18 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K ir yazıncı, orta malı alışkanlıkların rüzgârına kendini kaptırarak yapıt verimleyebileceği kuşkusunu hiçbir zaman gözden ırak tutmamalı. Çünkü sözcükler, kahramanlar, olaylar, ilişkiler, yazar ayırdında olmadan işbirliği yaparak sığ bir beğeni yanılsaması yaratıp yazarı kandırabilir. Bu nedenle o, dosyalarına kuşkuyla yaklaşmalı; bu veriminin ötekilerine benzeyip benzemediğini, onlardan sıyrılıp sıyrılamadığını her kezinde yeniden yeniden kendine sormalıdır, hem de her an. Sanat, alışkanlığa dayalı bir üretim eylemi değil. Ama ne yazık ki dünyamız, alışkanlıkla üretilen, yinelendiği için çürümüş, yaşam özü barındırmayan şiirler öykülerle, romanlar oyunlarla, denemelerle vb. dolu. Hele romanda bunun milyonlarca örneğine rastlamak olası. Herkes ucundan tuttuğu ya da içine girdiği yaşamın roman için yeterli olacağını sanıyor. En başta da kendi yaşamına böyle bakıyor. Roman yazmak, yeni bir evren yaratmanın en ilkel, en sıradan ya da en çocuksu veya nahif yolu sayılabilir. Zaten yazınsal tür olarak da aydınlanmanın, sonuçta birey olmanın, bunun bilincine varmanın ürünü değil mi adına roman dediğimiz yazınsal tür? Tanrının merkezden kaydırılıp yerine insanın geçirildiği bir çağın karakteristik verim biçimi ise roman, kişinin bu yolda çaba içine girmesinden doğal ne olabilir? itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Bir roman niye yazılır?.. gittiğini, romanları için daha önce başka yazarlar tarafından kurulmuş evren modellerinden kendine seçtiğini, kitaplarını bu modellere göre yapılandırıp ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Diyeceğim o ki, romanlarında herhangi reddiyeyle ya da seçenekle karşılaşılmıyor yazarın. Tam tersine bu romanlarda popüler bir film senaryosunun izleri de sürülebiliyor. Cellat Mezarlığı’nda da ilk romanındaki gibi kahramanların enikonu çizgiselleştirildiği görülüyor. Kendisine eşcinselmiş gibi davrandığı için Okan’ı öldüren Fuat dışında. Oysa annesi de oğlunun eşcinsel olabileceği kuşkusu içindedir. (123) Aynı kuşkuyu Başkalarının Kokusu’nda Tamer için de annesi besler. (230) Ayşe’ye benzeyen bir anne daha: Sevim, Fuat’ın annesi. Elöyküsel anlatımla da olsa Fuat’ın annesinin çok iyi yapılandırıldığı, psikolojik oluntularıyla romana müthiş dinamizm kattığını söylemek olası. Yazar, ilginçtir, her iki romanında da anne oğul bağımlılığının ilginç örneklerini veriyor. Böyle bir ilişki yönünde okurunu kışkırtıyor hatta. Bu arada Afyon’un bir köyünden rastlantılarla İstanbul’a gelip Çivili’deki cellat mezarlığında bekçilik görevi alan İsa’ya da iyi yapılandırılmış roman kahramanı gözüyle bakılabilir. Ne var ki “hayat garip tesadüflerle dolu elbette” (31) derken yazar, bu rastlantısallık yaşamda kabul görse bile gerekçelerini tam anlamıyla döşemedikçe, hiçbir rastlantının romanda kendisine yer bulamayacağını, bunun gerçektenlik duygusunu zedeleyeceğini hep göz önünde tutmak zorunda. Bu çerçevede katil Hamit’in ilişkilendiği Halit’in babası Musa, Bursa’da kamyon şoförlüğü yaparken sevgilisini vurduğu için Nâzım Hikmet’le aynı hapishanede yatmış olabilir elbette. Ama Halit’in ablası Melek’in altıyedi yaşlarında “bluzunun içine sıkıştırılmış” halde “şairle Musa”ya esrar götürdüklerini söylemek (166) densizlik değilse nedir? (Bu konuda bak.: Güney Özkılınç; Nâzım’ın Bursa Yılları /Anılar, Tanıklar, Fotoğraflar, Bilinmeyenler, Evrensel, geliştirilmiş ikinci basım, 2010) Aslı E. Perker, bu satırların ne anlama geldiğinin ayırdında mı acaba? Ya Rıfat Ilgaz da yayımlayan Çınar Yayınları? YAZILMIŞYAZILMAMIŞLIĞINDA İLK ROMAN Bir yazarı roman kaleme almaya zorlayan tek dayanak olmalı bana kalırsa: Ben bu romanı yazmasaydım ne eksik kalırdı? Ne gibi felaketle karşı karşıya kalırdı roman sanatı? Haldun Taner adlı piri fani o son güzel İstanbul efendisi ustamızın söylediklerini usumda kaldığınca aktarmaya çalışayım şuracıkta genç yazarlar için: “Elbet benim de yazacağım, yazmak istediğim pek çok şey var. Ama yazamasam ne gam, insanlık bundan bir şey kaybetmez ya…” Sanırım o büyük, çağlar aşırı yazarlık bu iki soru arasında kolan vurup salınıyor: Öyle bir roman yazmalıyım ki, bunu yazmamış olmanın hesabını verememiş olmamalıyım insanoğluna… İlk romanlarla haşır neşir sorunlar üzerine düşünce gevişlerine yönelmek üzere şu birkaç hafta boyunca hep bu konuların çevresinde dolanacağız. Aslı E. Perker’i de bundan böyle dikkatle izleyeceğim yeni romanlarında… İlk romanlarını verimleyen andığım anamadığım romancılar bizim yazarlarımız çünkü, onlarla biz değil de aydakiler mi ilgilenecek? Ama şu da unutulmamalı; bir yazar, ancak sergileyeceği inatçı, sabırlı tutumla, direngenlik, süreğenlikle alanda kendine yer açabilir kanısındayım… Bir zamanlar usta işi bir ilk kitapla gönülleri fethettikleri halde susup kalmışlarsa eğer, bu, onları yazın tarihi içinde kimsesizler mezarlığında kalmaktan kurtaramayabilir hiçbir zaman… Haftaya aydınlanma tarihimizdeki Sivas fotoğraflarına göz atıp sonraki hafta yeniden döneceğim konuya, ilk romanlara…? SAYFA 35 B Öyleyse insan, ya yaşadığı evreni lanetleyip ona muhalefet etmek ya da bu evrenin karşısında seçenekler üretmek için roman yazacak demektir! Bakın dünya roman coğrafyasına; milyonlarca roman arasında yine de bu evrenle uyuşan tek bir roman göremezsiniz… Bu evrenle uyuşan metinler, Tanrının merkezde tutulduğu kutsal metinlerdir, onlar, Tanrının yarattığı bu evrenin tanıklığını yapan onaylayıcılardır çünkü. Eğer roman, böyle bir kayma gösterirse kutsal metinlerle buluşacaktır giderek, o zaman da kendi varlık nedeni kalkacaktır ortadan. Nitekim günümüzde özellikle son otuzkırk yıldan bu yana bireyleşmek yerine uyarlaşıp kullaşmanın genel kabul gördüğü gözleniyor… Buna göre dünya roman verimi üzerine görece bir kutsal metin gölgesinin düşmeye koyulduğu savlanıp, bunun artık yazarlarca da kabul görmüş bir yaklaşım biçimi haline dönüştüğü öne sürülebilir pekâlâ. İyi de roman, doğasındaki muhalif özü yitirdiğinde biz ona romanmış gibi bakmaya devam edecek miyiz yine? Öte yandan herhangi ustalık ya da başkalarını ikna etme yeterliğini beklemeden somut bir evren yaratabilmenin en uygun formu olarak alınabilir roman yazımı. Romana oranla çok daha fazla sayıda şiir, öykü yazılıyor, resim, beste yapılıyor, film çekiliyor, oyun sahneleniyor olabilir… Ama bu türlerde verimleyicinin kendini, başarılı olduğu yönünde ikna edebilmesi çok güç. Çünkü bunların ön denemelerini sergileyenler, bu yolda başarı kazanamadıklarını görebiliyor çabucak. Oysa roman, yalnız deneyim boyutunda da olsa, oylumlu bir kitap halinde yayımlanmak zorunda. Sonra romancılar, açıkağız dinlenen fal yorumcuları gibi saman alevi halinde bir anda parlayabiliyor görece… Yazar, yayımladığı her romana ilk romanıymış gibi bakabilmeli. Bir de gerçekten ilk romanlarını yayımlayanlar var, kabuklarını ilk kez çatlatan yazarlar olarak. Bu çerçevede yeni bir roman yazarıyla tanışmaya ne dersiniz? Aslı E. Perker (d.1975), Çınar’ın yayımladığı iki romanını ulaştırdı: Başkalarının Kokusu (2005), Cellat Mezarlığı (2009). YENİ BİR ROMANCI: ASLI E. PERKER Andığım romanlar elime ulaşana dek, ne yalan söylemeli, böyle bir yazarın varlığından bile habersizdim. Perker’in her iki kitabı da, okur ilgisi ölçüt alınarak yapılandırılmış romanlar olarak görünüyor. Merak öğesinin temele yerleştirilmesi, ilkinin polisiye örgüye dayalı, ötekinin açıktan açığa polisiye olması, romanın içyapı bağlamında kavramsallaşmaya yönelmek yerine kahramanların ilişkilendiği olaylar örgüsü içinde sıkışarak bu çerçevede bir aktarmacılığı yeğlemesi, ister istemez böyle bir yargıya götürüyor insanı. Şimdi bu romanlardan içeri girerek bunları deşmeye çabalayalım birlikte… Başkalarının Kokusu’nda genç yazar, özöyküsel anlatımla birbirine teyellediği toplam sekiz kahraman aracılığıyla bir roman evreni kurup getiriyor önümüze. Reklamcı Zeynep’le eski kocası Volkan, harıl harıl romanlar da yazan hemşire Süreyya ile ailelerinin kendisine nişanlı olarak öngördüğü bankacı Bülent, gazeteci Melis ile yakın dostu, tarihbilimci, eşcinsel Tamer, sonra Melis’n röportaja gittiği kadının anlatımlarından hareketle yazarın romanda aks yarılmasını göze alıp yüzyıl öncesine sıçrayarak romana buyur ettiği “talihsiz” Fecir ile paşa kocası İzzet… Cinliklerle örülü, alaysamalı bir anlatımı var Peker’in. Yazar, bu anlatımını yarattığı kahramanların neredeyse tümüne dağıtıp, onları bir ölçüde özdeşleştiriyor elinde olmadan. Öte yandan köpürtülü, kıpırdak anlatımını bir anda dramatik, hatta tragedik açılımların önüne çıkararak kahramanlarını bununla karşı karşıya getirip okurunu enikonu şaşırtmayı da başarıyor bu arada. Sıkı ilmekli, hızlı tartımlı anlatım romanın çarçabuk okunmasını sağlıyor sağlamasına da, bu durum kitabın gerekirlikleri yerine getirilmiş yetkin bir roman olmasını sağlıyor mu sorusunu açıkta bırakıyor. Buna olumlu yanıt verebilmek çok güç görünüyor. Bunun nedenlerini üç öbekte toplamak olası: 1. Yazınsal dil yetersiz, bu doğrultuda Peker’in kendine özgü bir dil kurabildiğini söylemek oldukça güç, 2. Soyutlayım doyurucu değil, bu nedenle roman, olay aktarıcılığıyla geliştirilmiş izlenimi bırakıyor, 3. Karakter yapılanmasında hemen her kahraman birbirinin kopyası değilse de benzeri olarak çıkıyor karşımıza. Gerçekten roman kişilerinin çizgiselleştiği görülmüyor değil zaman zaman. Örneğin yaş eşikleri birbirine çok yakın olsa da Zeynep, Süreyya, Melis arka arkaya okunduğunda bir çizgi bandının birbirine benzer kahramanları gibi duruyorlar. Yalnız dilsel tutum bağlamında, aynı sözcüklere, sözdizimlerine yaslanarak konuşmuyorlar bu kahramanlar, olayları ele alış, ruhsal davranış bakımından da örtüşüyorlar. Kahramanlar, özöyküsel aktarımla geldiğine göre önümüze, bunların kendilerini apayrı kişilikler olarak koyması gerekmez mi peki? Oysa andıklarım birbirinin kopyası kahramanlarmış gibi izlenim bırakıyor insanda. Fecir ile İzzet’te bunu kırıyor belki yazar, ama bu kez roman zamanında bir “zor” yaşanmaksızın yüzyıl önceye kayıldığından bir aks değişikliğine göz yumulmuş olunuyor. Oysa örneğin Süreyya’nın annesi bir yan kişilik, ama bunu öylesine yapılandırıyor ki yazar, küçücük rolüyle Ayşe Hanım’dan karakter yaratabiliyor. O zaman üzerlerindeki o koyu mürekkep rengi giderek soluklaşıyor kişilerin, sonra da birbirine karışır hale geliyorlar adım adım. Nitekim kahramanların hınzırlıkları, alaycılıkları öylesine örtüşüyor ki, kişiler birbirinin türevi olarak üretilmiş izlenimi bırakıyor insanda. Romandan yayılması beklenen gerçektenlik duygusu da göz göre göre örseleniyor bu durumda. Cellat Mezarlığı ise apaçık bir polisiye zaten. Bir tarafında Osmanlı cellatlarının yattığı mezarlıkta bekçilik yapan İsa, ona durmadan cesetler taşıyan, yirmi yıldır “piyasanın en iyi isim yapmış tetikçilerinden” (107) Hamit, gizliaçık ona ortaklık yapanlar. Sonra yeğeni Lütfü… Yazar, bu kez apaçık bir polisiye halinde, korkuya, serüvene dayalı anlatımla çıkıyor karşımıza. Perker, ikinci romanında, elöyküsel aktarımın da etkisiyle sözcük seçiminde daha özenli davrandığı kanısı uyandırıyor. Bu, Aslı E. Perker açısından bir gelişme elbette. ROMANLA EVRENE REDDİYE YA DA SEÇENEK! Bu değerlendirmelerden sonra Aslı E. Perker’in, her iki romanında da alışılmışın ardından CUMHURİYET KİTAP SAYI 1062 Aslı E. Peker
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle