08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

...KISA KISA... Ë Turgut TOYGAR “Anılar ya kiraz kuşlarına ya da keskin bir bıçağa benzer…” oplu cezalandırmaların tarihidir insanlık tarihi. Birinin ya da birilerinin kusurunun, bu kusura göz yummuş ya da sırt çevirip yok saymış aymazların değil sadece; bu suçtan hiç haberi olmayan masumların bile hunharca katledildiği tanrısal kıyımların, mesel olarak okutulduğu dinler tarihinden altın (!) sayfalarla dolu; aşağılanma, yok sayılma dizinidir, hizaya sokma kalkışmaları, başa kakma söylenceleri... Bir de hemen bu tarih ile paralel giden karşı bir tarih durur ki aykırı olanı anlatır, baş kaldırmayı; tanrılara rağmen bireyi (insanı) yüceltir. İnsanın kuyu tadında bir gölgede filizlenen düşlerinin kuyuda kalması için bireyi yok sayan, sürü zihniyetinin hâkim olduğu bir coğrafyada; şair olmanın tanıklıklarını aklın aynasındaki yansımalarla, bilinci en çok parlatan felsefi önermeleri anlatış biçimi olarak yer yer bir disiplin de olabilen, T Katran bir sanat dalı olarak duyguları resmedebilen şiir ve yaratıcısı şair yukarıdaki tüm durumlara hem dahil olan hem de muhalif olandır aynı zamanda. Artık seninle başlayacak düşlerim diye iç çeken Metin Fındıkçı’nın ayrıksılığı, aykırılığıyla soluklanmak zorunda kalıyorum. Sodom ve Gomorra’ya değinmiştir çünkü. Sodom ve Gomorra’yı yakan ateşin parlaklığı tanrıları bile gölgede bırakmıştır. Oysa Lut peygamber bir hizaya sokma kalkışması olarak gerçekleştirilen bu kıyamdan sonra, kıyamın nedenlerinden birinin objesi olmuştur ve tanrısı buna rıza göstermiştir. (Tekvinİlgili bölüm)Ve fakat tarih bir kıyamet ve Cehennem imgesi kazanırken tanrının hizaya sokma kalkışması eksik kalmıştır. Çünkü yasaklanan kötülük ile yasaklayan kötülük iç içe geçmiştir. Buradan ötesi senden artakalan harabe diyor M. Fındıkçı. Evet bizden kalan harabedir bilememenin mümkünsüzlüğü. Şairin kalkışması, tanrıların ayaklanma gününde dizesiyle doruğuna çıkar. İnsan tanrı olarak “Güneşe Nakış” adlı ilk şiirle geri döner. Yine de mavinin büyüklüğünü biliyordur. Şiir bazen imkânsızı ister. Rüzgâra yazılmak gibi mesela. Şiir ses gösterenlerini nakşetmekse aklın ve algının varaklarına, doğru bir kalkışmadır bu. Şairin eşikte ötekiyle benzeşmesi kaçınılmazdır. İnsanlığın tarihine yıldız tozları gibi dökülmüş tüm şairlerdeki ortak kaygının takipçisi olduğunu gördüm M. Fındıkçı’nın. Nesneleri anlamlarını kırarak imgesel ayraçlar arasında resmeden Fındıkçı elbette kendisi gibi kalamayacaktır. Çünkü yaz akiktir, şair âşıktır. Kelimelerle resim çizilebileceğine, fotoğraf çekilebileceğine inanmışımdır oldum olası. KATRAN’ı okurken bu inan Şükrü Erbaş’ın Toplu Şiirleri Ë Aydoğan YAVAŞLI oplu Şiirler” betimini duyar duymaz bir tür “bitim”i de hatırlıyor insan; “Artık işi bitmişliği”, “ununu elemiş”liği, “diyeceklerini demiş”liği filan… Sözgelimi (ve inanıyorum ki) “Şükrü Erbaş’ın Toplu Şiirleri” başlığını gören hemen herkeste aynı kanı uyanıvermiştir: “Şükrü Erbaş, şiir planında diyeceklerini dedi, artık şiir emeklisi olma yolunda ki, böyle toplamış şiirlerini. Ya da toplayanlara ses etmemiş!” Bilmem ki gerçekten bu böyle midir? İlk kitabıyla bile müebbet emekliliği hak etmiş onlarcası varken şiirlerini toplayıp iki ciltte yayımlamış olması bence Şükrü Erbaş’ı emekli değil, olsa olsa yeniden ve müebbet emekçi yapar. Doğrudur: Montaigne’in Denemeler’inde dediği gibi: “Birçokları susmayı öğrenecek zamanda konuşmaya başlıyor.” Fakat şiir severler çok iyi bilirler ki Erbaş, susmayı bile şiire çevirebilecek birikimde ve değerdedir. Bu vesile ile Toplu Şiirleri okuduğumda Küçük Acılar’dan tutalım Derin Kesik’e, ordan Yalnızlık Heceleri’ne, Unutma Defteri’ne; büyük, uzun, soluklu bir koşunun bütün hazırlıklarını, sonraki evrelerini adım adım görürüz, hissederiz. Onun şiirimize en büyük iyiliğiyle de karşılaşırız: Toplumcugerçekçi şiir anlayışına yüklenmek istenen bütün suçlamaları o, elinin tersiyle itmiş, toplumcu bakış açısının içinde bireyi, bireylerden oluşmuş toplumu şiiriyle sarsmış, sınamıştır. Şiir kitaplarının kitapçı raflarında yer bulamadığı, raf ömürlerinin neredeyse saatlerle ölçüldüğü günümüzde onun şiirinin Anadolu’nun her yanından ses getirmesinin arkasında “koroya karşı söylediği şarkı”lar vardır. Hepsinin, hepsinin ötesinde Şükrü Erbaş’ın şiiri bana şiir sanatını sevdiriyor. Şiir sanatını seviyor olmanın kıvancını tattırıyor. Şairlerle geçirdiğim uzun zamanları, şen şakrak söyleşileri, yarattığımız beyin ve yürek fırtınalarını hatırlıyor, geçen her saat daha can sıkıcı olan dünyanın yalnızca Şükrü Erbaş kalitesinde şairleri keşfetmek, onların şiirlerini okumak için bile yaşanmaya değdiğini düşünüyorum. Kanguru Yayınları gerçekten çok yararlı bir iş yapmış. İki cilt de fiziki açıdan iyi, şiirlerin sayfalara dağılımı, bölümlerin ayrılması, baskısı.. hepsi güzel. Şiir için kellesini verecek kadar şiire sevdalı bütün şairler için yapılmalı bu çalışmalar. Kitapları, tıpkı önümdeki iki ciltlik örnekteki gibi, özenle hazırlanmalı, estetiğe önem verilmeli. Üst tarafı şairin işi zaten! Şükrü Erbaş’ın şiirleri, evet bu saptayımda ısrar ediyorum, bir tür eleştiri şiiridir. İtiraz etmenin, hayır demenin, karşı durmanın şiiridir. Şükrü Erbaş savaşır gibi yazıyor şiirlerini. Sözcükler ona geldiklerinde birden bileniyor, daha keskin, daha yakıcı, daha vurucu ve bağışlamaz bir hal alıyor: Bir gülün dikeninde bir gecenin koynunda Dilimden sesime kayan yangın yalazım Erbaş’ın bugüne değin süren şiir serüveninin diyebilirim ki büyük çoğunluğu, “küçük insan”a, onun gündelik yaşam içindeki davranışlarına, seçimlerine, beğenilerine, bunalımlarına yönelik eleştirilerdir. Erbaş şiirleriyle “küçük insan” dediğimiz o nasıl bir şeyse işte ona bazen öyle sert eleştiriler yöneltir ki, sonra oturur, sanki o sözler kendine söylenmiş gibi ağlar, içi içini yer, üzülür: cım doğrulanıyor bir kere daha. İşte diyorum inancın ve acının resmi, aşkın ve yitirişin resmi, sevmenin ve özlemin resmi. Bir fotoğraf albümü gibi, bir resim defteri gibi. Papatya derin bir uçurum olup zaman diline kapandığında uzaklığın endazesi oluyor şair. Uzam ve zamandan çıkıp aynadan bir beden doğuruyor, bir bardak şarapla yatırıyor yatağına o’nu. Çünkü mahremiyetidir satır aralarına gizlediği ve bu yüzden kuyunun ağzındaki otlara süzülür. Başa dönelim, en başa. İlk olana, kendimize. Sen de kendimizi anlattığımız sanısıyla şairi okumaya başladığımız yere. Gözlerini sımsıkı yumduğu yere. O anı, hatırlamamak için mi yoksa o son, o yıkıcı hüznü unutmamak için mi yummuştu gözlerini soralım. Oysa açık bilincin ürünü bu şiirler, insanın adını alır taşlar dizesiyle gitgide ağırlaşıyor. Başa döndük işte, taşa nakşedilen insanlık tarihine. Kalemin çelik bis, kâğıdın taş olduğu o masalsı kente. Binlerce yıllık o masalsı coğrafyada geziniyor Fındıkçı’nın şiiri. Ahmet’in narr akşamına kaçıyor. Sadece Mezopotamya’da gezinmiyor, arada bir dünya atlasından bildiğimiz ülkeler onun şiir atlasında da yerini alıyor. Akil bir okuyucu istiyor Fındıkçı’nın şiiri. Hangi dizesinden geçsem, algınıza nakşetmek için alıntılamak geçiyor içimden. Kendi alternatif tarihini yazar gibi. Resmi tarihe inanmışlar şiirimi okumasın der gibi. “T Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz Biçim veremediğimiz şeylerin Biçimini alıyoruz Şükrü Erbaş’ın şiiri, “mesele şiiri”dir. Kurulu düzenle, otorite ile sürekli kavga halindedir. Bu yanıyla yorucudur da… Başka bazı okumaları gerektirir, göndermeleriyle alabildiğine geniş bir şiir coğrafyasına işaret eder: Oysa ben, Dünyanın dinginliğini yaratan vahşeti Kusursuz ölümün mezarında buldum. Sur ve firuze kentine mekân oldum. Yaşlı taş ustası bastonuna dayanıp Rüzgârın çağırdığı güneşle süsledi ince tenimi; Ben geceleri rüzgârın çağırdığı yağmurla gezdirdim ellerimi Atların kanlı yelelerini sildim Dilini bilmediğim su taşıyan kadınların Geniş kalçalarını okşadım. Zamanı küçük adımlarıyla hecelemesini bildim. Toplu kıyımların tarihi değil midir coğrafyamız? Neresine dokunsan kan ve et fışkırır. Katran kelimesi bu yüzden midir? Bedeniyle üzerinde gezindiği coğrafya şiirlerinde yer değiştirir gibidir. Aşk doğudan ölümle geliyor… Güneşin çölle seviştiği yataktan geliyor… gibi o. Gülümsüyorum. Yüzü düşüyor aklıma Metin’in. Yüzündeki o buruk gülümsemenin anlamını biliyorum çünkü. ‘Kilit’ ve ‘anahtar’ olan bir mühür, kam olmak için bedenini vahşi hayvanlara yediren Şaman adayı gibi ruhunu acıya kapatmayan çağdaş bir anlatıcı görüyorum. Telkari bir gerdanlığa kalfa olup günah surelerini okuyarak, onun çıplaklığını doğduğu küle anlatıyor ve aktarın önünde baharat yollarına düşüyor şair. Bunları suya nakşederek yapıyor. Yusufçuklar mevsiminde ipek oluyor. Hintfulü’de ebabillerle konuşur gibi anlatıyor. Son sözü söylemek şaire kalıyor. Ey ölü zamanlar Ben nasıl da harflerle bakmışım her şeye… Küçük Acılar, Aykırı Yaşamak, Yolculuk, Kimliksiz Değişim, Bütün Mevsimler Güz ve Dicle Üstü Ay Bulanık ilk ciltte yer alıyor. İkinci ciltte ise Kül Uzun Sürer, Derin Kesik, Üç Nokta Beş Harf, Yalnızlık Heceleri, Gölge Masalı ve Unutma Defteri var. Yalnız başına şu saydığım kitap adları bile Şükrü Erbaş’ın şiirle varmak istediği yeri işaret etmeye yeter. O, kent yaşamının dağdağasında bunalmış, evlenip çoluk çocuğa karışmış, evine ekmek götürmek telaşıyla perişan ve nihayet orta yaşlara gelince bir tazede aşkı keşfedip raydan iyice çıkmış insanımızı çok iyi tanıyor. Onun acılarına, aykırı yaşama arzusuna, yollara düşüp dağıtmasına, değişimindeki kimliksizliğe tanıklık ediyor. Fakat şiirin bir bakıma görevini bununla sınırlamıyor. Bütün bu olumsuzluklara karşın sözcüklerden edindiği bilgelikle şunları söylüyor, bakın: “Ey sabah sevinçleri, akşam kederleri… ey yaseminlerin sessiz görkemi. Unutmaktan koruyun beni. Yaşama bilginize geldim.” Canım ne zaman şiir okumak istese, elim kitaplığımdaki ustalara gider: İlhan Berk’e, Edip Cansever’e, Turgut Uyar’a, illa ki Necatigil’e… Şükrü Erbaş da bunların arasında aldı yerini. Oysa benim gibi bir “küçük insan”ı sürekli tedirgin eden şairden bir an evvel kurtulmam gerekiyordu, bunun bilincindeydim. Fakat Eyfel Kulesi’ni görmemek için bütün zamanlarını oradaki mekânlarda geçiren düşünür gibi yaptım ben: Tutup bütün şiirlerini yeniden okudum! Unutmadan: Unutma Defteri’nde Semih Poroy’un da birbirinden güzel çizgileri var. Şiirle karikatür sanatının güzel kardeşliği… ? Toplu Şiirler (İki Cilt)/ Şükrü Erbaş/ Kanguru Yayınları/ 2008/ 538 s. Çamurdan levhalara yazılı şiirlerin küllerini eşeleyeceğim sizlere ondan doğacak yıldızları bekleyeceğim ve ölümden söz etmeyeceğim asla bir kayanın dibindeki siklamende sürse de hayatınız hep birlikte zamanın seslerini dinleyeceğiz. ? Katran/ Metin Fındıkçı/ Artshp Yayıncılık/ 104 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 986 Ve bir duyarsız günün en olmadık yerinde SAYFA 18
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle