05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Çetin Veysal'dan 'Savaşın Felsefesi' Kapitalizm koşullarında barış mümkün mü? Çetin Veysal çalışmasında, savaş sorununun tüm felsefe tarihi boyunca hangi koşullarda ortaya çıktığını, nasıl boyutlar kazandığını, savaşa hangi çözüm önerileri getirildiğini tüm ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. durulmayan birçok yönünü ayrıntılarıyla ele alıyor. Savaşın, tarihsel açıdan kazandığı anlamların üzerinde duruyor. İnsan bilimleri ve sosyal bilimlerden bakıldığında olgunun sorunlaştırılış biçimlerini ortaya koyup bu saptamalara açıklamalar ve eleştiriler getiriyor. Tarihçilerin, sosyologların, siyaset bilimcilerin; liberallerin, feministlerin, Marksistlerin; sanatçıların, filozofların yaklaşımlarını irdeliyor. Veysal'a göre savaş kuramları genellikle iki kategoride ele alınır. İlki, savaşı insanın yapısal özellikleriyle ilgili sayan görüş; ikincisi de savaşın toplum ilişkilerine bağlanmasıdır. Veysal da bu ayrımdan hareket ederek kendi savaş görüşünü toplumsal ilişkiler üzerinden oluşturuyor. Veysal, milliyetçi yaklaşımların savaşı körükleyen yapı ve tutumlar olduğunun altını çiziyor. Çünkü ona göre “aşırı milliyetçi eğilimlerin de savaşa yol açtığı görülmektedir” (s.52). Dinler de, barışçı söylemleri ağızlarından düşürmedikleri halde adeta savaşı körüklemektedirler. Dini içerikli kitaplarda bir yandan barış, sevgi, kardeşlik temaları ortaya dökülürken bu tür kitaplar bir yandan da toplumu savaşçı bir eğilime yönlendirmekten geri kalmaz; askerlikle, savaşçılıkla ilgili kavramları kutsallaştırır, izleyicilerini askerliğe heveslendirir; savaşın iyi ve güzel olduğu vurgusunu yapar; “Askere gitmeyen erkeğe kız verilmez” biçiminde ürettiği söylemlerle genç erkekleri savaşa yönlendirir, genç kızlar savaş değerlerini yücelten erkeklere yönelmeye teşvik edilir. Savaş ortamına bakıldığında savaşan tüm insanların mutlaka bir dini eğilime sahip olduğu görülmektedir. Belli bir kesimi; vatan düşmanı, anarşist, komünist, eşcinsel diye yaftalayarak tek ya da kitle olarak katledenlerin mutlaka bir dine mensup oldukları görülmektedir. Nihayetinde din, devlet ve özel mülkiyeti kutsayarak savaşa payanda olmaktadır. Bazı düşünürlerce de bu doğrultuda teoriler üretilmiştir. Örneğin İS 4. yüzyılda yaşayan Hıristiyan düşünür Augustinus, “savaşı, yeryüzünde tanrı devletinin kurulabilmesi ve insanların mutlu bir yaşam sürdürmeleri amacıyla yapmak gerektiğini bildirir” (s.54). Homeros'tan çağımıza Olay ve olguların görünen kısmının, olay ve olguları ne denli temsil edeceği sorunu es geçilemeyecek mahiyette bir bilgi felsefesi sorunudur. Dolayısıyla görünen, her zaman realiteyi tümüyle yansıtmayacağı gibi görünür nedenler de her zaman gerçek nedenler değildir. Bu, savaş için de geçerlidir. Bu yüzden savaşların görünürdeki nedenleri değil gerçek nedenleri önemlidir. Veysal da savaşın semptomlarıyla ilgilenmekle yetinmiyor, bir bakıma onun psikanalizini yapıyor, gerçek nedenlerin izini sürüyor. Savaşın sonuçları açısından da aynı usa vurmalar deneniyor. Savaş görünürde kimin, gerçekte kimin yararınadır? Bu soruya yanıt teşkil edecek yapının da keşfedilmesi zorunludur. O halde… O halde Veysal'ın irdelemelerine bakılırsa savaş; savaşa gidenin çıkarına değil savaşçıları savaşa gönderenlerin çıkarınadır. Tıpkı çalışmanın ürünlerinin çalışanlara değil de, çalıştıranlara ait olması gibi. Buradaki paradoksu göstermesi açısından Homeros'un “İlyada”sındaki sözler pek öğreticidir. Agamemnon'a kızan Akhilleus şöyle der: “Oysa kıyasıya savaşta benim kollarım görür en büyük işi/ Ama bölüşmede payın en okkalısı sana gider” (s.97). Veysal, “İlyada”daki bu ve benzer pasajları değerlendirirken Troya Savaşı'nın gerçek nedenlerinin ekonomik olduğunun altını çiziyor. Ona göre savaşa katılanların hemen hemen tümünün altın, tunç, kadın gibi ganimetler peşinde olduğu görülüyor. Savaşta yenilenler öldürülüyor, öldürülenlerin eş ve çocukları köleleştiriliyordu. Savaş temalı eserler incelendiğinde savaş karşıtı tutumun da tüm tarih boyunca görüldüğü anlaşılıyor. Mesela aynı eserde Akhilleus'un, en önemli savaşçı olduğu halde, “Savaşlar son bulsun” diye haykırdığı gözlerden kaçmıyor. Savaş savunuculuğu yapan teorilerin bir dayanağı da savaşın tüm insanlık tarihi boyunca tüm toplumlarda var olduğu iddiasıdır. Veysal, Morgan üzerinden yaptığı fikir yürütmelerde, ilkel toplumlarda çatışmaların olduğunun ama bu ilkel çatışmaların asla bugünkü savaşları haklı çıkarır mahiyette olmadığının üzerinde durmaktadır. Veysal'ın Morgan değerlendirmesine göre ilksel insanlar, ölümlerin nedenini bilmiyorlardı; bunun nedenini çevrede ya da komşu toplumlarda arıyorlardı; bu nedenle de onlara saldırıyorlar, bir anlamda suçluları cezalandırıyorlardı. Fakat o insanları ve toplumları ne öldürerek yok etmeyi düşünürler ne de onların mallarını yağma ve talan ederlerdi. Yaptıkları şey yalnızca mallarına zarar ziyan vererek öç almaktı. Bu tarz savaşlar günümüzün ekonomik savaşlarıyla içeriksel açıdan ilgisizdir. Direnme ve savunma denebilecek savaşlar ya da yaşamı sürdürme güdüsü ve dinsel ritüellerin gerçekleştirilmesi biçiminde ortaya çıkmaktaydılar. Savaşa biyolojikgenetikcinsiyetçi bakışlar Veysal, Keagan'dan yola çıkarak savaşın tarihsel gelişmesine dair açıklamalarında farklı görüşlerin olduğunun altını çiziyor. Buna göre savaşmaya yatkınlık kalıtsal olarak hayvan atalarımızdan bize geçmiştir, dolayısıyla “İnsanların beyni şiddete yatkındır” türünden görüşler ileri süren düşünürler vardır. Bu kanaatte olanlar, şiddet ve savaş ortadan kalkınca yaşamın heyecanının kalmayacağı görüşündedir. Bu durumda biyolojikgenetik yorumlar, kültür tarihini geri itip doğuştan gelen yatkınlık savları geliştiriyorlar. R. Daw ? Mehmet AKKAYA ir olgunun sorun olarak saptanması, günün birinde bu soruna ilişkin bir açıklamanın yapılacağı anlamına da gelir. Düşünen ve tavır alan insan ise öncelikle zorunlu olanları sorunlaştırmak durumundadır. Bu, insanın özgürleşmesi ve insan olarak kendini gerçekleştirmesi gerekliliğinden ileri gelir. Bugün kavranılması, nesneleştirilmesi gereken öncelikli ve zorunlu olan, teke indirilmemek kaydıyla, savaş olarak değerlendirilebilir. Aslında savaş, insanlık tarihinin her zaman önemli bir olgusu olarak nesneleşmek üzere bir görünüş ortaya koymuştur. İlk filozofların savaş metafizikleri Hesiodos'un ve Homeros'un mitolojik açıklamalarını miras almış gibidirler. Filozofların savaşa yönelik başlattığı ilgi, yeniçağda bilim insanlarının, giderek sosyologların, siyasetçilerin çok yakından ilgilenmeleriyle daha da artmıştır. Türkçede de savaş, ülkemizin özelliklerinden ve konumundan dolayı geniş bir kesimin ilgisini çekmekte ve felsefecilerin gündemine de konu olabilmektedir. Mersin Üniversitesi felsefe hocalarından Çetin Veysal'ın Etik Yayınları’ndan çıkan “Savaşın Felsefesi”* adlı çalışması savaş bağlamında mutlaka üzerinde durulması gereken bir yapıt. Yazarın savaş sorununa felsefeden hareketle yöneldiği; tarih, sosyoloji, antropoloji, psikoloji gibi disiplinlerden yararlanarak yaklaştığı görülüyor. Unutmamalı ki yalnız entelektüel dünyanın üyeleri değil her çağdaş insan, insanla ilgili her şeyle ilgilenmek durumundadır. Hele savaş ve barış gibi hayati öneme sahip olgularla ilişkide olmak yaşamın olmazsa olmazlarındandır. Bugün savaş ve barış sorunları insan ve dünya sorunlarının ilk sıralarında gelmektedir. Bu yüzden savaşın ve barışın nedenlerini, ilkelerini sorun yapmak önemli bir görev olarak filozofların olduğu gibi halk kesimlerinin de karşında durmaktadır. Belli bir kesimin felsefeyi maddi yaşamın dışında, birtakım kavramları öğrenmek, bilgi diye bu kavramlarla çeşitli kombinasyonlar oluşturmayı anladığı koşullarda, bir felsefecinin felsefenin mantığına uygun olarak, savaş konusuna eğilmiş olması oldukça öğreticidir. B kins'in sosyobiyolojik açıklamaları ve Konrad Lorenz'in davranış teorisi bunlara örnektir. Yazar, bu konuda Max Scheler'den Malinowski'ye birçok filozof ve bilim insanının görüşüne başvuruyor. Malinowski toplumsal yaşamın özünün işbirliği olduğunu vurgularken K. Marx da insanın türsel özlüğünü bilinçli etkinlikte, üretken yaşamında buluyor. E.Fromm ise ekonomik ilişkilere dikkat çekerek “İnsanın öz niteliklerinin ve yaratıcı gücünün başlı başına bir amaç olarak gelişmesine elverişli koşullar; bugün var olan ekonomik koşulların yerini aldığı zaman bu saldırganlık büyük ölçüde azaltılabilir” diyor (s.154). Veysal'ın anlattıklarına bakılırsa birçok araştırmada halen savaşı bilmeyen, insan öldürmeyi büyük bir suç ve kötülük sayan topluluklar bulunuyor. Kitapta örnek verilen Chatham adalarındaki Moriori topluluğu bunlardan biridir. Şiddet ve saldırganlık eğilimini insanın genetik yapısında bulsak bile bu genetik yapı şiddet ve saldırganlığın aktif hale gelmesi için bir ortama ihtiyaç duyar, bu ortam kapitalist toplumun inşa edildiği ortam olmalıdır. Sınıfların olmadığı bir toplumda şiddet ve saldırganlık güdülerinin pratiğe dönüşmesi olanaksız görünmektedir. Savaşı, cinsiyetçi tutumlardan giderek erkeklerin üzerine yıkmaya çalışanlar da vardır. Veysal'ın andığı açıklamalara göre, ki kısmen kabul edilebilir, bütün savaşçıların erkek olduğu, bütün silahların mucitlerinin ve kullanıcılarının erkek olduğu bir realitedir. Yine, bütün işkencecilerin, savaş kararı alanların da erkek olduğu ortadadır. Erkeklerin kas ve güç yönünden kadınlardan çok yukarıda oldukları, erkek çocukların kız çocuklarından daha saldırgan oldukları Ghiglieri gibi düşünürlerce dile getirilmektedir (s.131). Katillerin onda dokuzunun erkek olduğunu ileri sürerek cinsiyetçi bakışını daha da belirginleştiren Ghiglieri'ye göre düşmana mızrak, bıçak ve benzeri cisimlerle saldırmak da erkeğin cinsellik güdüleriyle ilgili olmalıdır. Ayrıca birtakım öldürme eylemlerinin altında da erkeğin kadını kıskanması bulunmaktadır; birçok öldürme, yaralama ve katliamın arkasında “kadın meselesi”nin olması rastlantı değildir. Ona göre erkeğin bu saldırgan, katliamcı tutumuna karşın kadın doğurma ve yaşatma anlayışına sahiptir. Kadın, savaşı da üremeyi ve yaşatmayı gerçekleştirmek için göze almaktadır. Sosyobiyolog Wilson da DNA'larda kodlanmış erkek egemenlik ve saldırganlık genleri olduğunu iddia etmektedir. Bu cinsiyetçi bakışın sınırlı bir bakış olduğu ortadadır. Kimi feminist teorilere de uyacak şekilde savaşı ve militarizmi erkeklerin çıkardığını iddia etmek, bunun da ancak kadınların erkeklere karşı mücadelesiyle ortadan kalkacağını ileri sürmek, abesle iştigal etmektir. Dolayısıyla saldırganlık, yıkıcılık ve savaş duyguları da uyum, hümanizm ve barış duyguları da sosyoekonomikkültürel koşullarla ilgilidir. Bu yüzden kendilerine uygun koşullar bulduklarında ortaya çıkmaktalar ve ilerlemekte ya da gerilemektedirler. Savaşın kaynağı artıdeğerin gasp edilmesidir Savaş olgusunu insanlığın geçirdiği tarihsel süreçleri de dikkate alarak çözümleyen Veysal'ın çok sayıda kaynaktan beslendiği, analizlerine destekler bulduğu görülüyor. Yazarın bazı verilerden yola çıkarak tarihsellik içerisinKİTAP SAYI Din ve milliyetçilik, savaşı körüklemektedir Çetin Veysal, bu çalışmasında savaşın şimdiye kadar üzerinde durulan ve SAYFA 28 ? CUMHURİYET 920
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle