ama insanın yenilenmesi de sanata bağlıdır.” Sorum şu: Sanatçı dünyayı değiştirir öte yandan dünya da sanatçıyı değiştirir malum... Etkileşim olayından öte bir çıkmaz gibi mi olageliyor artık? Doğrudur, insan yenilenmeden, sanat yenilenmez. Yaratıcılığın ürünü olan sanat, tasarımlar bileşkesidir. En ilkelinden en gelişmişine, hiçbir sanatsal ürün tasarlanmadan yapılamaz. Tasarım gücü de insanda var. Üretimde bulunma, öykünme (doğayı düşsel öğelerle yeniden biçimleme, mimesis, taklit, oyun kurma), düşünme, düşündüğünü uygulamaya sokma insana özgüdür. İnsan bu gücüyle değiştiriyor dünyayı. Bilim, sanat, düşünce insanın var olanla yetinmeme yeteneğiyle, merak duygusuyla gelişim göstermiştir. İçgüdüsünü bilinçli güdüye çeviren tek yaratık insandır. Bu bağlamda şu soru çok önemli: Gereksinimleri için araç yapan, o araçlarla kendini güven içinde duyan insan neden sanata yöneldi? Sanırım, “etkileşim olayından öte bir çıkmaz gibi” algıladığımız gerçek bu. Burada da karşımıza, insanın var olanla yetinememe yeteneğine bağlı arayış duygusu çıkıyor. Picasso’nun yüz çizimlerine bakalım. Ondaki anlamı kavrayamayan için Picasso saçma sapan biçimlerle uğraşan bir delidir. Nitekim Picasso sergisini gezen bir devlet adamımız, “Bunları ben de yaparım,” dememiş miydi, para basan işadamları da milyonlar verip onun saçma sapan resimlerini müzelerine koymamışlar mıydı? Ressam, herkesin gördüğünü değil, kendi gördüğünü çizdiği için sanatçıdır. Picasso bunu doğrudan söylüyor: “Resim senin benden istediğin değil, benim sana verdiğimdir.” Çıkmaz burada. Egemenler, sanatçıdaki bu özgüveni hiçbir çağda anlamamışlardır. HEY GİDİ DEDE KORKUT! Batı bizden aldı ama biz Batı’dan alalım derken hep vermişiz... Eyüboğlu “Kendi kendinin bilincine varamadığı için Doğu insanında “değerlendirme” yoktur, onda böyle bir insan bilinci gelişmemiştir” sonucuna varmıştır diye yazıyorsunuz. Bu nedenle mi sahi Dede Korkut’un yazmaları Dresdenlere, Vatikanlara gitmiştir? Bir toplumun kendine sahip çıkması tarih bilinciyle dil duyarlığına bağlıdır. Aydınlanma, toplumların tarihlerini irdeleyip konuştukları dile üretici nitelik kazandırmasıyla başlamıştır. Luther’in, İncil çeviri si, edebiyat dili olan Latincenin karşısına Alman dilini çıkarmasıyla ilgili bir gelişimdir. Böylece Luther, “sizin Latinceniz varsa bizim de Almancamız var” deme cesaretini göstermiştir. On birinci yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’un Divanü LugaatitTürk’ü de, Arapçayla “atbaşı” eşitlikte Türk dilinin varlığını kanıtlama eylemidir. Ardından da Yunus Emre’ler, Dede Korkut’lar gelmiştir. Ne yazık ki, edebiyatımızı onların yolunda geliştireceğimize dilimizi Arapçanın, Farsçanın baskısı altına sokmuşuz. O etki bugün de sürüyor olmalı ki, Türkçeyi nerdeyse Amerikan İngilizcesinin kucağına atacağız! Sabahattin Eyuboğlu, “değerlendirmede insan bilinci gelişmemiştir” söylemiyle, değerlerimize sahip çıkamadığımızı vurguluyor. Değerlendirme kültüründen yoksun yaşadığımız için, Türkçenin anlatı geleneğinin başyapıtı Dede Korkut Kitabı’nın aslı Dresden Devlet Kitaplığı’nda, ondan yararlanılarak yapılan kopyalardan biri Berlin’de, öbürü de Vatikan’dadır. Kazıbilim eserlerinin hangi ellerde olduğunu söylemeye gerek yok. Bergama’dan taşınan eserlerle Berlin Pergamon Museum’da bir kent kurulduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Kültürde, siyasal ilişkilerde her sıkıntıya düştüğümüzde dışarının birtakım madrabaz kafalı adamları söz sahibi kılmamızın nedeni de bu. Borges’in, dünya anlatı sanatının bugüne değin yazılan on kitabından biri saydığı Binbir Gece Masalları önce Avrupa’da yayımlandı. Binbir Gece Masalları okunup sağlam bir yorumdan geçirilmeden, Doğu yazını ancak Avrupa (şu sıralarda Amerika) yazınının güdümünde bir varlık gösterecektir. Nobel Edebiyat Ödülü’nün, binlerce yıllık anlatı geleneğimizin çağdaş dil anıtı olan Yaşar Kemal’e verileceğine, güdümsel etkilenmenin bütün özelliklerini taşıyan Orhan Pamuk’a verilmesi bunun somut örneğidir. Bu sonuç, ABD ile AB’nin kültürümüze nasıl çarpık bir açıdan baktığının da göstergesidir. YUMRUKLAŞAN SANAT, KÜFÜRLEŞEN EDEBİYAT! Kitabın işi çok zor, bu hep böyle olagelmiş bilmeyen yoktur... Neden kitap hep suçlanmış, sanat yerin dibine batırılmış diye soracak değilim. Soracağım hem hep böyle olmuş hem de ne kitaptan ne sanattan geri durulmamış... Sanatlar ve kalemler savaşı gibi... Herkes kendisininkini övüyor... Karşıt kitaplar, karşıt sanatlar, yumruklaşan sanat, küfürleşen edebiyat... Yanılıyor muyum? Kitap hep var olacaktır. Teknik gelişmelerin kitabın önüne geçeceğini düşünemiyorum. Mehmet Selimoviç, Kuran’daki şu ayeti Derviş ve Ölüm adlı romanının başına koymuştur: “Kalem ile hokkanın ve onun yazdıklarının tanıklığına sığınıyorum.” Ayette de belirtiliyor, yazının, dolayısıyla kitabın bir tanıklık olduğu. Yazılan, insanı sonsuzluğa erdirir. Ne var ki, iyi ile kötü mahşere kadar birbirinden ayrılmayacaktır. Kimi kitapları iyiler, kimilerini kötüler yazdığına göre bu çatışmayı önlemek olanaksız görünüyor. Ama karşıtlıklar, en iyinin yaratılmasına yol açabilir. Asıl sorun şu: Kuran, “Oku!” çağrısıyla başlamasına, Hz. Muhammed’in “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” diye sormasına karşın, İslam inancında olanların büyük çoğunluğu neden okumuyor? Bilgi yoksunluğu insanı saldırganlaştırır. “Karşıt kitaplar, karşıt sanatlar, yumruklaşan sanat, küfürleşen edebiyat” bunun ürünüdür. Gazetelerde kimi yazarların söylemine bakın; aşağılayıcı sözcüklerle oluşturulan üslup kin kokuyor, düşmanlık yayıyor... Savaşın ve barışın sorumlusu da sayarak kendisini “Susmak büyük ayıptır” diyor tüm zamanların Yevtuşenko’su, edebiyatın üç maymunu oynayanların karşıtı olduğunu imleyerek ve adeta bugünlere işaret ederek değil mi? Toplum yapımızda var: susmak ve direnmemek... Yalnız o da değil; susmayana karşı olup onu bozgunculukla suçlayanlar da az değil. Elini taşın altına soktuğunu söyleyenlere de kimsenin inandığı yok. Bir de, elimizi taşın altına sokacağımıza, niye taşı kaldırıp bir kenara koymayı düşünmüyoruz?.. Yevtuşenko’nun, “Yaşantım” adlı kitabındaki, “Bana her şeyi veriyorsunuz; benden istediğiniz nedir?” sorusu da beni çok düşündürür. Türkiye’de devletin verdiğiyle bile yurttaşa bedel ödettiriliyor. İftarlarda verilen yemek kutularının üstünde “Evet” yazılıydı. “Bu yemeği yiyin, ama ‘evet’ oyu vermezseniz yediğiniz size haram olsun!” anlamına gelmez mi bu? Halkın dili öylesine tutulmuş ki, beyni “konuş” dese de, o susmayı yeğliyor. Bir toplumda beynin koşullandı mı, söz güç olma niteliğini yitirir. Tepkiler de saman alevi gibi parlayıp geçer. Yevtuşenko’nun söylediği gibi, “Susmak ayıptır”, ne yazık ki bu ayıbı işleyen bizden başkası değil. DİLDE ULUSALCILIK Sartre’ın “Eğer yazar herkese seslenmek ve herkesçe okunmak istiyorsa, çoğunluğun yanında, açlıktan ölen milyarlardan yana olmalıdır. Bunu yapmadıkça, mutlu bir azınlığın hizmetindedir ve onun gibi sömürücüdür” değerlendirmeleri ve Dostoyevski’nin duyarsızlığa, baştan savmacılığa yönelttiği protest eleştirileri ışığında sorarsam nasıl bir yazma ve okuma özlenmeye değer? Toplumsal sanat anlayışının yaygınlaştığı bir dönemde Sartre’ın bu yaklaşımı büyük destek bulmuştu. Brezilyalı Caroline Maria de Jesus’un “Çöplük” adlı röportajının bile roman sayıldığı bir edebiyat anlayışı egemendi. Nerdeyse öküzü, tezeği anlatan bile toplumcu yazar sayılıyordu. Bu yönelimler edebiyatı amacından sapmış gibi gösteriyordu. Bu ortamda Sartre’ın aç milyarlardan yana tavır koymasının çok iyi anlaşıldığı kanısında değilim. Onunki bir başkaldırıydı. Aydın denen kesimin bu gerçekleri görmesi gerektiğini vurgulayan bir uyarıydı. Yoksa sanatta bir yön değiş¥ tirme bildirgesi değildi. Ne yazık ki SAYFA 16 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1076