07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İbrahim Yıldırım’la ‘Vatan Dersleri: Ölü Bir Zamana Ağıt’ rum. Böyle düşünen bir yazar, romanın iyi olmasından başka kaygı taşıyamaz/taşımamalı… Evet, romancının tek kaygısı yalnızca iyi roman yazmak olmalı… Ip, ip’li “virgülsüz” dizime yani gerendiumların kullanılmasına gelince, bu bir yöntem ve ben onu Osmanlı düzyazısıyla ilişki kurmamdan bu yana neredeyse otuz yıldır uyguluyorum… Evet yaptığınız saptama çok doğru: Virgülsüzlük romanı kimi zaman hareketlendiriyor. Kırmızı satırlar ise metnin gerekliliği, yapbozun ya da mozaikfreskin önemli taşları… Sorunuzdaki “okuru yorma kaygısı” vurgusunun altında, “Zor anlaşılır olmaktan korkmuyor musunuz” sorusu da yatıyor sanırım. Hayır, ne okuru yormaktan kaygı duyuyor ne de zor anlaşılır olmaktan korkuyorum. Şu an bunları söylerken Michel Butor’un neredeyse elli yıl önce yaptığı bir saptamayı hatırladım: “Yaratıyla anlaşılma arasında bir bekleme anı vardır.” Evet bazı yazarların sabırlı olmaları, “sabırlı romanlar” yazmaları gerekiyor. Stendhal, 1837’de ancak 1937’de anlaşılacağını söylerken büyük olasılıkla bekleme anının bilincindeydi... Bugün ise okunan, önerilen bir klasik. Ama günümüzün romancısı masaya Stendhal gibi yazmak için oturursa, kendisine, romana ve bekleme anına haksızlık etmiş olur... Üstelik bu tür bir tutum yeniliğin, buluşun önünü tıkar. Oysa roman, buluşlarla, yeniliklerle gelişen bir türdür. Yeter ki okur ve edebiyat insanları, yeniliklerin karşısında iyi niyetli olsunlar, yeter ki edebiyat dışı kaygıları devreye sokmasınlar… Ölü Bir Zamana Ağıt’ta da romanı Neşet İlhan’ın ağzından anlatıyorsunuz, size/yazara ise bu mektupları “toparlamak” kalıyor. Böyle bir yöntem seçmenizin nedeni nedir? Okurla aranıza mesafe koymak, karakterlerle aranıza mesafe koymak? Her ikisi de. Üstelik İbrahim Yıldırım bu kez söylediğiniz gibi yapbozcu ya da mozaik işçisi gibi çalışıyor. Bu durumda bakış açısınaperspektifine ya da derinlik anlayışına göre okuruyla ya da kahramanıyla arasında bir mesafe olacaktır. Hatta mutlaka olmalıdır. Bir tür monolog olarak da değerlendirebilecek mektuplar, yazınsal yapbozun unsurları olarak niye görülmesin? Üstelik bu mektuplar alıcısı tarafından bazı yerleri silinmiş, bazı yerleri sansür edilip boşluklar oluşturulmuşsa mesafe hiç kuşkusuz açılacaktır… Yazarın bu boşlukları doldurmak için verdiği uğraş ise, mektupların alıcısı olan kişiyi, yani orada bulunmayan kahramanı romanın egemen, başat unsuru haline getirmeye, böylece en uygun mesafeyi, bakış açısını yaratmaya yarıyor. Mektup biçiminde yazılmış romanların bir işlevi de –bencebu olsa gerek… Hal ve Zaman Mektupları’nda Köy Enstitüleri meselesi daha odakta görünürken, Ölü Bir Zamana Ağıt’ta, romanın kapsadığı dönemle birlikte sanki arka planda kalıyor. Ön plana, gel gitli ruh halleriyle Neşet İlhan ve Galip Işık geçiyor. Buradan bakıldığında Vatan Dersleri, ülkenin (geniş) bir dönemini yansıtırken, aslında o dönem içindeki “yaralı” insanları anlatmayı mesele ediniyor diyebilir miyiz? Haklısınız, köy enstitüleri meselesi bu ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 975 ‘Roman bir derinlik araştırmasıdır’ Vatan Dersleri üçlemesinin ikinci kitabı, Ölü Bir Zamana Ağıt, “siz de ülkem gibi beni pek sevmiyorsunuz” söylemiyle açılıyor ve ardından Hal ve Zaman Mektupları’nda tanıştığımız Neşet İlhan, “uzun süren bir tedavi” sürecinden sonra yeniden, monolog halini alan mektuplarıyla, hikâyesini anlatmaya devam ediyor. Bu kez okurların önündeyse 197071 yıllarının puslu, loş havası ve hem Galip Işık hem de Neşet İlhan’ın gel gitli ruh halleri var... Ölü Bir Zamana Ağıt kitabında kendini “Neşet İlhan’ın mektupları toparlayan” kişi olarak konumlandırmayı seçen İbrahim Yıldırım’la, “zamanın neden ölü ve ağıt yakılası” olduğunu, romana bakışını ve yine bu bağlamda, romanın ve romancının işlevini konuştuk. han’ın oldukça oyuncaklı, okunaksız metnini (mektuplarını) düzenlemeye, yayına hazırlamaya çalışan gölge yazarın yaşadığı zorluk. İkincisi ise İbrahim Yıldırım’ın ilk romanda 20. yüzyıl Türkiye’sini; ikinci kitapta bu geniş açılımın gölgesinde ülkenin sancılı, loş bir dönemini anlatması ve bundan dolayı edinmesi gereken bilgilerin, okuması gereken kitapların çokluğu… Dahası 20. yüzyılın başlarından günümüze kullanılan eşyanın, sözcüklerin, yiyeceğin, içeceğin, dinlenilen müziğin, izlenen filmlerin araştırılması… Ardından zeminastar çalışmaları, kurgu arayışları, yapılması düşünülen yenilikler, temrinler, derinlik araştırmaları… Yaptığım; hem hayat bilgisi, hem ülke bilgisi, hem dünya bilgisi, hem hayal bilgisi gerektiren bir çalışma kısacası. Yapılan keşifleri, edinilen bilgileri denetlemek, çeşitli kaynaklardan doğrulamak işin bir başka boyutu… Öte yandan Ölü Bir Zamana Ağıt beni daha çok yordu, çünkü onun için çalışırken üçüncü romanı yazmaya karar verdim. Bundan dolayı yapı değişti, her şeyi yeni baştan oluşturmak için uğraştım. ROMAN BOŞLUK KALDIRMAZ Az önceki soruyu yöneltmemin bir diğer nedeni de, romanlarınızın deyim yerindeyse bir yapbozu andırması; tüm parçaların yerli yerine oturtulması oldukça uğraş gerektiriyor olmalı ve siz de bunu ustalıkla, hiç “boşluğa düşmeden” yapıyorsunuz... Deyim tabii ki yerinde. Ancak benim roman çalışlarıma mozaikfresk diyenler de oldu. Yapboz ya da mozaik; ikisi de boşluğu kaldırmaz; herhangi bir parçanın yokluğu çürük diş gibi durur. Öte yandan roman, boşluk kaldıran bir tür değildir. Bu benim düşüncem, bakış açım. Bir başka yazar tersini söyleyebilir… Yaptığıma ustalık denebilir mi, bilmiyorum. Bildiğim ve gönendiğim tek şey roman denen yazınsal türe çok büyük saygı duymam… Yapboz ya da nasıl tanımlanırsa tanımlansın Vatan Dersleri’nde bir continuum (zamanıuzamı ülke gerçeklerinden yola çıkarak kavramaya çalışan süreklilik) oluşturmaya çalıştığım söylenebilir. Bunu başarıp başarmadığım konusunda da bir şey söyleyemem; sadece çalışıyorum… Doğaldır, bu tür bir roman metnini okuyan kişiler çeşitli tanımlamalar geliştirebilirler. Daha yalın söylersem belki de farkına varmadan yaptığım şu: Sözcüklerden oluşan bir devamlılık yaratmak, bu devamlılığı yüzeysel değil, derinliğine ve çok sesli bir yöntemle geliştirmek … Daha önceki romanlarınızda da çok seslilik mevcuttu, son romanınızda ise daha yoğun. Bir söyleşinizde de “Roman benim için ne üzerinde dolaşılacak çizgidir ne de yüzey gezintisidir. Roman doğrudan doğruya bir derinlik araştırmasıdır” diyorsunuz. Çok sesli hal, böyle bir derinlik araştırmasının sonucu olarak görülebi Ë Aslı ULUŞAHİN lü Bir Zamana Ağıt, Vatan Dersleri serisinin (üçleme mi demeliyim yoksa?) ikinci romanı. Hal ve Zaman Mektupları’nda kaldığımız yerden hem hikâyeye hem de karakterlerimizin ve Türkiye’nin profilini izlemeye devam ediyoruz. Kitabın hemen girişinde “Ölü Bir Zamana Ağıt, Hal ve Zaman Mektupları’ndan çok daha fazla zaman aldı ve yordu” diyorsunuz. Romanın hazırlık aşamasından söz edebilir misiniz ilk olarak? Hazırlık döneminde nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Önce üçleme konusuna açıklık getireyim: Bir söyleşide Vatan Dersleri’nin o an için iki kitaptan oluşan bir proje olduğunu vurgulamış; soruya yanıt verirken üçüncüsünü de yazabileceğimi belirtmiştim… Daha sonra bu konuda kararsızlık yaşadım, ama artık kesin kararlıyım: Vatan Dersleri’nin üçüncüsünü yazacağım, fakat hemen değil, sırada başka romanlar ve kitaplar var. Öte yandan Eylül’den Sonra adını verdiğim seri için, ayrı yumurta üçüzleri tanımlamasını yapmıştım. Çünkü onlar, birbirinden farklı konuları olan, devamlılığı olmayan, her birinde değişik kurgularyöntemler uygulanan, birbirinden bağımsız, üç ayrı romandır. Tek ortak noktaları 12 Eylül’den sonra yaşanan travmayı anlatmalarıdır… Vatan Dersleri ise bir üst başlık. Karakterler aynı olsa bile her iki roman da bağımsız; gerek kurgulanışları, gerek öyküleme açısından birbirlerinin devamı değil. Üçüncüsü de öyle olacak… Ölü Bir Zamana Ağıt’ın daha çok yorduğuna gelince, bunu iki yolla açıklayabilirim. Birincisi roman kahramanı Neşet İl Ö lir öyleyse? Yer yer o söyleşiye ve yapboz tanımlamanıza giderek yanıt vereyim sorunuza: Ben, romanın ve doğal olarak roman kurgusunun bir keşif çalışması olduğunu düşünüyorum. Başından beri çok sesli düşünmeye çalışan birinin geleneksel romanın düz çizgi üzerinde ilerleyen tahkiyesini yeğlemesi doğru olmazdı. Bunu yeğlese belki her şey çok daha kolay olur, ama yeni bir şey yapmış olmazdı. Dahası ben, ülkedeki muhteşem kargaşanın buna karnaval da diyebiliriz düz çizgi üzerinden gidilerek ya da yüzeyde dolaşılarak anlatılabileceğini hiç sanmıyorum. Evet sizin yapboz dediğiniz kurgu, gel gitler yapmaya, medcezirler oluşturmaya; çok sesliliğe uygundu. Üstelik böylece takvim ve saatle ölçülen matematiksel zamanın dışına çıkabildim. Bir anlamda ülkemin ve insanların bilincindeki karmaşık zamanın içine dalmaya çalıştım... “Dalmaya çalıştım” dedim çünkü roman benim için ne üzerinde dolaşılacak çizgidir ne de yüzey gezintisidir. Roman doğrudan doğruya bir derinlik araştırmasıdır. Öykü çizgisel anlatıma daha yakın bir türdür, yüzeyde durmayı sever. Yapısı gereği böyle olması da gerekir. Çünkü bir “an”dır, bir “durum”dur ya da bir “çakıntı”dır. Ama derine inilmeden, derinleşemeden roman yazılmaz. Roman “an”lar, “durum”lar ve “çakıntı”lar toplamıdır. Dolayısıyla çok sesliliği, çok katmanlığı ister, hak eder. YARATIYLA ANLAŞILMA ARASINDA BİR BEKLEME ANI VARDIR “Çok sesli” hali seçtiğiniz anlatım tekniğiyle de ortaya koyuyorsunuz. Alt alta sıralanan –ıp, ip’li “virgülsüz” kelimeler, sonra kırzımıyla işaretlenmiş alanlar vb. Bu seçim romanı haraketlendirirken, okuru “yorabilir” kaygısı duyuyor musunuz? Okuru yorarım kaygısı taşıyanları, bu kaygıyla metni kolaylaştıranları saygıyla karşılıyorum, ama ben bu düşünceyle, bu tür ön belirlemeyle üretemem; çünkü roman adı verilen türe haksızlık etmek istemem… Öte yandan, okuma eyleminin de bir üretim olduğunu düşünüyor, okurun bir metinle ilişki kurduğunda üretim kaygısını önde tutması gerektiğine inanıyo SAYFA 16
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle