25 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ian McEwan’dan ‘İlişkiler’ Ian McEwan Sefalet içimizde İnsan ruhunun kötücül yanlarına ilgisiyle tanınan Booker ödüllü İngiliz yazar Ian McEwan’ın İlişkiler adlı kitabı, yazarın bu ilgisini çeşitli uçlara taşıyan kısa ve çarpıcı öykülerden oluşuyor. Ë V.S. PRITCHETT / Mac DIVA (*) ünümüz edebiyatının en dikkat çekici yazarlarından biri kabul edilen Ian McEwan’ın ilk kez 1978 yılında yayıMlanan ve yedi öyküden oluşan kitabının orijinal adı, aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin de adı olan In Between the Sheets, yani Çarşaflar Arasında. Bu isim, iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi, ilk akla gelebilecek biçimde, sevgililer ya da aralarında herhangi bir tür cinsel bağ olan insanlar arasında olup bitenler. Fakat örneğin yazıyla daha yakın ilişkisi olan birinin aklı, otomatik olarak “sheet” kelimesinin “tabaka, yaprak” şeklindeki diğer anlamlarına gidebilir ve bu da onu “kâğıtlar arasında” gibi bir yoruma götürebilir. Dolayısıyla kitabın adı, yazarların kâğıda döktükleri ve bu süreçte yaşadıklarına yönelik birtakım çağrışımlar uyandırabilir. Kitapta, her iki yorumu da destekler nitelikte öyküler var. Kitap, Soho’da pornografik ürünler satan bir dükkânın sahibi olan iki kardeşi anlatan “Pornografi” adlı öyküyle açılıyor. Ağabey histerik bir hırsla, porno dergilerden kazandığı parayı arttırarak “yırtmanın” yollarını ararken bezgin kardeşi, aynı hastanede çalışan iki hemşireyle birden ilişki kurarak “kaşınıyor.” McEwan öykünün bu noktasına kadar, Soho pisliği, uyduruk kiralık odalar, leş gibi banyolar, asık suratlı maço tavırları, nahoş kokular, kötü yemekler ve ucuz içkilerden oluşan bir dünyayı neredeyse takıntılı bir gerçekçilik ve takdir edilesi bir gözlem gücüyle betimliyor. Bu noktadan sonra ise öykünün yönü, çok iyi bildiğimiz bir ergenlik fantezisine dönüyor: Hemşireler, genç adamın kendilerini aldattığını ve üstelik bir de hastalık bulaştırdığını anladığında güçlerini birleştirip ona tatsız bir sürpriz hazırlıyor ve bu melodram, gücünü gerçekçiliğinden alan öyküyü ani bir dönüşle, “maço erkeği alt eden kadın gücü” çığlıklarının atıldığı fantastik bir sona sürüklüyor. Kitabın en sıra dışı metinlerinden biri olan “Tutsak Bir Maymunun Düşündükleri”, yazarın yazma sürecini ve bu süreçteki mücadelesini açıkça ortaya koyuyor. Bu tuhaf öykü, evcil bir maymunun ağzından anlatılıyor. Maymun, halen evinde yaşadığı Sally Klee adında bir kadın yazarın eski sevgilisi ve aralarındaki arzunun solup gidişini, kadının onu kendinden uzak tutma çabalarını kendine has, hayvanca bir üslupla dile getiriyor. Bu arada Sally Klee, edebiyat alanında tek atımlık kurşununu kullanmış ve sağlıklı orta sınıf bir çiftin, başarısızlıkla sonuçlanan bebek sahibi olma çabalarını anlatan romanı iki buçuk yıl önce çok satanlar listesine girmiş. Şimdi Sally, yeni bir romanla yeni bir çıkış yaparak geçmişteki başarısının tesadüfi olmadığını kanıtlamanın peşinde. Ne yazık ki kendisi bir tür yazar tıkanıklığı yaşıyor ve bunun gerginliğiyle maymunu daha da fazla itip kakıyor. Fakat burada asıl soru şu: Acaba maymunun kendi bitlerini ayıklayan ve “kişisel olmaktan çok evrimle ilgili olarak gülünç sesler çıkaran” bir varlık olması, üstüne üstlük cinselliği de içeren bu ilişkinin Sally’de mantar ve kaşıntıya yol açması, maymunun sunduğu şefkat ve sevginin reddi için yeterli ve geçerli bir sebep mi? Bugüne dek, Cervantes’ten Kafka’ya, kim bilir kaç yazar hayvan zihnini hikâyelerinde yansıttı fakat bunlardan hiçbiri, bu canlıların açgözlü cinselliğine yer vermemişti. Dolayısıyla bu öykünün, hikâye anlatımında yepyeni bir tarz denemesi olduğunu söyleyebiliriz. Öykünün bir diğer ilginç yanı ise sanatın yalan dolanla dolu dünyasına dair sağlam analizler içermesi; tıpkı şu paragrafta olduğu gibi: “Yoksa sanat meşgul görünmek istemekten başka bir şey değil miydi? Daktilo tuşlarının peş peşe tıkırtılarının gidermeye yettiği sessizlik korkusundan, can sıkıntısından başka bir şey değil miydi? Kısaca, bir romanı ustalıkla işlemek onu tekrar yazmak, sayfa sayfa yeni baştan daktilo etmek için yeterli miydi?” Yedi öykünün en iyilerinden biri olan “İki kesit: Mart 199”, McEwan’ın kâğıtlar arasında ortaya çıkan virtüözlüğünün açık bir kanıtı. Bu küçük distopya, ne olduğu belirsiz bir felaket sonrası bu bir doğa felaketi olabileceği gibi nükleer savaş ya da devrim de olabilirhayatın tamamen değiştiği, ağır tahribata uğramış Londra’da yaşayan bir babakızın iki gününü anlatıyor ve içerdiği ayrıntılarla, klasik melodramdan uzak bir kıyamet sonrası portresi çiziyor: Şehirde ulaşım, elektrik, su, gaz gibi temel ve metropol hayatının tüm kontrolünü elinde tutan ihtiyaçlar karşılanamıyor, yiyecek kıtlığı yaşanıyor. İnsanlar Thames Nehri’nin pis sularından avladığı balıklarla yetinmek zorunda kalıyor, sokaklarda yaktıkları ateşlerin çevresinde oturuyor ya da şehirde amaçsızca dolanıyor. Herkes sadece hayatta kalmaya çalışıyor ve Henry’nin eski sevgilisi Diane’e söylediği gibi, “artık plan yapmadan hayatta kalmak olanaksız”; özellikle de kızı büyümekte olan bir adam için. Öykünün başlarında, para kazanmak için bir sokak gösterisinde ergenlik çağındaki kızını sömüren ve hatta onun hayatını tehlikeye atan bir diğer babayı izleyen Henry’nin, bu kaynakları sınırlı dünyada başlarının üzerinde bir çatı ve sofralarında ekmek olmasını sağlamak için acaba kendisinin ne kadar ileri gidebileceğini düşünmesi gerekiyor. Fakat kıyamet senaryosu gerçeklerinin tüm çıplaklığı ve soğukluğuyla başlayan öykü, tipik bir McEwan manevrasıyla fantastik bir yöne dönüyor ve grotesk bir yemek sahnesiyle noktalanıyor. Kitaptaki bir diğer dikkat çekici ibret öyküsü, “Gelirken Ölürler.” Bu öykünün temel gücü, McEwan’ın birçok yapıtında olduğu gibi, ayrıntılardaki yarı bayağı zarafette yatıyor. Öyküde zengin bir adam, bir mağazanın vitrinindeki vitrin mankenine âşık oluyor ve onunla birlikte olmayı kafaya koyuyor. Paranın satın alabileceği bir şey istediği için, mankene rahatlıkla kavuşabileceğini tahmin etmek zor değil; zaten kendisi de bunu biliyor: “Kolay, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Paran var tabii. Dilersen bütün dükkânı alabilirsin. Caddeyi eline geçirebilirsin. Caddeyi satın alabilirdim elbette, daha başka caddeleri de. Ama dinleyin. Bu hiç de öyle basit bir iş değildi. Yatırım yapacak bir arazi almaya kalkmıyordum. İş hayatında teklifler verilir, riskler alınır. Oysa bu konuda yanılgıyı göze alamazdım, çünkü Helen’ı istiyordum, Helen’ıma ihtiyacım vardı. En büyük korkum umutsuzluğumun beni ele vermesiydi. Pazarlık yaparken soğukkanlılığımı koruyacağımdan emin olamıyordum. Çok fazla bir fiyat vermeye kalksam dükkân sahibi nedenini merak edecekti. Madem benim için değerliydi, demek ki bir başkası için de değerli olabilir sonucunu 1988 yılında Amsterdam adlı romanıyla Booker Ödülü’nü çıkaracaktı (o da bir işadamı dekazanan Ian McEwan’ın yapıtları kimi zaman karanlık, ğil miydi?)” Mağazada geçen bu hatta acayip olarak tanımlanır, çünkü bu yapıtlarda kâbuslar, hayaller ve gerçekler iç içe geçer. gülünç sahneden sonra adam mankeni eve getiriyor, onunla yatıyor, onun “varsayımsal” tatmininin ve pasif güzelliğinin tadını çıkarıyor. Onunla sohbet etmekten büyük keyif alıyor; çünkü Helen, eve daha önce gelen “kanlı canlı” misafirler gibi onun lafını kesmiyor, karşı savlar ileri sürmüyor, varoluşunun en belirgin özelliği olarak hiç ses çıkarmadan, hiç kımıldamadan dinliyor: “Evimde ağırladığım diğer insanlarla sohbet etmek bana her zaman sürtüşme, rekabet, yanlış anlamanın hendekleriyle çitlerinden atlanan bir engel gibi gelirdi. İdeal sohbette iki kişi de kendi düşüncelerini hiç çekinmeden, önermeleri durmaksızın tanımlayıp güzelleştirmeye ve vardığı sonuçları savunmaya kalkmadan enine boyuna ortaya koyardı. Sonuca varılmazdı. Helen ile ideal sohbeti sürdürebiliyordum, onunla konuşabiliyordum. Kımıldamadan oturuyordu; gözlerini tabağının birkaç santim ötesine dikmiş, beni dinliyordu.” Belli ki Helen’ın elinden başka türlüsü gelmiyor; ve yine belli ki öykünün başkahramanı gerçek iletişimin sırrını tek taraflılıkta, yani sadece “iletmek”te bulmuş! Fakat zaman, her aşkı olduğu gibi bu aşkı da pembe bulutlardan yere indirerek şüphenin kara çamuruna buluyor. Kahramanımız, şoförüyle Helen arasında yasak bir ilişki yaşandığından şüpheleniyor ve Helen yine varoluşunun o kaçınılmaz özelliği nedeniyle konu hakkında yorum yapmaktan ısrarla kaçındığı ve kendisine yöneltilen suçlamalar karşısında sessiz kaldığı için, büyük bir öfkenin kurbanı oluyor ve adam tarafından tecavüz eşliğinde yastıkla boğularak öldürülmekten kurtulamıyor. Öykünün en ilginç yanıysa, sanat uzmanı zevkinin ayartıcı etkisine yönelik saldırı: Başkahraman, kendini mastürbasyona vermiş ergen hevesiyle evinde değerli sanat eserleri toplarken Vermeer, Blake, Richard Dadd, Paul Nash, Rothko, vitrin mankenini öldürdükten sonra bu “ölü” eserlere saldırıyor: “Hepsini yırttım, ayaklarımın altında çiğnedim, ezdim, tekmeledim, üzerlerine tükürdüm, işedim… biricik eşyalarım… ah ne değerliydiler…” 1988 yılında Amsterdam adlı romanıyla Booker Ödülü’nü kazanan McEwan’ın yapıtları kimi zaman karanlık, hatta acayip olarak tanımlanır, çünkü bu yapıtlarda kâbuslar, hayaller ve gerçekler iç içe geçer. Fakat edebiyatta grotesk lezzetlerden hoşlananlar onun yazdıklarını mutlaka sevecektir. Bu kitaptaki öyküler, okura söz konusu lezzetleri tadımlık olarak sunuyor. Bir hikâyeyi okuyup bitirdikten çok sonra bile ara sıra onun hakkında düşünmeye devam etmekten hoşlanan edebiyatseverlerdenseniz, İlişkiler’i mutlaka okuyun.? (*) V. S. Pritchett’ın The New York Review of Books ve Mac Diva’nın www.blogcritics.org’daki yazılarından derleyen: Esen Tezel G İlişkiler/ Ian McEwan/ Çeviren: Dilek Şendil/ Turkuvaz Kitap/ 136 s. SAYFA 10 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1062
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle