05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? hakkımı kullanabildim. Yani, bu yazılar, bir bakıma ‘yanıt hakkını’ kullanabilme arayışından doğdu. Şimdi bu durum, yani bu yazılar bazılarına oldukça eğlenceli gelmiş olabilir. Ama ben öyle bir tecrübe yaşamadım. Çünkü size saldırana yanıt da vermiş olsanız ortada hala eşitsiz ve adaletsiz bir durum söz konusu. Muhatabınız sizin kişiliğinize, her ay düzenli çıkan bir dergiden veya gazeteden saldırıyor oysa siz, üç yüz bile satmayan bir şiir dergisinden yanıt veriyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? İlk şiir kitabım, Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu yayınlandığından beri, on yıldır saldırı altındayım. Bu saldırılar bugün de bitmiş değil.. Kitabımdaki polemiklerin kimlerle yapıldığına bakılırsa, bunların nasıl bir zincir işlev gördükleri anlaşılır. Felsefi şiir kavramını açıklarken şiirin tinsel evrendeki kişinin bulunduğu durumu varoluş durumu olarak belirliyor ve öfkelerimizin, kızgınlıklarımızın, sorumluluklarımızın, bir daha böyle bir şey yapmayacağım dememizin, mutluluklarımızın, alışkanlıklarımızın tecelli etmesinin doğrudan sebebi ailedir diyorsunuz. Bu tanımlamada aileyi başat bir konuma koymanız açısından bakarsak felsefi şiir ile modern psikanaliz arasında bir ilişkiden, etkileşimden bahsedebilir miyiz? Gerçi psikanalize de pek atıf yok sizde.. Bahsedemeyiz. Felsefi şiirle, modern veya başlangıç durumundaki psikanaliz arasında herhangi bir etkileşim alanı veya şekli söz konusu değil. Ben, kendi tecrübesi içinde psikoloji, psikiyatri veya psikanaliz denilen şeylere zaten inancını yitirmiş biriyim. Gerçi modern psikanaliz denilen şey devasa bir külliyatı oluşturmakta ama orada bir Jeffey Masson hadisesi de söz konusu. Buna rağmen, aile denilen şey orada başat veya merkezi bir konumda da değil. Üstelik dikey bir şey olarak değil, yatay bir şey olarak ele alınmaktadır aile, yani cinsel bir figür olarak baba ile cinsel bir figür olarak annenin etki alanından ibaret bir şey olarak. Yani ancak analiz nesnesi olan kişiyle bağlantısında bir önem arzetmekte aile. Kaldı ki, orada, zaten ancak analiz nesnesi varsa aile söz konusu. Analiz nesnesi olmak demek zaten hastalık statüsünde bulunmak demektir. Dolayısıyla, felsefi şiir, hastalık statüsüne konan bir öznenin kendini şiirle sağaltması gerektiğini söyleyen bir şiir anlayışını dile getirmiyor. Psikanalizi, uygulama alanı denilen alanından bağımsız düşünemiyorum ben. Uygulama alanını dikkate aldığınızda, zaten çocuğunun veya kardeşinin hastalığı karşısında çaresizlik içine düşmüş olan aile, aşağılanan, hastalığın sorumlusu olarak görülen bir şey haline getirilir. Kardeş de ailedir, kardeşin veya amcanın başarısızlığı veya yıkımı da ailenin taşıdıklarındandır. Dedenin veya anneannenin başına gelenler veya söyledikleri yıllar sonra da olsa kişinin ruhsal dünyasında iz sürer. Dahası, çözümlenmeden geçmişte kalmış kültürel veya dinsel çatışmalar da ailemizle bize taşınarak, yeni çıkışsızlık durumlarına götürebiliyor bizi. Yani, aile yatay bir şey değildir, dikey bir varlık alanıdır. Ama, bu sorun, sanırım ayrı bir yazı konusu. Psikanalize atıf meselesine gelince.. Evet, bende psikanalize pek atıf yoktur ama dilbilim gibi genel olarak herhangi bir bilime de yoktur. Sadece psikanaliz için demiyorum ama aynı türden olmayanları bir araya getirmek CUMHURİYET KİTAP SAYI olanaklı değildir. Bir Lacan’dan, bir Witgenstein’dan, Bir Heidegger’den, bir Adarno’dan, bir Zizek’ten alıntı yaparak veya onlara atıfta bulunarak metin kurmak, zihin bakımından bakar kör olmak demektir. Referans edinmenin disipliner bir kuralı vardır. Bulunduğunuz disiplin içinde, sizin yaptığınız işe daha önce katkısı olmuş kişileri referans edinirsiniz. Ben, şiir yapıtlarına felsefeyle bakıyorum. Felsefi şiiri tanımlamalarınızda etik kavramının önemli bir yer kapladığını belirtiyorsunuz ve poetikanızı temellendirirken etiği vazgeçilmez kılıyorsunuz. Levinas için etik politikten önce gelmektedir, sizin için de etik poetikten önce mi gelmektedir? Evet, felsefi şiir için, etik önceldir. Ama Levinascı anlamda bir etik değil bu, sözünü ettiğim, daha çok karakteri merkez edinen bir etik. Böyle bir etik de Aristoteles’e yakın bir etiktir. Levinas’ın felsefesi ikinci dünya savaşının ortaya çıkardığı problem durumunu nesne edinir. Örneğin ‘öteki’ veya ‘başka’ kavramı, tarihsel olarak antisemitizmin ‘başka’ olarak oluşturduğu durumu dile getiren bir kavramıdır, yani Nazilere göre öteki olan Yahudilerdir. Dolayısıyla, başlangıçta ve temelde Nazilerin Yahudi kıyımının eleştirel felsefesi olarak gelişir Levinas’ın başka felsefesi. Dolayısıyla, Levinas’ın etiği, ‘başka’ kavramıyla bağlantılıdır ve yaderklik kavramına dayandırılmış bir etiktir. Dolayısıyla Levinas’ın etiği, insanın neliğinin betimlemesine dayalı bir etik değil, 20. yüzyılda yaşanmış problemler karşında insana önerilen bir anlayıştır. Levinas’ın yaderklik kavramına dayalı başka etiği, şiir için olanaklı değildir. Şiir doğası gereği, öznenin özerkliği temeli üzerinde yükselir. Etik, poetik olandan önce gelir. Çünkü her şeyden önce, karakter insanın neliğiyle ilgilidir, poetik olan veya şiir ise insanın ortaya koyduğu başarılardan biridir. Yani, etik olan, ontolojik olarak temelde yer alıyor. HEİDEGGER İLİŞKİSİ Heidegger’e göre varlığın hakikati, ne teknoloji, ne bilim, ne de geleneksel felsefe ile gün yüzüne çıkabilir. Bu işi ancak sanat yapabilir. Bu belirlemeden yola çıkarsak, felsefi şiir kavramınız ile Heidegger felsefesi arasında nasıl bir bağlantı kurabilirsiniz. Felsefi şiirle, Heidegger’in felsefesi arasında felsefi ya da poetik bir ilişki söz konusu değil. Felsefi şiir, felsefi bir anlayışın poetik bir uygulaması değildir. Felsefi şiire, filozofların görüşlerinden hareketle değil, kendi varoluş hikâyemizin betimlenmesinden hareketle Türk şiirinin temel sorunlarıyla hesaplaşılarak gelinmiştir. Felsefi şiir, insanın bir çıkışsızlık karşısındaki varoluş durumunu nesne edinen bir şiir derken, vurgulanan mevcut durum kavramından hareketle mevcudiyet anlamında varlık kavramıdır. Oysa, Heidegger’in ontolojisi, mevcudiyeti dile getiren bir varlık kavramına işaret etmez, orada temele konan gerçekliğe aşkın olan bir varlık kavramıdır. Dolayısıyla, çok ana hatlarıyla söylemek gerekirse, Heidegger’in ontolojisi, saf bir ontoloji değil, bu biraz, bir ontoteolojidir. Benim anladığım kadarıyla Heidegger, bu ontoteolojiyi, varolan, hiçlik ve varlık kavramlarından oluşan bir üçlü saç ayağı üzerine kurar. İlkin, varolan alanı ve hiçlik alanı olmak üzere iki varolma alanı oluşturur. Varolan alanı, içte içinde 920 ? SAYFA 25
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle