07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hiç kuşku yok, anlatıcı yalnız, mutsuz, mustarip değil, entelektüel anlamda büyük yalnızlık yaşayan biri aynı zamanda. Böyle bir karakterin bütün bunları yaşaması, yaşamayı seçmesi biraz da kendi eğilimlerini yeğlemesi biçiminde alınabilir. “Öteki”leşmiş bütün entelektüellerin başına gelebilecek bir durum bu. Erkek, ama genel erkek kalabalığına uymuyor; entelektüel ama ötekiler gibi hünerini öne çıkarmıyor. İçine çekile çekile kendini koruyabileceği bir kabuğu, zarı da kalmamış artık. Romanın çevresinde dolanalım istiyorum, kitabı okura tanıtmak için biraz da… Romanın özellikle ilk iki bölümünde Gülerguvan karakterinin yaşantısı, siyasi kimliği, anlatıcımıza yaşattığı heyecan dolayısıyla yer yer polisiye unsurları, yer yer de sinematografik sahneleriyle romana başında sözünü ettiğim çok katmanlılığı katıyor, ne dersiniz? Le’nin kahramanı, Gülerguvan’la tam bir deprem yaşıyor. Karanlıkta ışığa yakalanmış bir tavşan, bir av hayvanı gibi kalakalıyor. Bütün bildikleri, değerleri altüst oluyor. Kendi düşünsel yapısını, erkek olarak cinsel kimliğini, toplumunu, aile yapısını tanımasının ya da sorgulamasının da önünü açıyor bu. Galiba yaşamının önündeki perdelerin tümünün kalkmasını sağlıyor Gülerguvan. Anlatıcının üzerine silinmez bir damga vuruyor. Asıl bundan sonra sorular üretmeye çabalıyor kahramanımız. Olup bitenlerden kalkarak bunlar üzerinde yeniden yeniden düşünmeye başlıyor, bütün bunlardan sağlığı olumsuz etkilense de. ¥ mamalı, her erkeğin biraz biraz karısı olmalı” deyişini unutamam. Gülerguvan’ın bendeki tohumlarının, arkadaşımın bu sözüyle atıldığını itiraf etmekten çekinmeyeceğim burada. Ancak bu kadın karakterin, yaşadığı tecavüzden sonra, cinselliği, biraz da kendisini cezalandırırcasına yaşadığı unutulmamalı. Le’nin kahramanı, çok aykırı böyle bir Gülerguvan’la tanıştıktan sonra onun büyüsüne kapılmayıp da ne yapsın? Şairlerin sözünü ettiği “evin yolunu unutmak” olgusu şöyle dursun, tüm yaşamı, düşüncesi, değerleri, ilişkileri, elbette cinselliği de altüst olacaktır kahramanımızın. Tabii biraz da geçmiş aile yaşantısı, yalnızlığı anlatıcının ve özellikle de geçmiş babaoğul ilişkisi. Anlatıcının geç dönem duygusal ve cinsel zevklere ulaşımında önemli etken hiç kuşkusuz bu, “YAPITLARIMDA CİNSELLİĞE GENİŞ YER AÇIYORUM” Aklıma takıldı ve biraz konuyu baş tarafa çekme pahasına gene de sormak isterim: Yaşam serüveninde heyecanı, cinselliğin ya da erotizmin farklı boyutlarıyla tanışıklığı, kahramanı az önce söz ettiğimiz eşiğe itmiş olabilir mi? Saplantılı ve bir o kadar da bağımlı bir karaktere dönüştürmesi onu Gülerguvan’ın… Mümkün mü bu? Cinsellik, yeme içme, barınma, korunma gibi yaşamın en önemli temel edimleri arasında başköşede duruyor. Cinsellik konusunda utangaç davranmak, bunu örtük tutmaya yeltenmek, anlatıyı havasız, susuz, güneşsiz bırakmak gibi bir şey olur… Bu bağlamda ben, kendi payıma romanlarımda olsun, öykülerimde, oyunlarımda olsun cinselliğe geniş yer açıyorum. Erotizm, sanatın olmazsa olmazlarından biri. Erotizm, alımlamalık sanat gibi çakılır kalır bellekte. Pornografi ise makineden yayılan yapay bir saman alevi gibidir, kabadır, sanat dışıdır. Bu da insana özgü bir kültür olmakla birlikte, insanın daha önce bin çabayla kültürleştirdiği cinselliği, cinsel ilişkilerini dışa atmanın aracıdır. Bir tiyatrocu arkadaşımın, birlikte olduğu bir kadın arkadaşı için, “Bu kadın tek bir erkeğin karısı olarak ömrünü tamamla Sadık Aslankara, üç yazınsal tür üzerinde yoğunlaşmış bir yazar. Bu, üç farklı dil, üç ayrı evren, üç ayrı yaşama biçimi anlamına geliyor. öyle değil mi? Aile ortamı, insanın bu ortam içinde boy atması, bu ortamın koşulları kadar bunları kendine uydurması, evirip çevirmesi ya da bunlarla çatışması büyük önem taşıyor. Anneoğul, babaoğul, erkekkız kardeş ilişkileri, bu ilişki temelindeki türevler de buna eklendiğinde çok karmaşık bir yapı çıkacaktır ortaya. Le’nin kahramanının böyle bir aile yapısı içinde ama yine de bir yalıtılmışlıkla yaşadığı düşünülebilir. Annebaba, iki çocuğunu, kökleri toprakta değil de saksıda büyütülen bitki gibi yetiştiriyor. Çünkü o anne babanın da kendi anne babalarından yaşadığı örselenmişlikler var. Burada roman kahramanının aile ocağından aldıklarının, onu hayata karşı dayanıklı kılmaktan çok uzak kaldığı vurgulanabilir. Dolayısıyla en küçük bir olaydakarşılaşmada bile bu insanın şaşıracağı, dağılacağı öngörülebilir. Nitekim yaşamın bir yerinde Gülerguvan’ın anlatıcıyla ilişkilenmesi, kırılgan bir zemin doğmasına yol açıyor, sonrasında gerek ruhsal, düşünsel gerekse bedensel, cinsel bir sapma dizisi romandaki serüvenin tetikleyicisine dönüşüyor. Erkeklerin böyle bir dağılmadan kendilerini koruyabilmeleri çok güç! Velev ki metropol erke ği olsalar, cinsel anlamda yanardağların aktifliği değil de pasifliği içinde yaşasalar da… Burada ceberut babasilik anne etkileri de göz ardı edilmemeli tabii. İnci Aral’ın “ölü erkek kuş” eğretilemesindeki trajik çökelti düşünülebilir burada… Haliyle, son kertede, anlatıcının alıp başını gidişi, bir dağ köyüne (Ömer Lütfi Akad sağ olsun!) kendini bırakışı… Metoforik bir teslimiyet doğayasimgesi olarak düşünebiliriz sanırım? Derin bir korku yaşıyor anlatıcı. Birden yaşamına katılıvermiş Gülerguvan, geldiği gibi bir anda yaşamından çıkıp gidiyor; ölüyoröldürülüyor. Üstelik onu erkek yapmış bir kadın bu. Hem de ne kadın... Böyle biri yaşadığı travmanın, korkunun ardından başka türlü davranabilir mi? Roman kahramanı anlatıcı, bunu aşabilmenin ilk adımında evini taşımayı düşünüyor çözüm olarak. Uyguluyor da. Ama bu kez de yaşamına katılan öteki kadın öldürülüyor. Pasif yanardağ anlamındaki cinselliğiyle roman kahramanı yeniden taşınmak yerine kentten çıkıp gitmenin daha doğru olacağına karar veriyor bu kez. Sığınacağı yer, minik avlusunun çiçeklerinden sonra uzak yerlerdeki dağlar, ormanlar olabilir ancak. Kentteki o canavarca, barbarca kıyımların ardından en masum yer olarak böylesine bakir bir doğa parçasının seçilmesi anlatıcı tarafından çok doğal sayılabilir. Bunu da ormanlarımızın Sabahattin Eyüboğlu’dan sonraki ikinci belgeselcisi Ömer Lütfi Akad sağlıyor kahramanımıza. Ama yine de anlatıcıyı bir travma karşılayacaktır. Kadınların yaşadığı her ortamda karşımıza çıkabilecek erkek vandallığı söz konusudur çünkü. Bu çerçevede kadınımıza sunulmuş bir ağıt gibi de alınabilir Le. Tıpkı yılkı insanlar gibi… (Tabii burada da Tahsin Yücel’i analım! Gökdelen romanının finali dolayısıyla…) Tahsin Yücel, soy yazıncılığının yanında romanımızın bir doruk adı aynı zamanda. Onun her romanı, ilkinden sonuncusuna dek tümü de gerek yaydığı okuma tadıyla gerekse biçemsel, izleksel açıdan taşıdığı yoğunlukla her zaman dikkat çekici olmayı başarmıştır. Yalnızlaşmış, yabancılaşmış, gide gide yaşam gerçekliğinden koparak yarattığı kendi sanal gerçekliği içinde debelenmeye koyulmuş insan sorunsalı, onda hem çok ince, ayrıntılı bir açılım sergiler, hem de bunların roman evrenine yerleştirilişi her zaman özgün bir yapıyla belirginlik kazanır. Le’nin kahramanı da bir açıdan kendini yenileme, onarma süreci bağlamında doğaya açılmıştır denebilir… Ama bunu Le’de ölüm öncesi bir suskunluk, yenilenmekten çok bir sonsuz huzur bağlamında ölüm hazırlığı ancak nasıl bir ölüm, bütün geçmişi, olup bitenleri kavrama olanağı sunan durak, eşik olarak almak olası görünüyor bana. ? Le/ Sadık Aslankara/ Can Yayınları/ 200 s. A Enver Ercan yın Şiiri ARİF DAMAR Ocak 1958’de İstanbul’da doğdu. 1984 yılından itibaren yayıncılık alanında çalışmaya başladı. Sabah ve Hürriyet gazetelerinin sanatkültür, kitap yayını birimlerinde çalıştı, TV ve radyolara edebiyat programları hazırladı. Sombahar şiir dergisi ve Korsan Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı (1990), Everest, İnkılap yayınevlerinde danışmaneditör olarak çalıştı. Komşu Yayınevi’ni kurdu (2002), Yasakmeyve şiir dergisini çıkarmaya (2003), aynı isimle şiir kitapları yayımlamaya (2004) başladı. Aynı yayınevi bünyesinde siyasi bir dergi olan Siyahi’yi ve Eşik Cini öykü dergisini, Sıcak Nal dergisini çıkardı. 1990 yılından beri Varlık dergisinin genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor. Türkiye Yazarlar Sendikası’nda Genel Sekreterlik yaptı (19911992), 2005 yılında TYS başkanı seçildi. Üç dönemdir bu görevi sürdürüyor. Üç şiir kitabı var: Eksik Yaşam (1977), Sürçüyor Zaman (1988), Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman (1997). Şairlerle yaptığı söyleşileri Şair Çünkü Onlar (1990) ve Şiir Uçar Söz Olur (1994) adlı kitaplarda topladı. 20 dolayında derleme ve antoloji hazırladı. Abdi İpekçi Mektup Yarışmasında Birincilik Ödülü’nü (1996), Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman adlı kitabıyla Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü ve Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandı (1997). Komşu Yayınları, 2006 Memet Fuat Ödülü’ne yayınevi dalında değer bulundu. 21 Kimse Kımıldamasın!.. şiirimin horozunu kaldıran en çok da edebiyatın sesi elim korkak değil Allahtan ha kuru sıkı şiir, ne fark ederha iğdiş keyfi yerde boş dört kovan şarjörde iki mermi kalp kırmak istemem ama her şiir sahibine benzer kimi daha yazılırken teslim eder ruhunu kimi ölü bile geçirilemez ele bu yüzden her şair kitabına uymaz kapak dört renk kâğıt kuşe iyi de karakteri zayıf kalır puntosu tutmaz ne o? iki lafın ucunu bağlayalım dedik kaldınız öyle elleriniz havada yasakmeyve’ye de lafım yok ama yine de 7.65’ten çıksın isterim şiirlerim Enver Ercan SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1068
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle