07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Suç ortağı hikâyeciler: Auster ve Rushdie ‘Asla bir yazara sataşmayın’ Fransız edebiyat dergisi ‘Le Magazine Littéraire’in daveti üzerine bir araya gelen ve aynı yıl doğup , uzun yıllardır dost olan Paul Auster ve Salman Rushdie, derginin yazarlarından Augustin Trapenard’la Salon du Livre de Paris’de buluştular. Anlatı sanatı, sözlü gelenek, New York ve popüler kültür gibi ortak aşkları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdiler. Günümüzün iki önemli yazarının sohbeti bir hayli ilginizi çekecek. Ë Augustin TRAPENARD u edebi dostluğunuzun kökenlerine dönelim. Hangi şartlar altında tanıştınız? Paul Auster: Salman Rushdie’nin, 1981 yılında yayımlanan Geceyarısı Çocukları’ndan beri eserlerine büyük ilgi duyarım ama tanışmamız fetva verildiği 1989’da gerçekleşti. Yazarlık hayatım boyunca yaşadığım en korkunç deneyimdi sanırım. Sadece Salman’a karşı değil, dünyanın bütün yazarlarına karşı yapılmış bir hakaretti o. O yıllarda Princeton Üniversitesi’nde okutmandım ve tepkimizi göstermek amacıyla acilen bir gösteri düzenledik. Bundan birkaç ay sonra, Salman Rushdie, muhteşem bir çocuk kitabı olan Harun ile Öyküler Denizi’ni yayımladı, Amerikalı editörümüz (Viking, Ndlr) o zaman 12 yaşında olan oğlumdan kitap hakkında bir rapor hazırlamasını istedi. Oğlumun Salman Rushdie’ye ithafen yazdığı mektubun sonuna, “Babam, size en içten dostluğunu ve desteğini iletiyor” diye eklemesini istedim. O günden sonra ayrılmaz olduk. Salman Rushdie: Bir hikâyenin çeşitli versiyonları olması ne komiktir. Benim hatırladığımda ise mektup “P.S: Babamın size selamı var” diye bitiyordu. Fetva gibi durumlarda, insan gerçek dostlarını tanıyor. Fetvanın verildiği gün ve ertesi sabah, birçok gazeteci tuhaf bir şekilde ulaşılamaz olmuştu. Meslektaşlarımın destekleri beni çok etkilemişti elbette, neredeyse tek ses olmuşlardı. O dönem PEN’in başkanı olan Susan Sontag’ın dağınık toplulukları bir araya getirmek için her şeyi seferber edişini unutmamak gerekir. P.A.: Ayrıca dostlarımızdan Don DeLillo, fetvanın beşinci yıldönümüne ithafen, Salman’ı destekleyen müthiş bir yazı kaleme almıştı. Hep birlikte, Avrupa veya Kuzey Amerika’daki kitapevlerinden, o gün kitap alan herkesin, bir şekilde, bu savunma metnini kendilerine hediye etmelerini sağlamıştık. S.R.: Sanırım bu mücadelenin en güzel tarafı, mücadeleyi verenlerin politik insanlar olmamasıydı. Kitapevleri, yazarlar, editörler ve okurlar; edebiyata karşı gerçekleşen bu tip bir saldırıyı, şiddetle kınayabilecek gücü olmayan insanlar olmalarına rağmen. Geçmişte kalmasına rağmen, bugün, böyle bir mücadelenin içinde yer almış olmaktan gurur duyuyorum. Ayrıca hatırlatmak isterim, Ayetullah Humeyni ile aramızda olan bu kavgada, birimiz artık yaşamıyor. Bir dost tavsiyesi: Asla bir yazara sataşmayın. “ŞEHRE OLAN BAĞLILIĞIMIZ, EN BÜYÜK ORTAK NOKTAMIZ” Birbirinizin işlerini takip edebiliyor musunuz? P.A.: Elbette, Salman’ın bütün yazılarını büyük bir titizlikle okuyorum. Bu kadar takdir ettiğim ve halen hayatta olan çok az yazar var. S.R.: Ben de deniyorum, yalnız Paul benden çok daha fazla yazıyor. P.A.: Bundan anlayacağınız, yazarlar kendi aralarında ne kitaplardan ne de edebiyattan söz ediyorlar; onun yerine paradan, spordan, aşktan, yemekten bir de edebiyat eleştirilerinden. Zaten, bazı aykırı kişileri halletmesi için birkaç kiralık katille anlaştık. S.R.: Evet, tanıdığım kiralık katiller var, gerçekten. Her ikiniz de muhayyel kentselliği derinlemesine işlediniz, özellikle de New York’u, yaşamakta olduğunuz kenti… S.R.: Şehre olan bağlılığımız, sanırım en büyük ortak noktamız. Kendimi her zaman kentin yazarı olarak gördüm, B Paul Auster, “Her zaman bir kentliydim. New York’tan Paris’e, ki orada da yaşadım, bu büyülenme hiç geçmedi. Ben taş ve çimento insanıyım...” diyor. Bombay, Londra ya da New York, fark etmiyor. Şehrin gürültüsünü, kokularını, kalabalığını, şiddetini seviyorum. Yazılarım ve bütün kitaplarım bundan tartışılmaz şekilde etkilenmiştir. Ayrıca New York bu tip hikâyeleri yaratma özelliğine sahip, örneğin bir göçmenin hikâyesi yavaş yavaş Amerikan rüyasına dönüşebiliyor. O kadar misafirperver bir şehir ki birkaç gün geçirmeniz, kendinizi evinizde hissetmenize yeter. Yalnız benim New York’a olan bağlılığım daha çok Bombay’la olan ilginç ortak geçmişlerinden kaynaklanıyor. Bombay’ın, Portekiz Prensesi Bragançalı Catherine’in II. Charles’la evlendiğinde, çeyizinin bir bölümü olduğunu ve bu sebeple İngiliz sömürgesine geçtiğini biliyor muydunuz? Hükümdarlıkları döneminde Manhattan açıklarında, iki kontluk imparatorluğa bağlanıyor, Kingsborough (Brooklyn) ve Queensborough (Queens), böylece Bombay ve New York aynı kraliçeye sahip oldu. P.A.: Her zaman bir kentliydim. New York’tan Paris’e, ki orada da yaşadım, bu büyülenme hiç geçmedi. Ben makadam, taş ve çimento insanıyım. Şehrin titreşimlerini ve hararetini yakalamayı başardığı kitabı Öfke’deki New York tasvirinden de anlayacağınız gibi Salman’da öyle. Sanırım 11 Eylül 2001 tarihinde yayımlandı ve o dönem Amerika’nın içinde bulunduğu kaosun ortasında biraz kayboldu. S.R.: Evet, bir kitap yayımlamak için pek de iyi bir tarih sayılmaz! Ama bir yıl sonra, Öfke’den yaptığım halka açık okumalardan biri de New York’taydı, salonda büyük bir heyecan ve devasa bir özlem hissediliyordu. Şehrin hemen önceki portresiydi. Bu bugün bana, Amerika’da çok ünlü olan Doonesbury adlı çizgi romandaki karakterin diyaloğunu hatırlattı: “Hayatımda en çok özlemini duyduğum şey 10 Eylül’dür,” der. Ben de Öfke’nin bir 10 Eylül kitabı olduğuna inanmak istiyorum. Amerikan kökenli bir çizgi romana atıfta bulundunuz, tıpkı Paul’un da bir filme bulunabileceği gibi. Yazılarınıza işlemiş olan bu popüler kültür, sizi aynı zamanda yakınlaştıran öğe değil mi? P.A.: Sanırım romancıların ödevlerinden biri de insani deneyimlerinden hiçbirini yok saymamak. Hayatlarımız, sinema, pop müzik, beyzbol ile inşa edilmiş durumda ve bu referansları, bu deneyimlerimi yazılarımda kullanmasaydım büyük aptallık etmiş olurdum. S.R.: New York’a taşındığımda Paul’un bana ilk hediyesi, bir beysbol ansiklopedisiydi. Romanlarımda, Batı ile Doğu arasında köprüler kurarken popüler referanslardan yararlandığım bir gerçek, ama popüler kültür diye adlandırdıkları şeyi sınıflandırmakta, hiyerarşik bir düzene sokmakta zorlanıyorum. Bildiğiniz gibi, ben, Bombay’da Elvis Presley dinleyerek büyüdüm ve bu, ne popüler ne de o kadar Amerikalı gelirdi. O dönemlerde, sinemalar daha çok Batılı film gösterirlerdi, hatta MGM’in bütün müzikal komedi filmlerini izlediğimi hatırlıyorum örneğin. Metropolde büyümenin avantajı dünyanın her yerinden gelen etkilere açık olmanız. Orada burada “çokkültürlülük” diye adlandırılan bu karışım, bende her zaman mevcuttu. P.A.: Bende de, sinemaya olan tutkumu itiraf etsem dahi. İlkgençlik çağlarımda, yönetmen olmayı hayal ederdim, ancak ne buna cesaretim vardı ne de kendime güvenim. Bu, buraya gelene kadar kat ettiğim yolu an¥ latmak içindi. Sinemaya geri dö SAYFA 16 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1068
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle