08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Tony Judt’tan ‘Savaş Sonrası: 1945 Sonrası Avrupa Tarihi’ Değişen geçmişe açılan pencere Tony Judt hacimli kitabı Savaş Sonrası: 1945 Sonrası Avrupa Tarihi için “Kafası karışanlara rehber kitap” nitelemesinde bulunuyor. Judt, kitabında herhangi bir kurama yakın durmamakla beraber, bir kuram geliştirmediğini de belirtiyor. Judt, İkinci Dünya Savaşı ertesinde dünyada siyasal, sosyal ve kültürel bağlamda ne tür değişikilikler yaşandığını gözler önüne seriyor. Ë Dilek ŞENDİL avaş Sonrası: 1945 Sonrası Avrupa Tarihi, Tony Judt’un şimdilik Türkçeye çevrilmiş tek kitabı. Böyle titiz, ayrıntılı bir araştırma sonucu yazılmış bu eser ne yazık ki Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görmedi. Oysa yeni yeni de olsa bugüne nasıl geldiğini, yaşadığı koşulları hazırlayan zeminleri, uzak tutulduğu gerçekleri sorgulamaya başlayan Türkiye toplumunun öğreneceği çok şey var bu kitapta. Yalnızca tarihle ilgilenenlere yönelik değil bu çalışma. Pek çok konuya ışık tutuyor. Uluslararası ilişkilere, bugünü hazırlayan koşullara, yakın geçmişe, Avrupa Birliği’ne giden sürece merak duyanların önünde kocaman bir pencere, yeni ufuklar açıyor eser. KAFA TUTAN BİR TARİHÇİ Cephelerde çarpışmalar sürerken masa başında ne pazarlıklar döndüğünü, propagandanın hangi boyutlara varabildiğini; müziğin, edebiyatın, tiyatronun, sinemanın nasıl kullanıldığının yanı sıra nelerin habercisi olabileceğini, sizden çok uzaklarda olduğunu sandığınız bir olayın sonraki yıllarda kalabalık kitlelerin, büyük toplumların hayatını nasıl etkilediğini, bilinmeyen bir yerde alınan bir kararın birkaç neslin hayatına damgasını vurabileceğini gösterir. Görmesen bile en azından sorular sormaya, sorgulamaya, düşünmeye başlarsın. Bambaşka bakış açıları edinirsin. Doğru, kitap kütük gibi, dizinle birlikte bin sayfayı aşıyor; okumaya pek düşkün olmayan kapağını açmaktan çekinebilir. Kitap okuyan da zamansızlıktan dem vurur. Ama kapağını açıp birkaç sayfa okumaya üşenmeyen, Judt’un dilinin ne kadar yalın, akıcı olduğuna şaşırır, tarihçilerde sık görülmez böylesi. Yazar okumayı kolaylaştırmak için olsa gerek edebiyatın başyapıtlarından yaptığı alıntılarla da yol gösterir okura, öğrenciler(in)e. Kitabın arkasındaki dizini hazırlarken, nice alıntı yaparken, onca kısaltıma yer verirken, sözü geçen kişilerin adlarını kendi dillerinde, kendi fonetik alfabeleriyle yazarken çevirmenleri düşünmemiştir oysa. Yahudi kökenli Britanyalı Judt, İsrail’e kararlılıkla kafa tutan, hükümetlerini kıyasıya eleştiren bir tarihçi. Yaşadığı ABD’de, ülkesi Britanya’da, Fransa’da hükümetlere, “ahlaki bellek yitimi” yaşadıklarını iddia ettiği Derrida gibi aydınlara meydan okuyan, devletine kafa tuttuğu ama halkına gönül verdiği “Hiç Büyümeyecek Devlet” diye nitelediği İsrail’de kendi bildiğince haksızlıklara karşı duran bir solcu. Irak savaşına karşıydı örneğin, İsrail’in Filistinliler’e uyguladığı kötü muameleyi şiddetle kınar, o topraklarda iki devletin varlık göstermesinden yanadır. Ne acı ki böyle titiz, özenli bir araştırmacı, kendini eğitime adamış bir öğretmen, bir tarihçi ölüm duygusuyla tanışıyor daha 65’ine bile gelmeden. Ama belki de çalışan tek organını, beynini belki son kez öğrenciler, gençler ve gelecek kuşaklar için bir kez daha yoruyor. Ölmeden önce, giderek ölüme yaklaştığının bilinciyle Ill Fares the Land’i öncelikle gençler için yazdığını belirtmiş Judt. Yazmak derken, yine Garner’dan öğreniyoruz, yardımcılarına dikte ettiriyor artık kendi eliyle kâğıda dökemediklerini. Judt’un da vurguladığı gibi kafası karışan nüfus çok dünyada. Demek ki kafa karışıklığı konusunda Türkiye yalnız kalmamış. Başta ABD ve Birleşik Krallık, Rusya, Almanya olmak üzere dünyanın belki de tamamı 1989 sonrasından beri hâlâ yaşadığı şaşkınlığın etkisinden kurtulamadı. Bununla da kalmayıp aynı şaşkınlığı bugün yirmili yaşlarında olan çocuklarına da aktardı. 1989’da dünyayı yeniden şekillendirme fırsatının kaçırıldığını savunuyor Judt. “Fiyatını bildiğimiz şeylerin gerçek değeri hakkında hiçbir fikrimiz olmadığına” işaret ediyor. İnsanların artık “Adil mi, doğru mu, haklı mı” diye sormayı bıraktığını söylüyor. Çıkarılan yasaların, alınan hukuki kararların “toplumu ya da dünyayı daha iyi bir yere getirip getirmeyeceğimi” artık sormadığımızı hatırlatıyor. Savaş Sonrası: 1945 Sonrası Avrupa Tarihi’nde, Avrupa Birliği’ne katılım konusunda uygulanan yaptırımların, konulan kuralların doğasına değinirken örneğin Türkiye’nin önündeki “asıl engel … eğer Türkiye AB’ye girerse, Birlik’in dış sınırları Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak ve Suriye’ye uzanacak” olduğu görüşünü savunur. “Avrupa” kıtasını “Musul’un yüz altmış kilometre yakınına taşımanın coğrafi açıdan mantıklı olup olmadığı yerinde bir soruydu (...) güvenlik açısından riskli olduğu su götürmezdi (…) Hem 1994’te Strasbourg’da konuşma yapan Václav Havel dinleyenlere ‘Avrupa Birliği’nin kökleri antik dönemden ve Hıristiyanlıktan gelen değerler dizisine dayandığını’ hatırlatmamış mıydı? (...) Türkler ne olurlarsa olsunlar kesinlikle Hıristiyan değildi.” S BUGÜNÜ ANLAMAK İÇİN Avrupa Birliği’ne aday ülkelere dayatılan kişi başı gelirin de tartışmalı olduğunu Portekiz örneğiyle gözler önüne serer. “Salazar’ın Portekizi’nde genel yaşam standardı kıta Avrupası’ndakilerden çok, zamanın Afrika ülkelerinin özelliklerini taşıyordu: 1960 yılında kişi başı yıllık geliri (Türkiye’deki 219 dolar ya da ABD’deki 1.453 dolar rakamı karşısında) yalnızca 160 dolardı.” Yine de Türkiye’nin “başvurusu 1987’den beri sumen altında” bekletildi, diye açıklar, “başvurusunun işleme alınması geciktirildi.” Yazar bu tutumu çelişkili görüyor olmalı, çünkü şöyle devam eder: “Oysa Soğuk Savaş süresince Ankara NATO’ya sağladığı önemli askeri destekle Batı ittifakının yararlı bir üyesiydi (…) Tampon bölgenin bir parçası olan Türkiye’ye Amerikan füzeleri ve üsleri konuşlandırılmış, Batılı hükümetler Türkiye’ye yalnızca yüksek miktarlarda yardım yağdırmakla kalmamış (…) diktatörlük rejimlerini, azınlıkların (en çok da nüfusun beşte birini oluşturan ülkenin doğu ucundaki Kürtlerin) haklarını ölçüsüzce kötüye kul lanmalarını iyimser karşılayarak göz yummuşlardı.” Ancak Türkiye’nin bugün Birlik üyesi olmamasının bir başka nedeni de, “AB üyeliğine karşı olan Türkler bir zamanlar imparatorluk olan ülkenin şimdi Avrupa kapısında eskiden uyruğu olan ülkelerden başvurusuna destek arayan ricacı durumuna düşerek aşağılandığında ısrar” etmeleri olabilir. “Avrupa ailesine tam anlamıyla katılmak için başka ölçütler de var elbet. Nasıl Sırbistan’daki siyasal kesim Yugoslav savaşlarında işlenen toplu katliamlarla diğer suçların sorumluluğunu üstlenene kadar Avrupa kapısında sürünecekse, Türkiye’nin 1915 yılında Ermeni nüfusuna ‘soykırım’ uyguladığını ısrarla reddetmesi de AB üyeliği başvurusunu engelleyici rol oynayacaktı. “Ancak” diye ekler Judt, “böyle suçların artık siyasal saldırı anlamına gelmesinin, ayrıca ‘Avrupa’nın’ bunlara dikkat çekmeyi ve ‘Avrupalıları’ bu suçlarla ilgilenmeye önem veren insanlar diye tanıtmayı kendine iş edinmesinin sebebi (…) işlenen suça kısmen model olmalarıdır: Bir grup Avrupalının Avrupa topraklarının göbeğinde bir başka Avrupalı grubun her üyesini yok etme çabası hâlâ belleklerde tazeliğini korur” derken insanlık suçları işlenirken göz yumulmasından, iştirakçi olunmasından dem vurur. Öte yandan, kitabı okurken, son günlerde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğine açık ve kesin bir dille karşı çıkan devletlerden biri olan Fransa’nın tutumunu da Portekiz ile İspanya’nın üyelik süreçlerinde takındığı tavra benzetebilir, türlü bahanelerin dönüp dolaşıp ekonomik gerekçelere dayandığını görebiliriz. Portekiz ve (daha da önemlisi) İspanya’nın üyeliği gündeme geldiğinde, Fransızların kesinlikle karşı çıkmalarının nedenini, “şarap, zeytinyağı, meyve ve diğer tarım ürünlerinin maliyeti ve pazarlanması Pireneler’in güneyinde çok daha ucuz” diye açıklar Judt: “Olur da İspanya ile Portekiz eşit koşullarda ortak Avrupa pazarına alınırsa, İber Yarımadası’ndaki çiftçiler Fransız üreticilerle ciddi rekabet içine girerdi.” Önünde sonunda Avrupa Birliği’ne üye devlet olmasına rağmen Fransa’nın ayak diremesiyle İspanya ile Portekiz’in adaylık süreci dokuz yıl sürmüştü. “İspanya, Portekiz ve Yunanistan birleşince Topluluğa 58 milyon insan daha girmiş oldu; bunların çoğu yoksuldu, dolayısıyla Brüksel’in fon programlarından ve yardımlarından alma hakkına sahipti.” Üstelik Fransa nihayet bu ülkelerin üyeliğine onay vermeden önce pazarlık masasında her kozunu oynamış ve kendine çeşitli ayrıcalıklar tanınmasını sağlamıştı. Fransa “en çok yardım alan ülke olmaktan çıkınca (…) kendi ‘kayıplarını’ karşılamak için titiz pazarlıklarla pek çok anlaşma” yapmıştı. Tony Judt’un her bakış açısına katılmak, her görüşünü desteklemek gibi bir zorunluluğumuz yok. Ancak Avrupa tarihi ve de dünya tarihi beni ilgilendirmiyor deme lüksümüz de yok. Zaten tarihin coğrafyası olduğu söylenemez. Tıpkı doğada sınırlar olmadığı gibi tarihin haritasında sınırlar çizilmemiştir. Dolayısıyla, “Avrupa ile Asya arasında sıkışmış, her ikisiyle de bağları ve yakınlıkları olan” geçiş yolu Türkiye’yi anlamanın bir parçası da Avrupa tarihini okumaktan, bugünü daha iyi anlamanın yolu da 1945 sonrasında çeşitli bakış açılarıyla yaşananları öğrenmekten geçer. Çünkü Judt’un aktardığı Sovyetler döneminden kalma bir Ermeni fıkrasında da dediği gibi, “Bizim sorunumuz geçmişle: Sürekli değişen o.” ? Savaş Sonrası: 1945 Sonrası Avrupa Tarihi/ Tony Judt/ Çeviren: Dilek Şendil/ Yapı Kredi Yayınları/ 1032 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1068 SAYFA 15
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle