22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? yaşadığımız gerçeklik dünyasıdır. Hiçlik, burada kaygı halinde yaşadığımız bir durumdur. Varlık ise, varolan ile hiçlik alanının temelinde yer alır. Ona göre, varlığın hakikati, teknoloji ve bilimle gün yüzüne çıkmaz çünkü teknoloji de, bilim de varlıkla değil,varolan alanıyla ilgilidir. Heidegger, varlığı anlamak için yeni bir düşünüş biçimi gereklidir, bu düşünüş biçimi de, şiirdeki gibi bir düşünüş biçimidir, derken, aslında kendi anlayışını temellendirmek için, şiiri kullanmaktadır. Aslında, gizli olarak, varlığı ancak sezgiyle bilebiliriz demek ister gibidir. Yani, Heidegger, bir şiir anlayışı kurmuyor, tam tersine şiiri kullanıyor. Referanslarım içinde, evet Heidegger’e atıf var, ama aynı oranda Aristoteles’e, Spinoza’ya ve örneğin Karl Marx’a da atıf söz konusu. Şimdi, orada referans edinilen veya yapılan atıflar, söz konusu filozofların felsefi görüşlerine veya felsefi anlayışlarına, ortaya koydukları felsefi bilgilere yapılmaktadır. Kuram veya anlayış söz konusu filozofa bağlıdır ama o filozofun ortaya koyduğu bilgi artık ondan bağımsızdır. Tasavvuf çok popüler bir kavram haline dönüştü, dönüştükçe de içi boşalmaya başladı. Bu coğrafyanın düşünsel birikimi göz önüne alarak sizce, Tasavvufun içinde felsefi şiirin etkilenebileceği kaynaklar var mıdır? Bu bağlamda felsefi şiir ile gelenek ilişkisini açıklar mısınız? Gelenek terimi, felsefi bir kavram değildir. Aristoteles’e veya Herakleitos’a gelenek diyemezsiniz. Ama poetik bir kavram da değildir gelenek. Homeros’a gelenek diyemezsiniz. Türk şiiri ortamında gelenek kavramını öne çıkaranlar da, zaten, nedense, Pir Sultan Abdal’ı veya Dede Korkut’u gelenek içinde görmüyorlar. Baki’den söz ederler ama nedense Fehimi Kadim’i pek anmazlar. Gelenek terimi, aslında, 19. yüzyılda, ilerleme veya toplumsal değişme fikrini savunan devrimci anlayışa karşı geliştirilmiş bir kavramdı. Hayatın farklılık ve değişimlerle değil, devamlılık gösteren duygulanımlarla, duygusal bağlarla ilerlediğini dile getiriyordu ve antipozitivist bir duruşa vurgu yapıyordu. Bugün komünizm sonrası dünyada, postmodernizmle birlikte tekrar sağcı zihniyetin şiar edindiği bir kavram haline geldi. Aslında bu kavram bugün çamura da dönmüş durumda. Savunanlar bile ortak bir tanımda buluşamıyorlar. Tasavvufa gelince.. Tasavvufun popülerleşmesinden çok, İslamcılık tarafından ideolojik bir nosyon haline getirilmesi söz konusu bugün. Oldukça yoğun bir şekilde, tasavvuf adı altında yayınlanan bir külliyat var. Ancak bu külliyat, tasavvuftan çok, bir tarikat külliyatıdır. Tarikat, tasavvufun kurumsallaştırılıp gelenekselleştirilerek insan hayatının dindarlaştırılmasına yönelik bir uygulama sürecidir. Oysa, tasavvuf düşüncesi ve hareketi, başlangıçta, her türlü kurumsallaşmaya ve gelenekselleştirmeye karşı ortaya çıkmıştı. Tasavvufla tarikat arasındaki bu ayrımı hesaba kattığımızda, tasavvuf, temelde insanın varlık durumuyla, insanın doğasıyla ilgilidir. Felsefi şiir için, tasavvufun önemi, insanın varlığında, onun dünyadan ve toplumsal ilişkilerden kopmaya yönelik bir doğasının olduğunu keşfetmiş olmasıdır. İnsanın doğası gereği, çıkışsızlığa yazgılı olduğunun dile getirilmesidir bu. Şiirin dile getirdiği bilgi doğruluğu kesin bilgidir diyorsunuz. Sizce doğruluk ve Hakikat kavramları arasında nasıl bir ilişki var? Diğer sanat dallarının dile getirdiği bilgi ile şiirin dile getirdiği bilgi arasında ne gibi farklar var? SAYFA 26 Doğruluk kavramı da hakikat kavramı da aynı şeye işaret ederler. Hakikat, kesin bilgi demektir. Tabi, kesin bilgi ifadesi biraz ezber bozucu bir ifade.. Türkçenin günlük kullanımında, “şiir, hakikati dile getirir.” derseniz pek sorun çıkmaz ama “şiir kesin bilgiyi dile getirir” derseniz, ezber bozucu bir yargı ileri sürmüş olursunuz. Bunun gibi hakikat kavramının telaffuzu da sorunludur. Türkçenin günlük kullanımında, hakikat kelimesi yaygın olarak, varlık kavramı yerine kullanılmaktadır. Hem de örneğin, Platon’un ‘idea’, Kant’ın ‘numen’ kavramları bağlamındaki varlık anlamında. Yani görünen gerçekliğin gerisindeki, arkasındaki ‘öz’ anlamında. Dolayısıyla, şiir hakikati dile getirir dendiğinde, şiir gerçekliğin gerisindeki özü dile getirir gibi anlaşılmaktadır. Oysa, hakikat varlık demek değildir, varlık hakkında, varolan hakkında, yani mevcudiyet hakkında bilgidir. Bu bakımdan, bence, şiirin dile getirdiği bilgi ile bilimin dile getirdiği bilgi arasında, bilgisel form bakımından pek fark söz konusu değil. Ama her ikisinin bilgi nesneleri farklı. Bilimin nesnesini, işte, gözlemlenebilir, ölçülebilir olgular oluşturmakta. Felsefi şiirin nesnesini ise, insanın yüz yüze geldiği çıkmaz durumu oluşturmaktadır. Bilimsel bilginin doğruluğu deneysel yöntemle sınanır, şiirin ortaya koyduğu bilgi ise, hissetmekle.. Dolayısıyla, “Su x koşullarda 100 santigrat derecede kaynar.” bilgisiyle, Nesimi’nin “ bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam” dizesinin dile getirdiği bilgi arasında, form ve kesinlik bakımında bir fark yoktur. Sorunun asıl merkezine gelirsek.. Şiirin dile getirdiği bilgi ile diğer sanat dallarının, örneğin resim sanatının veya romanın dile getirdiği bilgi, her şeyden önce, söz konu bilginin ortaya çıkışı bakımından aynı değildir. Resim sanatının veya romanın dile getirdiği bilginin ortaya konması, eleştiriyi veya eleştirmeni gerekli kılar. Yani, ressam veya romancı, bilgiyi, doğrudan dile getirmez. Resmin veya romanın içerdiği bilginin ortaya çıkarılması eleştiriyi gerektirir. Dolayısıyla, denilebilir ki, diğer sanat dallarının ortaya koyduğu bilgi, eleştirmenin, söz konusu sanat yapıtlarına ilişkin eleştiri sinin sonucunda elde edilen bilgidir. Buna, kuşkusuz eleştirinin ortaya koyduğu bilgi de denilebilir; yani eleştiri bilgisi. Oysa, şiirde durum farklıdır. Şiirin dile getirdiği bilgi, şairin ortaya koyduğu bilgidir. Kuşkusuz, bu türlerin bütünlüklerinin farklılığından kaynaklanan bir durum bu. Yani, romanın bir bölümünün o romanın bütünlüğü dışında bir varlığından söz edilemez, roman bir bütünlükte varlık kazanır ama şiir söz konusu olduğunda, bir şiirdeki bir dize o şiirin bütünlüğünün dışında da varlığını devam ettirir. Bilgi de dizede dile gelen bir şeydir. Kendi deliliğinizin, sizi avucunun içine almasına izin vermeden onu sömürerek ve gemleyerek deliliğin içinde eriyip gitmediğinizi söylüyorsunuz. Sizce deliliğin sınırları nasıl çizilebilir? Delilik felsefi bir kavram mıdır? Delilik, felsefi bir kavram değildir, ama şiirle ilgili bir kavram da değildir. Ne felsefe, ne de şiir, insanı deli kavramının tahayyülü içinden algılamaz. Delilik kavramıyla yapılan, bir kodlama, bir toplumdışı bırakma eğilimidir. Oysa delilikle kastedilen durum bir haldir; belki çoğu zaman bir sürekliliğe dönüşen bir hal. Şiirden bakıldığında, bu hal, tutkuyla bağlanılanın dışındaki dünyanın ve orada olup bitenin değerli görülmediği bir durumu dile getirir. Tutkuyla dünya veya hayat denilen şeyden birini seçmek gibi bir çıkışsızlık durumunda, tutkuyu tercih edenin içinde bulunduğu haldir bu. Bu hal ve durum içindeki kişi, ben, ötekinin bakışıyla ruhundan bir parça alınan ve ruhundan çalınan parçanın peşinde dolaşıp duran kişidir, yani çalgındır. ‘Mecnun’ ve ‘divane’ de, Çalgın’ın alt adlarıdır. Ama bu hal ve durum da aslında şiirsel olarak, ilk defa Fuzuli tarafından betimlendi. Felsefi şiir, felsefi terimlerle yazılmış veya herhangi bir filozofun argümanlarına dayalı bir şiir değil ama felsefi gerilimi gösteren bir şiirdir diyorsunuz. Bu açıklamayı göz önüne alarak son dönemlerde felsefi metinlerden etkilenerek yazılan şiirleri nasıl değerlendiriyorsunuz? İlhan Berk’ten bahsediyorsunuz sanırım. Zaman gazetesinin kitap ekindeki söyleşisi bunlardan biri.. Zaman gazetesi, bir süredir, Yücel Kayıran’a sal dıranların daimi evi haline geldi zaten. Önemli değil bu, önemli olan, “şiirde anlam yoktur” tezinin, bizzat onu kırk yıldır savunan kişi tarafından çöpe atılmış olmasıdır. Çünkü, hem felsefe, hem anlamsızlık denilen şey aynı anda olanaklı değil. Tabii, yaşlı ustaya kusurda bulunacak değilim, ama, felsefi şiir de, ‘felsefe üzümü’ değil, filozofların metinlerinden apartılan bir şiir de değil.. Çünkü, vicdan doğuştan gelen bir şey değil diyeceğim ama belki de daha önemlisi, vicdanın hatırlatılan bir şey değil, hissedilen bir şey olduğudur. Yani, önemli olan, sizden gelenin size ait olup olmadığı meselesidir. Yazdıklarınız, kendi hikâyenizin ontolojisine mi ait, oradan mı sudur ediyor, yoksa enformasyonla elde edilen epistemik bir şey mi? Eskiden beri, her zaman, kendisinden çok, başkasının buluş ve keşifleriyle beslenen bir şair tipi olagelmiştir. Kartopundan çığ oluşturan şair tipidir bu. Kartopu, yuvarlandığı güzergâhtaki karları kendine dâhil ederek nasıl devasa bir gövdeye dönüşüyorsa, bu da öyle bir şair tipi işte. Ama, dikkat çığ, zirveye doğru çıkan bir şey değil, daha çok dağın zirvesiyle etekleri arasında olup biten bir şeydir. Felsefi şiir, şaire, bilgelik, dürüstlük atfeden bir anlayış.. Ama bilgelik de, dürüstlük de yaşla ilgili bir şey değil biliyorsunuz. Şairin kendi poetikasını oluşturma çabası şiirinin gelişimi açısından ne gibi olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurur? Felsefi şiir poetikasıyla kendi potansiyelinizi ipotek altına almış olmuyor musunuz? Dahası kendi önünüzü kapatmış olmuyor musunuz? Şairlik bir haldir, bir iddiadır; söyleyecek sözünüzün olması halidir. Söyleyecek sözünüzün olması demek, her şeyden önce mevcut şiir ortamından farklı bir doluluğa sahip olmak demektir; ikincisi, bu nedenle, bu mevcut ortamla ve oranın aktörleriyle uyuşamamak demektir; üçüncüsü, sözünüzün, madem farklı bir sözünüz var, sizi götüreceği yalnızlığa katlanabilmek demektir. Dolayısıyla, kendi poetikanızın tarifini yapmak demek, söyleyeceğiniz sözü betimlemek demektir. Ancak söyleyecek sözü olmayan şairler bir poetika tanımı yaptığında, kendi geleceklerini ipotek altına almış olurlar. Bu tür şairler de bir poetika ileri sürmezler zaten. Sürseler de hemen çark ederler. Bunlar, daha çok iddiası olan şairlerin buluş ve keşifleriyle beslenirler. Kartopu tipi şair derken kastettiğim bu tür şairlerdir. Ve giderek, şairliği bir tür meslek haline getirirler. Türkiye’de şiir eleştirisi felsefeden çok sosyoloji ve psikanalize yaslanmıştır. Şiir eleştirisinde felsefenin geri plana itilmiş olmasını neye bağlıyorsunuz? Tabiî burada moda olanın belirleyiciliği söz konusu.. Moda, bizim gibi ülkelerde her şeyin özeti durumundadır. Popüler olan gibi moda olan da, geçmiş bilincini istemeyen bir şimdinin idesidir. Moda olanın imgesi eşliğinde olmadıkça kimse, kendisini kendisi olarak hissetmez. Böyle bir durumda, moda olan, neredeyse bütün taleplerimizin özetidir. Sosyoloji ve psikanalizle ilgili akımlar, 60’lı yıllardan bu yana, felsefeye göre çok daha moda durumunda olmuşlardır. Oysa felsefe, doğası gereği moda olanın dışındadır. Felsefede, moda olarak, belki sadece Sartre’dan söz edilebilirdi. Nitekim, 60 ve 70’li yılların Türkiye’sinde de çok popülerdi. ? Felsefi Şiir/ Yücel Kayıran/ YKY/ 530 s. KİTAP SAYI 920 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle