Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ romanda arka planda kalıyor. Çünkü yıllar içinde kotarılması ve artık üç romandan oluşması düşünülen projenin özelliği bu: İkinci romanı yazarken ortaya çıkıp gelişen bu yeni projeden kısaca söz edeyim: Birinci ve üçüncü romanlarda 1914’ten 2000 yılına uzanan yani Türkiye’de yaşanan 20. yüzyıl anlatılıyor, diğerlerinden daha kısa olan ikinci romanda ise birçok özelliğiyle ülkenin bugününü belirlemiş olan bir döneme (1970 1971) odaklanılıyor. Ölü Bir Zamana Ağıt, işte o ara dönemi anlatan bir anlamda köprü, bir anlamda ara, daha doğrusu labirentimsi oluk bir roman. Sanırım Vatan Dersleri için kum saati benzemesi yapmak yanlış olmaz… İlk iki roman yayınlandı, üçüncüsü ne zaman biter, ne zaman okura ulaşır bilmiyorum. Bildiğim daha doğrusu istediğim tek şey, yaklaşık bin iki yüz sayfalık üç romanın aynı kitapta ve yalnızca Vatan Dersleri adı altında toplanması... Yaptığım işin zor olduğunu ve yayıncıları zorladığımın farkındayım. Ama bu benim hayalim… İŞLEVSİZ AYDINLAR Yine bu bağlamda, Ölü Bir Zamana Ağıt, “yarım kalmış, yaralı ya da işlevsiz aydın profiline” bir eleştiri olarak görülebilir mi? Zaman bu yüzden mi ölü ve ağıt yakılası? Vatan Dersleri’nin ilk romanında vasıfsız münevverlereniteliksiz aydınlara oldukça yer, zaman ve emek harcandı. Bu konuda roman kahramanının görüşlerini, kritiklerini belirleyen en önemli unsur, yarım bırakılmış, tamamlanmamış ülke imgesiydi. Daha doğrusu aydın eleştirileri, geri kalmış, az gelişmiş, gelişmekte olan ve tamamlanmamış ülke tanımları üzerinden yapılıyordu. Böyle olması gerekiyordu çünkü, romanın kahramanı Neşet İlhan, 1914’ten 2000’e kadar uzanan zamana baktığında, Türkiye’nin geri kalmışlıktan, tamamlanmamış ülkeye evrildiğini düşünüyor… Ona göre bu tamamlanmamışlığın, eksikliğin sorumlularından biri de ülkeyi yalnızca İstanbul sanan şehirli münevverler ve ülkenin edebiyatın sanatın bile köylülükle tamamlanacağını sanan, bunu ülküleştiren köy kökenli aydınlar… Yanlış anlaşılmak istemem bunlar roman kahramanı Neşet İlhan’ın görüşü… Romanda onun gibi düşünmeyenler, karşı çıkanlar da var. Bir örnek vereyim: Köy Enstitülerinin kapanmasını, 1946 yılında İstanbul’a gelen Missouri zırhlısına, aynı yıllarda Marshall Planı doğrultusunda ülkeyi karış karış gezen, Truman’a “Türkiye Nasıl Yükselir?” adlı bir rapor hazırlayan 20. Asır Vakfı’yla, Sovyetler’in toprak talepleriyle ilişkilendiren de var… Romandaki bütün görüşlerin yazara bağlanması, okunanın bir edebiyat çalışması, bir roman olduğunun geri plana itilmesi bile bir eksiklik… Hatta benim roman kahramanımın görüşlerinden dolayı yanlış anlaşılmaktan korkmam bile yarım kalmışlık… İşte bu yüzden ölü zamanlar yaşıyoruz, ağıtlar yakıyoruz… Ölü Bir Zamana Ağıt’ın yoğunlaştığı 19701971 yılları ise aymazlıklarımızla kararan, karanlığını geleceğe aktaran bir dönemdi ve ağıtını yakmayı sürdürüyoruz. Ama bu yakınan, ağlayan kırgın sesi, kimileri duymak istemiyor, kimileri umursamıyor, kimileri de eğlence sanıyor… Çünkü onlar, kendi düşünce bahçelerinin daha güzel olduğunu, bahçelerinde açan düşünce çiçeklerinin daha alımlı olduğunu, daha güzel koktuğunu sanıyorlar… Oysa bütün bahçelerin çiçekleri aynı toprakla besleniyor, aynı suyla büyüyor… Az önce roman kahramanlarının görüşlerinin yazara bağlanmasının ve eserin geri planda kalmasının bir eksiklik olduğunu söylediniz ve ardından “benim ro man kahramanının görüşlerinden dolayı yanlış anlaşılmaktan korkmam bile yarım kalmışlık” diye eklediniz. Bu cümleyi biraz açabilir misiniz? Özellikle de “yanlış anlaşılma korku”sunu... Sayfalarca, saatlerce konuşacağımız, tartışabileceğimiz; büyük olasılıkla bir sonuca varamayacağımız bir konu… Çünkü, benim değindiğim noktada, bir başkasını, alışılmamış bir romanı, bir başka düşünceyi ya da çok genel deyişle bir diğerini anlamamaktan, anlamak istememekten kaynaklanan maluliyetten söz ediliyor... Öte yandan bu aydın maluliyetini, kendini tamamlanmış sanma gibi ideolojik bir duygu kışkırtıyor… Benim korku nedenim de bu! Doğrusu aydın maluliyetiyle roman denen türün hakikatini anlamadan yapılacak bu ideolojik yorumlardan ürküyorum. Ama şunu da vurgulamaktan geçmek istemiyorum: Hiç kimse, anlatıcıya, romanın kahramanı/kahramanları dışında itiraz etmemeli, onu yargılamamalı. Çünkü bu eleştiri denilen disipline aykırıdır, eleştirilecek olan metindir… İsteyen roman kahramanına itiraz edebilir, düşüncelerine karşı çıkabilir, eleştirebilir, hatta nefret edebilir… Ama anlatıcı zaten kahramanlarını malul yaratmış, yarım bırakmıştır, örnek olsun, ibret olsun diye. Kahramanı dolayısıyla yanlış anlaşılmak ne büyük haksızlık… Bence, Anayurt Oteli için en ciddi eleştiriler, romanın kahramanı Zebercet üzerinden yapılan çalışmalardır… Peki, bir önceki sorudaki, “zaman, işlevsiz, yarım kalmış aydınlar yüzünden ölü ve ağıt yakılası” tespitine katılıyorsanız, bunun karşısına ne koymalıyız? Tespitinize katıldığım söylediklerimden anlaşılmıştır, ama karşısına ne koymalıyız sorusuna yanıt vermek şu an için neredeyse olanaksız; yine de deneyeyim: Bu durumun karşısına diyalektik düşündüğünü söyleyip diyalektiği bilmeyenleri, kendi düşüncesinin en iyi olduğunu iddia edenleri, solu sulandırıp işçi sınıfını unutanları tabii ki koyamayız… Edebiyat dünyası sizce bu konuda işlevini yerine getiriyor mu? Tartışan, üreten, iyi şeyler için uğraş veren bir edebiyat ortamımız var. İyi niyetli, verimli bir dünya bu. Bir de şu kamplaşmalar, bölünmeler, adam tutmalar, tabulaştırmalar olmasa… Hal ve Zaman Mektupları için bir eleştirmen “siyasal bir söylemi dile getirmiyor, edebiyatın sınırları içinde kalıyor” demişti. Ölü Bir Zamana Ağıt’ı da hesaba katarsak, bu görüşü nasıl buluyorsunuz? Ömer Türkeş’in tespitinden söz ediyorsunuz. Doğru ve yerinde buluyorum. Ömer Türkeş, görüşlerine, kritiklerine büyük önem verdiğim bir eleştirmen ve çok haklı, siyasi bir söylemi öne çıkartmadan, edebiyatın sınırları içinde kalarak romanlar yazmaya çalışıyor, uğraşıyorum… Ülkedeki bütün bahçelerin aynı toprakla beslendiğini, aynı suyla büyüdüğünü söyleyen birinin başka türlü davranması düşünülebilir mi? Son olarak ‘SirkeciHalkalı’ adıyla kodladığınız bir romandan söz etmiştiniz. Bu roman ne zaman okuyucuyla buluşacak? Onun “döneminde” ve “gündeminde” neler var? ‘SirkeciHalkalı’dan önce iki kitabımı okura ulaştırmaya çalışacağım. Birincisi yine bir roman: ‘Her Cumartesi Rüya’; ikincisi üç uzun öyküden oluşan bir çalışma: ‘Üç Uzun Karabasan’. ‘SirkeciHalkalı’ biraz bekleyecek, çünkü daha çok tren yolculuğu yapmam gerekiyor… Adını ettiğim iki çalışmanın ardından sanırım Vatan Dersleri’nin üçüncüsü gündeme gelecek…? Vatan Dersleri: Ölü Bir Zamana Ağıt/ İbrahim Yıldırım/ Turkuvaz Kitap/ 262 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 975