Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Değil mi? Hani Meclis’in üçte ikisi olayı... Değil!.. O sanal bir çoğunluk. Mussolini yasasından kaynaklanan bir çoğunluk. O yüzde onla İtalya senatosunda tek başına iktidar çoğunluğu kazanmıştı. Yüzde doksanın ödediği bedel de, Mussolini’nin ödediği bedel de ortada. Benim bildiğim çoğunluk, dünyanın her yerinde en az yarıdan bir fazladır. Güncel iktidarı oluşturan Meclis çoğunluğu seçmenin yarısından bir fazlasını mı temsil ediyor, azını mı? Çoğunu etseydi, aynı toplumsal travma, aynı şiddette yaşanır mıydı? İşte Bade Harab’ın itirazı buna. Sanal çoğunlukların, demokratikleşme fırsatını kaçırdıktan sonra, toplumsal dayatmaya kalkışması yanlış. Gün günden eşitlik ve paylaşımın örselenmesi sadece haksızlık değil, aynı zamanda hem hırsızlık hem yolsuzluk. Çünkü toplumsal çoğunluğun istenci çalınmakla yetinilmemiş. Bir de ona azınlığın ideolojisi dayatılmaya kalkışılmıştır. Bunun sonucu kaçınılmaz biçimde, hırsızın polis, sanığın yargıç, gardiyanın mahkum olmasıdır. Çünkü başka türlü haksızlığın üstü örtülemez. Örtülemeyince de korku imparatorluğunun keyfi sürülür sanılmasın. Kırılma toplumla devletin bağını bütünüyle kopardığı an, heveslinin taraftarı ne kadar çoksa, o kadar fazla hüsran, fazla acı yaşanır ve karanlıklar aydınlanır. Bu yüzden alınmayan derslerle, yinelenecek dertlerin alegorisine romanın elverdiği genişlikte yer vermeye çalıştım. DÜZENİ KABUL ETMİŞ AYDIN HALLERİ Efendili kullu çağlar. Eşitlik, rızık, sevap, günah ve benzeri birçok kavramda “ayrım”lar. Dine yamanan en hükümran “ulema.” Sonra bilgi, birikim, emek en yüce değer diyor “Obadan Ulusa.” “Ve biz ne ilkiz, ne de son. Egemenlik tutsaklarının aklı, bizi yok ederlerse, insanın iyiliğiyle, doğruluk ve güzelliğini yok edeceğini sanıyor. Yanılıyor!.. İnsanı... Onun içinin içindeki iyiliği... Oradan dışa vuran güzelliği... Ve emekle üretilen doğruyu asla yok edemezler. Bir süre bastırırlar... Bir açmaza saptırırlar. Hatta bir zaman durdururlar. Ne var ki, insan yüreği attıkça, bastırılanı besler. Saptırılanı düzeltir. O yüzden iyi de, doğru ve güzel de insan var oldukça, ya gerçekleşecek, ya özlemin isyanına dönüşecektir” diyor. Bedelleri veya yanılgıları da irdelenerek.. Bir an yer değiştirmemize izin verirseniz sorum şu: Yalan ya da yanlış mı? Olur mu? Elbette değil. Devam edelim, savaşlar... Hünerli yiğitlerin yazdığı destanlar... Dünya bilmem kaçıncı kez yanıyor yine. Sulh hak getire, kana susamışlar ordularca meydanlarda arzı endam ediyor. Bu nasıl bir yapıt ki benim dilimi de kendine benzetiyor, bir anafor gibi içine çekiyor. Genel adına nasıl bir okuma arzu ettiniz diye sormalı. Hem umar hem dilerim ki, herkes sizin gibi okur. “Ne cennetten vazgeçmek mümkün... Ne ölümden kurtulmak!.. Zerdüşt’ü öldürttüler... Sokrates’i zehirlediler... Mazdek’i canlı canlı gömdüler... Mansur’un kellesini kestiler... Ebu Müslim’i boğdular. İki bin yıldan artık, iyi, doğru ve güzel izindeki nice insana kıydılar. İyi, doğru ve güzelin özlemi arttı. Korku isyanı biriktirdi. Biz ortaya çıktık! Eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet ve barışı imeceye kattık. Dört yön, yedi iklimin bütün sahipkıranlarını karabasanlarla uykularından sıçrattık. Tek tek saldırdılar, püskürttük!..” Hep ¥ umut, hep umut... Ve isyan... Ve..? İnsana, geleceğe, aydınlığa, kendine güven. Umut da insan da tükenmez nasılsa. Çelişkileri ve hafsalasıyla İbni Bibi’ye gelelim. Onun çelişkisi yaman! Anlatır mısınız İbni Bibi’yi? Müverrihlerle râviler de içinde, tarihçiler genellikle yargıçtır. Bu nedenle, yüzeyden bakıldığında çoğun tarihin hükmüyle, tarih yazanın hükmü birbirine karışır. Bibi, öylesi değil. Düzeni olduğu gibi kabul etmiş bir aydın. ElEvamirül Alâ’iyye, FiUmur’il Alâ’iyye’sinin Farsça yazmasının dokuzuncu sayfasında kendi itirafıdır: “Bana efendim tarafından gerçek bir Selçuklu tarihi yazmam buyruldu. İncelemelerim sonucunda gerçeğine gerçeğince erişemediğimden, yaşadıklarımı anlatmaya giriştim” diye harika bir özeleştiri örneği veriyor. Oysa gözlem ve aktarım dili olağanüstü! Şu betimlemelere bakar mısınız? “Hilkatin görünmeyen nakkaşları, ilkyaz gelininin yakasına misk ve cebine gül doldurdukları bir zamanda; Anadolu Selçuklularının en Kudretli Sultanı Alaaddin Keykubât, Hazreti Süleyman gibi mesafeleri yutup yok eden soylu atı üstünde Antalya’ya giderken Egrinas’a uğradı. Orada öyle bir kubadabad (mesire) gördü ki, eğer cennetin bekçisi bu yere erebilseydi, cennetten ayrılır, hayretle parmağını ısırırdı. Toprağı yeşilliklerden firuze renkli, laleleri kandamlaları idi. Pınarlarının her köşesinden su yerine sanki gülsuyu yahut berrak gözyaşı akıyordu. Havası misk kokulu, zemini nakışlı, her tarafı çeşitli kuşlarla dolu idi. Bir tarafta süt gibi tatlı, Çin ipekleri gibi dalgalı yeşil bir deniz, içinde meyve ağaçları ile süslenmiş yakın bir ada vardı. Denize doğru akan bir pınar vardı ki gören ihtiyarlar gençleşirdi.” Bunları böylesine güzel yazan biri, kitabında kaçışının özeleştirisini yapmaktan da çekinmiyorsa, yeri ışık olsun!.. Bir romanın iç dinamiğini oluşturacak, çelişki ve tutarlılıklarını sergileme fırsatına sahip kahramanı demektir. Elbette yazan, bütün o gelgitleri aktarabiliyorsa. Umarım aktarılmıştır. “Bilinen gerçektir. Her zaman her yerde her yeniliğe direnen bağnazlar olmuş. İlk ağızda pısmış, yenilmiş, hatta tümüyle ortadan kalkmış gibi görünseler de, her hamleyi kemire kemire çürütmenin yolunu bulmuşlardır.” Tehlikenin farkında mısınız daha güzel denemezdi! Vay ders almayana! Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözüdür; “Ders alınsaydı, yinelenir miydi?” “Geçmiş iyi bilinirse, kök ve köken tanınır. Tohumun başağı, filizin meyvesi çok fazla yanılmadan tanımlanabilir. Üreten önlemini bu tanıma göre alırsa, ziyanı önler, ürünü yararlandırabilir.” Romanın bir amacı da bu değil mi? Romanın diliyle söyleyeyim; Alkış!.. Özü bu!.. “Obadan Ulusa”nın devamı nasıl gelecek, sonraki cilt/ciltleri anlatır mısınız son soruda? Birinci kitap, bin yılın ilk buluşmasını anlatıyordu. İkincisi bunun nasılıyla, sonuçlarını… Uluslaşmanın devlete dönüşmesini… Devletin toplumuna dayanarak büyüyüp yayılmasını konu ediniyor. Üçüncü kitap ise ilk kırılmayla, çözülüşün öyküsünü anlatmaya çalışıyor.? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Obadan UlusaGeçmişin İzi Geleceğin ÖzüBade Harab I/ Erol Toy/ Cumhuriyet Kitapları/ 398 s. SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1062