07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Tiyatroyu öykülemek... ki hafta önce oyun dosyaları üzerinde durmuş, bu dosyalardan hareketle oyun verimimiz konusunda yoğunlaşmıştım “Kitaplar Adası”nda. Okuduğum dosyalardan, yazarlarımızın, oyunlarında, öykülemeyi önemsediği kanısına vardım genelde. Oysa “tiyatro dili”nin önemsenmesini dilerdim kendi payıma. Bir ara Çağdaş Türk Dili’nde “Türlerin Dilleri” başlığı altında sürdürmeye çalıştığım dizi olmuştu, yoğunluğumdan ötürü birkaç sayı sonra havlu atmak zorunda kaldım ne yazık ki… İ O dizi içinde dile getirmiştim; her türün dilsel kuruluşuyla, bu dilin kullanımı, yapılandırılışının pek çok açıdan farklılıklar içerdiğini. Sözgelimi roman, kapsayıcı bir dile yaslanırken öykü kapsanık dille yapılandırılır, denemenin dili sorgulayıcı nitelik taşırken eleştirinin dili yargılayıcı bir temele yaslanarak var olabilir ancak. Sonra sinemanın dili kare mantığı çerçevesinde kesiklizincirli bir anlatım yapısına yaslanırken tiyatronunki ancak eylemsel dil mantığıyla örüntülenerek yaşam kazanabilir. Buna göre öykünün diliyle oyun yazamayacağınız gibi oyun diliyle de öykü kaleme alamazsınız… Öykü başkadır, tiyatro başka çünkü… Ne var ki bizim oyun dağarımız, büyük çoğunluğuyla öykü olarak öne çıkan oyunlar bağlamında koyuyor kendini. Bu yargı, sinemamız için de geçerli bana göre. Tiyatroda öykü olmaz değil elbette, ama yeter ki, öykü diliyle yapılandırılmış olmasın oyun. İzleyici, aslında öyküyü izler oyunda, ancak oyunun kendisi öykü diliyle ilerlemez hiçbir zaman, eylemsel bir dille yol alır; “hikâye edilen şey”, her ne ise, kendisini eylemsellik içinde gösterir ille. Nitekim Shakespeare’in oyunlarında biz öyküyü hep eylemsellik düzleminde izleriz. Yalnız onun mu? Bu işin gizine ulaşmış tüm yazarlarda, bu arada elbette Molière, İbsen, Çehov, Brecht tiyatrosunda oyun eylemseldir hep. Nedir, Shakespeare oyun içinde oyunla, Molière yerginin doğasındaki çelişkiyle, İbsen, olgusallığın bireyde yol açtığı çatışma oyuğuyla, Çehov psikolojik durağanlığın çatışmasıyla, Brecht ise gösterme eylemine kattığı oyunun büyüsüyle, ama sonuçta eylemsel bir dille örüntülemiştir oyunlarını hep. Yani bu yazarlar oyunlarında öykü anlatmaya kalkışmamıştır hiçbir zaman, öykü yazmaya girişmemiştir. Bu gerçek, izleyicinin, oyunu ancak öyküsüyle parlatmasına engel değil yine de. Sözgelimi dünya öykü, tiyatro alanının en büyük ustalarından Çehov ne öykülerini oyun olarak verimlemiş ne de oyunlarını öykü gibi yazmaya girişmiştir. Onda öykü de oyun da kesin çizgilerle birbirinden ayrılmıştır. Ama sonradan kimi yazarlar, Çehov’un öykülerini oyunlaştırmaya girişmemiş değildir… Öyleyse Türk tiyatrosunun ana sıkıntılarından birinin, oyunlardan kusan öyküler olduğu söylenebilir kolayca… Öykülerde durum ne? Onlar tiyatroyu nasıl anlatıyor ya da tiyatro, öykülerimizde ne kadar yer alıyor? TİYATRONUN KUSTUĞU ÖYKÜ... Türk tiyatrosunun özgün topluluklarından biri “Semaver Kumpanya” adını SAYFA 20 taşıyor. Sanat yönetmenliğini Işıl Kasapoğlu’nun yürüttüğü topluluk, yazınımıza ayırdığı yerle de özel bir önem taşıyor kanımca. Günay Ertekin’in Orhan Kemal’den uyarladığı, Işıl Kasapoğlu ile Bülent Emin Yarar’ın yönettiği Murtaza, Sait Faik’in aynı adlı öykülerinden Yavuz Pekman’ın uyarlayıp Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği Semaver ve Kumpanya, topluluğun bu yöndeki somut gösterenleri. Yavuz Pekman’ın Murtaza’nın dramaturgluğunu da yapışı, Işıl Kasapoğlu’nun her iki oyunun yönetimini üstlenişi, belki daha önemlisi KasapoğluPekman işbirliğinin sürüşü, toplulukta köklü yazın anlayışının yerini göstermesi bakımından bir ipucu olarak alınabilir elbette. Sait Faik’in 1965’te Varlık Yayınlarınca basılan “Bütün Eserleri” dizisinin ilk kitabı Semaver Kumpanya adını taşıyordu. İki ayrı kitabın adını bir araya getirerek yayımlamıştı bunları Varlık. Günümüzde Yapı Kredi Yayınları gerçekteki biçimiyle ayrı ayrı yayımlıyor öykü kitaplarını. Ama bizim kuşağımız Varlık Yayınları basımlarıyla okudu Sait Faik’i. Yalnız onu mu, Sabahattin Ali’yi de. Kasapoğlu’yla genç arkadaşlarının kurdukları topluluğa “Semaver Kumpanya” adını vermeleri bile bu açıdan çok anlamlı. Hele bu ada açılım getiren Semaver ve Kumpanya adıyla bir de oyun sergilemeleri, çok daha derinlikli kılıyor onların tutumunu. Yavuz Pekman’ın, Sait Faik’in andığım her iki öyküsünü kullanarak, ama bu arada farklı açılımlar getirerek uyarladığı oyunda, yine de öyküyle çıkmıyor karşımıza. Yönetmen Kasapoğlu, Pekman’ın geliştirdiği oyunu, dramatik aksları yerli yerinde, oyun içinde oyunla, tam bir seyirlik curcuna havasında köpürtüyor çalışmasını. Nitekim oyun da Sait Faik’in öykülemesiyle değil, bunun sunumundaki ferahlatıcı havayla ilerliyor. Ya öyküler?… TİYATROYLA TAVLANAN ÖYKÜ... Sait Faik’in İlk kez 1951’de yayımlanan Kumpanya adlı yapıtında yer alan “Kumpanya” öyküsü kadar Sabahattin Ali’nin ilk kez 1935’te yayımlanan Değirmen adlı kitabında yer alan “Komiki Şehir” öyküsü iki öykücümüzün, öykülerinde tiyatroya açtığı yeri göstermesi bakımından örneklenebilir. Bilirsiniz kuşkusuz, Sait Faik, “Kumpanya”da, Anadolu’ya turneler de yapan tiyatrocuların dramatik yaşamına, tiyatro sanatı için tutkularına, tiyatro yapmak için gösterdikleri dirence, çabalayışa, kırılgan düşlerine, içli özlemlerine geniş yer açar… Sabahattin Ali’nin “Komiki Şehir” başlıklı öyküsü de en az “Kumpanya” kadar etkileyicidir; ötesinde tiyatrocuların dramatik yaşamına yer açmakla kalmaz, trajedik vurgusuyla da öne çıkar öykü. Bu iki örnekte tiyatro yapan insanların, özellikle turne topluluklarının yaşadığı sıkıntı öykü evrenindeki kişiler aracılığıyla yerini bulur. 1950’ye kadarki bu dönemde tiyatrocuların daha çok çektikleri sıkıntıyla aktarılışı olağan sayılmalı. Ancak 1950’lerden sonra yükselen tiyatroda, 50’lerin sonları, 1960’ların başlarında bir “altın çağ” yaşandığı da gözden uzak tutulmamalı. Gerek Sait Faik’in “Kumpanya”sında gerekse Sabahattin Ali’nin “Komiki Şehir”inde tiyatroyla karşılaşmayız, okuduğumuz öyküdür yalnızca. Tiyatro, bunu yapan kişiler aracılığıyla, ama öykü evreni içinde verilir. Biz, okur olarak bu öykü kişileri aracılığıyla alımladığımız tiyatro dünyasının ya da bir sanatsal tür olarak tiyatronun içine girmeye çabalarız yalnızca. Demek ki tiyatronun soy yaSait Faik zarları, oyunlarında nasıl ki öykülemeye yönelmiyorsa öykünün soy yazarları da verimlerini oyun diliyle örüntülemeye girişmiyor kesinlikle… Bunu Çehov’un öykülerioyunları arasındaki ayrımda görebildiğimiz gibi Haldun Taner’in öykülerioyunları arasındaki ayrımda da buna çok açık Semaver ve Kumpanya biçimde tanıklık (Bu fotoğrafın hakları Banu Kaplancalı’ya aittir.) yapabiliyoruz. Tiyatro öykü den, öykü tiyatrodan yararlanmaz değil kuşkusuz! Burada tiyatro sanatının kustuğu öykülemenin bu yolla oyuna kıvraklık kazandırma girişimi tutumu olduğu söylenebilir herhalde. Bunun tersi de geçerli. Bir öykü, biçim olarak oyun tekniğinden yararlanılarak yazılsa bile bunun oyun diliyle örüntülenmemesi gerekiyor. Kısa öyküye en yakın üç türden biri olarak alageldiğim kısa oyundaki yaklaşımla öykü türünün yaklaşımı bizim için ilginç bir örnek olabilir. (Öteki yakın türler; şiir, kısa film). Eksiltili anlatımı, ayrıntıların yerleştirilmesi, yapısında dile dayalı sözcük laboratuvarı kurulması bakımından örtüşme gözlenir bu iki tür arasında. Ancak kısa oyunlarda gözlenen öyküyle örtüşme olgusu, yine de gözlenmekle birlikte yine de kısa oyunun eylemsel dille yapılandırılması zorunluluğu noktasında önemli bir çizgi farklılığı yansıtır. Buna göre öykünün de tiyatroyu kusması gerekecektir elbette. Nitekim o da tiyatroyu dışlar, ancak kişilerin yapılandırılışı bağlamında öykü sanatının, tiyatro sanatının gizlerini öğrenmeye, ondan katkılar almaya çabalamadığı da söylenemez herhalde. İşte bu tür girişmeler de, öykünün, yufka gibi tiyatro sanatıyla nasıl tavlanıp kabardığını göstermeye yarıyor denebilir. TİYATROYLA ÖYKÜNÜN KOLANINDA... Tiyatroyla öykü sanatının gizlerine varanlar, bu iki türde ürün verseler de birbirine karıştırmıyor bunları. Çehov’la Haldun Taner örneklenebilir burada. Gerçekten her iki yazarın da öyküleri öykü olarak durur, oyunları da oyun olarak… Demek ki kimi oyunlarda karşımıza çıkan öykülemeden, kimi öykülerde karşımıza çıkan oyunsallıktan uzak durmak gerekiyor. Ama ustası, bu işi iki türün birbiri arasında kurduğu volanın dengesinde götürebilir yine de. Geçmişte Efdal Sevinçli’nin yoğun emekle gerçekleştirdiği bir çalışmasını anımsıyorum, romanlarımızda tiyatroya ayrılan yer üzerine. Bir görüşmemizde Ferda İzbudak Akıncı fısıldamıştı kulağıma, bu yıl İzmir’de gerçekleştirilecek öykü günlerinde ana izlek olarak “öykü ve tiyatro” başlığını alacaklarmış kendilerine. Çok yerinde bir karar. Yeter ki öykücülerimiz, oyun yazarlarımız yararlanabilsin bu etkinliklerden. Bu iki alanda da verimleri olan yazarlar kuşağının ardılı olarak genelde öykücülerin tiyatrodan, tiyatrocuların da öyküden oldukça kopuk kaldığını gözlüyorum çünkü. Gerçekten günümüz roman, öykü yazınında tiyatronun izlerine pek rastlanmıyor ne yazık ki. Bu ilişki kopukluğu nasıl açıklanabilir bilemiyorum, ama bundan her iki alanın da zarar gördüğü, göreceği açık. Üstelik tiyatromuz yeniden bir yükseliş gösteriyor şu son yıllar… Ne ki izlemeye gittiğim oyunların gösterimlerinde neredeyse hiçbir öykücüye rastlamıyorum diyebilirim. İşte tam da bu sıralar yayımlanan Cicoz (Can, 2008) başlıklı kitabımdaki öykülerin tümden tiyatroya özgülenmiş örnekler olduğunu ekleyeyim. Hoş Uykusu Sakız’da da (Can, 2001), başka seçkilerdeki öykülerimle romanlarımda da (Örneğin Bin Yüz Bir Giz’de [Ümit, 1993], Sığınak’ta [Can, 2003]) tiyatroya genişçe yer açtığımı söyleyebilirim. Ama baştan sona tiyatroyla içlidışlı verimlenmiş Cicoz, bu açıdan farklı bir yapı taşıyor diyebilirim. “Kitaplar Adası”nda dile getirdiğim ölçütlere andığım verimlerimin uyup uyamadığını ya da buna ne kadar uyduğunu belirleyecek olan ben değilim kuşkusuz. Öyle ya, bu da başkalarına düşen bir iş. Yeni bir tiyatro mevsimi açıldı, topluluklar peş peşe perde açıyor. Bir yanda iki binin üzerinde tiyatro oyuncusunun can vereceği birkaç yüz oyun, öte yanda neredeyse bine yakın öykü yazarının verimlediği yüzlerce öykü… Varlar, ama yok gibi ayrı duruyorlar tiyatrocularla öykücüler birbirinden. Hoş şu da bir gerçek; tiyatrocular öteki tiyatrocuların oyunlarını izlemiyor, öykücüler öteki öykücülerin öykülerini okumuyor… O zaman tiyatrocuları hangi öykücüler seyredecek, öykücüleri hangi tiyatrocular okuyacak dersiniz, hele de bu hengâmede? ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 975
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle