08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Auschwitz’de Düğün” üzerine… Kınasız düğün duasız ölüm Erich Hackl, kahramanları konuşturmanın ötesinde tanıkların diliyle değirmi bıçağın sırtında yaşanır gibi yaşanmış bir hayatın parçalarını önümüze koyarken hem okurun heyecanını diri tutuyor, hem de belgesel olma özelliğini pekiştiriyor. ğımız bir kitap ortaya çıkmış. Bütün anlatılanların ötesinde; satırların arkasında bütün heybetiyle duran ve gücünü hissettiren yegâne ‘güç’ elbette ki ölüm!.. Franco faşizmine karşı savaşırken insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda bırakılan ve var gücüyle direnen Rudi, baskılar ve nefesini ensesinde her daim hissettiği ölüme karşın âşık olduğu Marga ile 1944 yılında evlenir. Uzun ayrılıklardan ve özlemle beslenen bekleyişlerden sonra, oğluna ve karısına kavuşacağı umudunu korumasına karşın onu bekleyen sondan kurtulamaz. Nikâhında giydiği kırmızı güllü gömleğiyle ve ipini çekmeye hazırlananların gözünün içine baka baka ölüme gider. Bugüne değin toplama kamplarıyla ilgili ne çok film izledik, ne çok kitap okuduk. Ancak Rudi’nin öyküsü gerçekten insanlığa ‘ibret’ olacak türden. İbretin ne olduğunu anlayacak duyarlığımız kaldıysa elbette!.. VAZGEÇMEYEN KİŞİLİK... Anlatılan dönemde Franco, Condor denilen Nazi lejyonuna, başka bir diktatör olan Mussolini’nin askerlerine ve Faslı paralı askerlere güvenmektedir. Ancak evdeki hesap çarşıya uymaz. İspanyol halkının mücadelesi yabancı ülkelerin umurunda değildir. Hatta sınırlarını bile kapatmışlardır. 1938 yılını özetleyen bu karmaşa içinde bile Friemel’i asla vazgeçmeyen bir kişilik olarak anlatır aynı tanık… Ve yine o dönemin değişmezi olan genelev gerçeği bütün acımasızlığı ve bütün çıplaklığı ile bütünün parçalarından birini oluşturur. Cephenin kırk kilometre gerisinde bulunan genelev konusunu yazar, yumuşatarak anlatmaya çabalamış. Ne demeli, teşekkür mü etmeli, duyarlığından dolayı kutlamalı mı? Bir yanda muhabbet tellalları, samanlar üstünde askerlerle yatan kadınlar, kuyruğun başında para toplayan adamlar; öte yanda Friemel ve arkadaşlarının deyimiyle onların velayetini üstlenmiş kadınlar, özellikle de sürekli temas halinde oldukları Barcelona’daki kadın örgütleri… Bütün bunları okuduktan sonra, İspanya turu boyunca düşündüğüm bir şey vardı. Rehber her fırsatta, pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi İspanya’da da genç nüfusun azaldığını, bunun işgücü kaybına neden olduğunu, kadınların (o erkekleri de katıyor ama bana göre kadınlar çoğunlukta!) kolay kolay doğurmak istemediklerini, bir çocuk doğurmuşsa bile ikinciden kesinlikle kaçındıklarını anlattı durdu. Acaba bunun tek nedeni gelecek kaygısı mıydı, estetik kaygı mıydı, sorumluluktan kaçınmak mıydı? Çok değil, iki kuşak öncesi kadınların peşkeş çekilmeleri, her türlü tecavüze boyun eğmek zorunda kalışları, birer metaya dönüştürülmeleri bunda etken olamaz mı? Bununla birlikte aynı dönemi anlatan neredeyse bütün filmlerde, bütün kitaplarda olduğu gibi bu kitapta da yer alan, pek çoğumuzun belleklerine kazınmış başka bir görüntü de, insanların koyun sürüsü gibi vagonlara dolduruldukları ve sınırdan sınıra sürüldükleri zamanların karesiydi. Yine aynı yayınevinden çıkan John Berger’ın Anlatmanın Başka Biçimi’nde yer alan fotoğrafları kendimce okurken aynı konuya değinmiştim. Çobanlar eşliğinde, tren rayları üstünde şehir dışına doğru götürülen koyun sürüsü bana göre bir göndermeydi. Raylar boyunca sürgüne ya da toplama kamplarına gönderilen katarlar dolusu insan sürüsüne yapılan bir gönderme… Bu kitapta da aynı görüntüler başka bir tanıktan anlatılıyor. Yabancılar lejyonunda başarısız olunca çalışma bölüklerine zorla sokulan Rudi ve arkadaşları başka bir gün Fransızlar tarafından vagonlara yüklenir ve İsviçre sınırında bir bir kasabaya götürülür. Biri bir kontesin yanına, diğeri bir çiftçinin yanına. Özgürlük uğruna, savaş verdikleri idealler uğruna şimdi de hizmetçilik edeceklerdir. Çiftçinin yanına verilen Margarita’dan başkası değildir. 1941 yılında Marga, Albi’de çocuğunu dünyaya getirir. Rudi ansızın çıkıp gelse de oğlunu yalnızca birkaç hafta görür. Bu aynı zamanda uzun bir ayrılığın başlangıcı olur; çünkü o günden sonra oğlunu görme şansı bulamaz… Bu satırları yazarken de, yazmaya iten kitap satırlarını okurken de bir anne olarak düşünmekten kendimi alamadım. Böylesi bir cehennemin içinde hamile kalmak, çocuk doğurmak cesaret işi miydi, çılgınlık mıydı, çaresizlik miydi, aşkın hallerinden biri miydi diye… Marga ve kız kardeşi bebeğin hayatını kolaylaştırmak adına her şeyi göze alarak çabalasa da bunun yeterli olup olamadığına karar vermek kolay değil. Ayrıca da doğurmaya hangi koşullarda, hangi düşüncelerle karar verdiğini de anneden daha iyi kimse bilemezdi elbette. ANNENİN YANITI Ve o annenin yanıtı gecikmemişti: “Çocuk sahibi olmak için yanıp tutuşanlardan değildim. Suç Fernando’daydı. Dikkat etmedi. Ama oğlum dünyaya geldiğinde bu duruma tabii ki çok sevindim, fakat başlarda. Halimiz ortadaydı. Şunu hemen idrak etmiştim. Şu andan itibaren anne babasının nelerle uğraştığını, ya da nelere karşı mücadele ettiğinin sorumluluğu bu küçük çocuğa yüklenemezdi. İşte bu noktada Rudi’yi suçluyorum. Beni enselediklerinde oğlumu koruyacak birilerini ayarlamam lazımdı. Tabii enselendim de.” Rudi Friemel’in karısı ve çocuğuyla birlikte resmi olarak iadesini istemesi, bir çocuğun anne ve babasının kararlarını nasıl değiştirdiğinin de bir kanıtıydı. İade talebine gelen yanıt şöyledir: “Sayın Friemel, sınır kapısında Alman memurlara teslim edilmeniz hususunda bugün Fransız görevlilere talimat vermiş bulunmaktayım. Teslim edilmeniz sırasında sivil Fransız jandarma memurları görev alacaktır.” Yanıt, geçişi sağlayacak talimatlarla son bulur. Ardından da Friemel ve Marga’nın kız kardeşi arasında tartışma başlar. Çünkü Friemel’in aksine bebeğin ve Marga’nın gitmemesi gerektiğine inanır genç kadın. Rudi Friemel, Avusturya’yı faşizmden kurtarma hayalini kafasına koymuş olabilirdi ama yine de tek başına dönmeliydi!.. Rudi veda sırasında Marga’nın kız kardeşine şöyle der: “Almanya’ya dönme ? Meliha AKAY ayatın köşe başlarında bizi nelerin beklediğini, nelerle karşılaşacağımızı, sonrasında hangi yöne sapacağımızı önceden kestirmek gerçekten çok güç… Bir kitap, bir yanılgı, bir eser eğer bamtelimize basacaksa ve pili çıkarılmış saat gibi zamanı tam orada durduracaksa bunu hiçbir şey engelleyemiyor… Agora Kitaplığı’ndan çıkan Auschwitz’de Düğün’ü okuduğum günlerde İspanya turuna katılmıştım. Bu, kitapla tanışmadan önce yapılmış bir programdı. Ve de tuhaf bir rastlantıydı. Çünkü, kitapta yer alan kişilerin karakter tanımlamalarından birinde şöyle deniyordu: “Annem karakter bakımından tipik bir İspanyoldu. Siyah saçlı, siyah gözlü, uzun yüzlü. Çok duygusal, çok dramatik, çok trajik!” Seyahat boyunca sokakta gördüğüm her İspanyol’un yüzüne, tepkilerine, duruşuna bakarken hep o tümce geçiyordu aklımdan. Çok uzak bir tarih olmasa da, o dönemde yaşanan trajedinin izlerini arıyordum her yüzde, her duvarda, kaldırım taşlarında, havanın kokusunda… Ve eninde sonunda gelip o soru düşüncelerimin yolunu kesiyordu. “Bütün ölüler acaba boşuna mı öldüm, sorusunun huzursuzluğu içinde yatarlar!” diyordu kitabın kahramanı... Düğününde de, ölüme giderken de güllerle bezeli gömleğini üstünden çıkarmayan Rudi’nin kafasını karıştıran soru, benim de kafamı karıştırmıştı. Gördüğüm her şehirde, kitap ve izlenimlerim arasında paralellikler kurdukça sorunun yanıtını verebilmiştim: İdeal uğruna ölünmüşse hiçbir ölüm boşuna değildir. Ancak bunun kesin bir doğru olmadığının altını çizmek isterim. Çünkü aynı koşullardan geçmedikçe dışarıdan bakanla içeride olanın aynı doğruları paylaşmadığını pek çoğumuz iyi biliyoruz… İnsanın insanı katlettiği o dönem, ne denli çaba gösterilse de, titizlikle incelense de bir yerlerinden mutlaka eksik kalacaktır… İnancım o ki; eğer aksi olsaydı bunca yıldan sonra dünya, yeniden bir dünya savaşının eşiğine gelmezdi. O korkuyu yeniden yüreklerimize salmazdı… Kitabın başarılı kurgusu, okuru acının içinde uyuşarak yol almaktan alıkoyuyor. İlk sayfalardan itibaren karakterlerin ve tanıkların birbiri ardına söz almaları, aynı olaya farklı bakış açılarıyla bakmamızı sağlıyor. Bu yanıyla bile başlı başına okunmaya değer bir belgeselle tanışmış oluyoruz. Dildeki yalınlık, çevirideki ustalık da eklenince son sayfasını iç çekerek kapattı miz Fransa’da perişan olmamızdan iyidir. Orası tehlikeli ve belirsiz de olsa buradaki pislikten kurtulmuş oluruz, o kadar da kötü değildir herhalde, memleket memlekettir. Haydi, memleketimize dönelim! Bu kadar basit.” İkinci Dünya Savaşı denen ‘kara leke’ zamanlarında, yer değiştirmelerden, onca kaygılı bekleyişten sonra son ikâmet yeri Polonya yakınlarındaki toplama kampıdır. Sıra Auschwitz’de nikâha gelmiştir; herkese duyduğu anda çok saçma gelse de... Friemel, Nazilerden nikâh için izin istemeyi kafasına koymuştur. Herkes birbirine aynı soruyu sorar. Toplama kampında düğün mümkün mü? “Neden olmasın, cehennemde her şey mümkündür, cennet bile!” Resmi bir nikâha izin verilebileceğine kimse ihtimal vermez. Olsa olsa, sadece göz boyamak ve Naziler hava atmak için olabilir bu. Denetleme kurumlarına karşı, “Buyrun bakın, tutsakların durumu ne kadar da iyi! Yaşam dışarıda nasılsa burada da öyle devam ediyor” diyebilmek içindi… Kitlesel katliam düşmanın propagandasından başka bir şey değildi! BURUK BİR TEBESSÜM Bunun ne kadar böyle olduğunu çıplak gözle yerinde görenler çok iyi bilir. Prag yakınlarında gezdiğim toplama kampında belleğime kazınan görüntülerden birisi de tecrit odası gibi bir yere, hastaların yatırıldığı odaya konmuş ama el bile sürülmemiş lavaboların beyazlığıydı… Yıllar geçmesine karşın ne kadar kirlenip tozlansa da, hiç kullanılmadığı renginden belli lavabolara bakarken rehberin yaptığı açıklama, yazarın anlattıklarını doğrular nitelikteydi. Lavabolar, Kızılhaç görevlileri denetleme amacıyla kampa gelecekleri zaman konulmuştu. İçerideki koşulların ne denli insani olduğunu kanıtlamak içindi!.. Kampın bütün birimlerini mide bulantıları ve başıma saplanan ağrılarla birlikte gezdiğim sürece, bunca yıla karşın toprağın taşıyamadığı kan/ idrar/ yakılmış et kokusunu duymuş, insanlığımdan vazgeçmeye hazırım diye tanrıya oracıkta yalvartan izleri görmüştüm… Ölümden öte, dehşetten ve vahşetten öte bir düğün ya da bir nikâha dair bir iz görmeyi ne çok isterdim… Şu da bir gerçek ki Naziler hayata ve ölüme dair kararlarını tamamen keyfi olarak veriyorlardı. Vatana ihanete yardım ve yataklıktan mahkum edildiği halde idam edilmeyen tanıklar da vardı. Yüz kişiden doksan dokuzu ölüyorsa bir kişi kurtulabiliyordu. Ancak bu nikâhın yapıldığı da bir gerçekti. 2 Ocak 1942’de toplu sevkıyatla Auschwitz kampına teslim edilen on sekiz tutukludan biri olan, 25183 numaralı tutuklu Rudi Friemel ve Marga’nın tarihe geçen ve bizlerin yüzünde buruk bir tebessüm oluşturan nikâhı… Nikâh, onları sadece kampta gören tanığın aktardığı gibi olmalıydı: Marga mahcup ve heyecanlı. Friemel SS’in kıyafet odasından temin ettiği takım elbiseler içinde. Birbirlerine sarılamazlar, tutukturlar. Olsa olsa bu, onları bekleyen idam kararının ve ayrılığın kendini alabildiğine ve bütün acımasızlığıyla hissettiren dürtüsüdür… Birbirlerinden gizleseler bile… Kitabın son bölümlerinde Rudi’nin idama giderken bile baş eğmeyen tavrı, olayların toplumları nasıl dönüştürdüğü ve değiştirdiği yalın bir dille işlenmiş… İç burkan son cümle ile bitirmek isterim: Auschwitz’den kurtulan birinin kalbi sonsuza dek nasır tutar… ? Auschwitz’de Düğün/ Erich Hackl/ Çeviren: Kaan H. Ökten/ Agora Kitaplığı/ 170 s. KİTAP SAYI 935 H SAYFA 8 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle