08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? rumluluk gerektiren bir şey olduğunu söyler. Sevmek, dostluk, adı ne olursa olsun, insanın insandan sorumlu olmasıdır bu. Bu sorumluluğu hiçbir zaman gereği gibi yerine getiremediğim düşüncesidir belki de suçluluk duygusunun kaynağı. Özellikle de bir öykünüzde, “Dosyası Çabuk Kapatılan Bir Ölüm Olayı”nda var bu sorumluluk bilinci. Hangi nedenlerden dolayı intihar etmediğini anlatan bir mektup bırakır geriye kahraman Raif Ergüç. Bu varoluşunun ve ölümünün sorumluluğunu alan bir insan duruşudur. Bu anlamda intiharı, arkasında bıraktığı o mektupla zayıflık değil tam tersine büyük bir güç gösterisidir... Evet. Bu hikâyeye değinmeniz ilginçtir. Çünkü o kitap çıktığında bir arkadaşım o öykü için, bir roman öyküsü gibi olmuş demişti. “Sevmek eylem Bence de açıldir ve dolayısıyla da her eylem gimaya çok elverişli bi bir sorumlubir hikâye... luk getirir”. Ben, Ve ben aradan işte o sorumluyıllar geçtikten luk duygusunsonra döndüm ona dan hiç kurtulamadım. ve şu anda yazmakta olduğum ikinci romanımda çıkış noktası o öykü oldu. Oradaki çizgiler genişledi işte bu yeni romanımda. Biraz bahsedecek misiniz bize? Kahramanı “Ressam Sadi Bey” adında bir ressam. Romanın adı da “Ressam Sadi Bey’in Son Tablosu”. Ressam Sadi Bey altmışlarında, son bir tablo yapmak istiyor, fakat dört beş yıldır üzerinde çalışmasına rağmen başaramıyor. Tablosunda kötülüğü yapmak istiyor. Roman boyunca bunun sorgulanması sürüyor. Çok görmüş geçirmiş yaşlıca bir kadın var, Ressam Sadi Bey’in çok yakını. O diyor ki, “Sen hiç kötü olabildin mi ya da kötülüğü yakından tanıyabildin mi ki resmini yapabilesin.” Ama bir tez daha var romanda. Ressam Sadi Bey onu sorguluyor: “Acaba kötülük çok yaygın da artık ben hiçbir yerinden onu yakalayamıyor muyum?”. Bu arada ressam Sadi Bey’in yaşadığı ortam da… bilmiyorum söyleyeyim mi burada? Çok iyi olur… Bu ortamı tamamen rastlantı sonucu, Beyoğlu’ndan geçerken gördüm ve gezdim. Bu travestilerin yaşadıkları bir sokak ama çalıştıkları değil. Evleri orada. O mahalle halkıyla birlikte yaşıyorlar. Ressam Sadi Bey on bir yıl kadar önce oraya taşınmış. Bir apartmanın 6. katında oturuyor. Atölyesi de orada. Geri kalan beş katta travestiler yaşıyorlar. Hatta bir tanesiyle, alt katta oturan Violet’le çok yakın dostlar. O ona alışverişlerinde yardım ediyor. Fakat bu “travestilik” durumunun politik bir mesajı da var. Romanın temelinde bunu ne ölçüde başaracağım ya da başardım bilmiyorum, Türkiye’nin bir genel portresi bu. Şöyle ki çok büyük değişim geçirmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçiş. Romanda şöyle bir tez var benim savunduğum, rahmetli Erdal Öz de çok ilCUMHURİYET KİTAP SAYI ginç bulmuştu bu tezi; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin ardından, ilk kuruluş dönemi hariç çünkü orda bütün önlemler alınmış, işlerin savsaklanması yüzünden bu toplum her şeyi dönme olarak yaşamaya başlamış. Yani demokrasinin dönmesi, insan haklarının dönmesi, eğitimin dönmesi… bu var temelde… Gerçekten ilginç bir yaklaşım. Sabırsızlıkla bekliyoruz o zaman romanınızı. Henüz bitmeden bunu bizimle paylaştığınız için de ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Ben yine bizi bu konuya getiren öykü kitabınıza dönerek, çünkü size dair çok fazla şey söylediğini düşünüyorum onların. Aynı kitabınızda yine bir diğer öykünüz “Balkondaki Defterler”de de yazar ya da kahraman geçmiş hayatı yok ederek kendi hafızasında gerçekliği yeniden ve yeniden üretmenin arzusu içindedir. Yazma edimi başlı başına böyle bir şey değil mi zaten? Evet, yazdığımızı değiştiriyoruz, ben zaten birkaç yerde değindim buna. Hatırlamak diyoruz ya, onu bugün yapıyoruz. Bugün hatırlarken de değiştiriyoruz. Zihin giriyor işin içine ve o anı ya da anıyı bozuyor, değiştiriyor... Tabii o günkü şey değil artık. O günden süzülüp bu güne gelen bir şey. Gün o gün değil çünkü. YAŞADIĞINI İNKÂR ETMEK... Yine aynı kitaptan bir başka hikâyeniz “Yazılamayan Bir Öykünün Serüveni”nde yazar, varolduğunu sandığı bir hikâyeyi bulmaya çalışırken aynı zamanda onu tekrar yaratmış da oluyor… Evet, çünkü bugün yapıyor bu işi, başka bir şey yapamaz. Tabii, bu hiçbir zaman şunu getirmemeli, belki bahsettiğimiz yazıyı onun için yazdım Cumhuriyet’te. Şimdi buraya kadar konuştuğumuz doğal, bunu zihin yapıyor zaten. Ama bir de bunun bilinçli olarak yapılması var ki orda ahlak sorunsalı geliyor yine gündeme, yaşadığını inkâr etmek ... Bilinçli olarak derken neyi kastediyorsunuz? Sizce bir yazar, kendi yaşantısını yazıya ne ölçüde dahil edebilir, etmelidir? Buradaki sınırlar nelerdir? Yazar görürken aynı zamanda görünen kişi olması nedeniyle sınırlardan bahsedebilir miyiz? Şimdi şunu kimse inkâr etmesin, inkâr edenler de oluyor çünkü. Yazar her sanatçı gibi kendi görme biçimini kâğıda geçirir. Gören kendisidir. Görülen kadar gören önemlidir, çünkü o görülen gören tarafından görülür. Neyini saklayacak ki bunun! James Dean’in sinemaya ait bir sözü var. Ölümünden çok sonra elime geçti. “Sanat üzerine notlar” diye küçük bir kitapta diyor ki: “Hayatımızın sonuna kadar hangi rolü oynarsak oynayalım kendimizi oynarız ve bunu yapabildiğimiz ölçüde başarılı oluruz”. Çok doğru, şimdi yazar kendini yazmayacak da bambaşka birini mi yazacak. Ama bunu karakterlerle karıştırmamak lazım. Üstat Gustav Flaubert, “Madame Bovary benim!” dedi sonunda. Bu onun gibi bir şey. Bu konuda te935 oriler üretmeye gerek yok. Yazarlar ve şairler kendilerini yazarlar. Kafka’nın “Dönüşüm”ünde, hatta siz onu ikinci kez çevirdiniz, kahraman Groger Simson’ın babasıyla kendi ailesi arasında bir paralellik olduğu biliniyor mesela... Tabii, bu kaçınılmaz bir şey! Kendi deneyimlerinden yola çıkar. Onları çeşitli yerlere, durumlara taşır. Bunu yaparak kendini beraat ettirmeye çalışmamalı tabii ki yazar. O edebiyat yalanı olur. Sizin oyunculuk ve tiyatro üzerine çok ciddi çalışmalarınız var. Oyunculuk teorisi, dramaturji, tiyatro kuramı gibi pek çok konuda kitaplarınız var. Peki bu alana ilginizin kaynağında yatan şey neydi acaba? Tiyatro hayatın ta kendisi de ondan. O kadar hayattan ki! Bir de tiyatro sanatının bir özelliği var: İnsanı insana doğrudan insan aracılığıyla anlatan tek sanat dalı. Arada hiçbir şey yok. Et ve kemikten bir seyircisiniz, o da et ve kemikten bir oyuncu. Etkisini buna borçlu bence. Yalnız bu büyük bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor, bunu da hep söylerim. Bu kadar güçlü olduğu için aldatması da çok kolay oluyor; bazen yalan da söyleyebiliyor. Peki bugün çağdaş Türk tiyatrosunda altını çizebileceğiniz en temel sorun, eksikliğini en çok duyduğunuz nokta nedir? Cehalet! Çünkü tiyatro şöyle bir iddiayla geliyor hayata. Ben bu gördüğüm sahneye dünyayı getireceğim iddiasında. Şimdi bunun arkasından bizim ona yöneltebileceğimiz ilk soru şu olabilir; o dünyayı yeterince biliyor musun? Ha, yeterince bilmek için çaba harcamamışsa tiyatro yalanı başlar. Onun için oyuncular açısından da yönetmenler açısından da Türk tiyatrosunun birinci sorunu eğitimdir. Bizim tiyatro eğitimizde de çok büyük aksaklıklar var. Tiyatro eğitimi bugün oyunculuk eğitimine indirgenmiş durumdadır küçük istisnaların dışında. Öyle ki konservatuvarlarımızda öğrenciler ne yazık ki hocaların da payı var bunda oyunculuk ve sahne derslerine ağırlık verip kuramsal dersleri geçiştiriyorlar. Bir öğrenci bugün çok rahat şuna inanabiliyor: Ben sanat tarihi bilmeden, tiyatro tarihi bilmeden, tiyatro edebiyatı bilmeden oyuncu olabilirim. Bu çok tehlikeli bir durum. Eğitim sorunundan başka ‘Türk Tiyatro Tarihi’ adına da yapılmış çok kapsamlı bir araştırma yok gibi sanki? Bazı çok değerli araştırmalar var ama bizim o anlamda bir tiyatro tarihinden söz edebilmemize imkân sağBizim tiyatro lamıyor. Ben tarihle eğitimizde de geçmişi birbirinden çok büyük akayırıyorum. Çok saklıklar var. Tiyatro eğitimi genel olarak söylerbugün oyuncusek, tiyatromuzun luk eğitimine ingeçmişine tarih bidirgenmiş dulinciyle bakamıyorumdadır küçük ruz. istisnaların dışında. Bir de yeterince oyun yazarı yetişti mi bizde? Sahnelemek üzere oyun bulmak konusunda bir güçlük var gibi sanki? Kesinlikle! Bakın Zeliha Berksoy’un önemli bir sözü var: “Yabancıların oyunlarını oynayarak Türk tiyatrosu yapamayız”. Hangi ülkenin tiyatrosuna bakarsanız bakın, bugün İngiliz tiyatrosu, Alman tiyatrosu; Amerika gibi geçmişi öteki ülkelere göre çok daha kısa olan bir ülkenin tiyatrosu ya da Frankfurt, İtalya… Bunlar kendi tiyatrolarından bahsederken kendi tiyatro yazarlarının kaleminden çıkma eserlerle katedilen yolu kastediyorlar. O yazarlar o toplumlara ne ölçüde eşlik edebilmişlerdir. Yorumlayabilmişlerdir. Bu çok önemli. Tennesse Williams’a sormuşlar, “Neden romanlarınızda hep hastalıklı karakterleri işlediniz” diye. Cevabı kısa ve net: “Siz bu toplumdan (Amerikan toplumundan bahsediyor) sağlıklı karakterlerin çıkabileceğine inanıyor musunuz?”. Şimdi bundan daha net bir şey olamaz. Ne kadar çok düşünmüş üzerinde değil mi? Bir tiyatro yazarı bu demektir ve bir ülkenin toplumun tiyatrosu da böyle yazarlarla olur. Öbürü, yabancı tiyatro eserlerinin icra edilmesi bir tiyatro etkinliğine girer sadece. Bunu rahmetli Sabahattin Eyüboğlu da ellilerde yazdı. Ama kulak verilmedi. AYDIN KİŞİ KİM? Son olarak; Türkiye’de bir “aydın” sorunu var mı sizce? Aydın kişi kimdir? Türk aydınlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İki yönü var bence. Genel düşünce tarihine baktığımız zaman her toplumda gerçek aydınların ne kadar ağırlıkları olduğunu, görünüşteki azlıklarına rağmen ne kadar çok işlere, değişimlere imza attıklarını görüyoruz. Tabii her ülkenin olduğu gibi bizim de aydınlarımız var. Ne yazık ki burada gerçek aydınlar ve gerçek olmayanlar gibi bir ayrıma gitmek zorundayız. Gerçek sanatçılar ve gerçek olmayanlar diye ayırdığımız gibi. Aydın kişi kim? Bütün dünyada tartışılan bu. Aydın kavramı Rönesans’ta Erasmus’un Hümanizma kavramıyla ortaya çıktı. Aydından beklenen en önemli şey dürüstlük ve namus. Aydın şu kişidir: Nereden ve hangi otoriteden gelirse gelsin kendine ulaşan hiçbir veriyi kendi zihinsel süreçlerinden geçirmeden doğru ya da yanlış demeyen kişi ve o zihinsel süreçleri de hep besleyen kişi. Aydın, olabildiğince güzel ve anlaşılmaz konuşan müritleri olan kişi değil, tam tersine benim “Türk Aydınlanması” diye adlandırdığım bir dönem var. Sebahattin Eyüboğlu, Azra Erat, Vedat Günyol, Halikarnas Balıkçısı… Onların oluşturduğu. Hangisinin yazıları ifadeleri karışıktı? Hiçbirinin! Demek ki aydın söylediği çok net anlaşılır kişidir. Çünkü çok iyi bilir, karışıklığa yol açmaz. Bugün aydınlarımızın hepsi böyle mi? Tartışılır. Türkiye’de öyle bir aydınlar topluluğumuz var ki onların ne dediği anlaşılmıyor. Bir de onların etrafında onların dediklerini anlamamakla övünen bir topluluk var. Bunların üstüne bir de dürüstlükten uzaklaşma sorununu koyarsanız, aydın sorunu ortaya çıkıyor. ? SAYFA 17
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle