23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Beşiktaş’ta Abbasağa Parkı’ndayım, yokuş başında, birden telefon, Necati Güngör’den: "Buyrukçu’yu yitirdik." Aşağı yuvarlanırcasına geriye sarıldı anılar bobini. Aylar öncesinde yukarıdaki başlık altında Muzaffer Buyrukçu’nun tüm öyküleri üzerinde kuşbakışı gezinen bir çalışma yapmayı kesinlemiştim çünkü. Rahatsızlığını ilk okuduğumda… M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Orada bir öykücü bu uzak yakında: B azen nasıl da kızıyorum kendime, madem karar aldın, bir an önce uygulasana! İşte öldü Buyrukçu, yok artık! Oysa onun görmesini ne çok isterdim bu yazıyı… Nitekim Buyrukçu’nun "kendi seçtikleriyle oluşan" Ay Kokuyor (Dünya, 2004) başlıklı "Seçme Öyküler"de yer alan "Muzaffer Buyrukçu Hakkında Yazılanlar" kaynakçasına bir göz atıldığında, bu seçkin öykücünün verimleri üzerine yapılmış çalışmaların –üstelik bunu da kendisi hazırlamışsa ne kadar cılız kaldığı görülebiliyor. Yazarın da sağlığında bu yetersizliği gördüğü kesinlenebilir. Eğer böyleyse, çok daha acıtıcı bir durumla karşı karşıyayız demektir. Buyrukçu’nun andığım seçme öykülerdeki kendi öykücülüğü üzerine sorunsal bağlamında açılım getiren "Öykücülüğümle İlgili Düşünceler" başlıklı kısa yazısı da düşünülecek olursa, aslında yaşanılan boyutun ne ölçüde trajedik olduğu çok daha yalın görülecektir sanırım. Bugüne dek Buyrukçu’nun bir tek öykü kitabı üzerinde durabildim: Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme (Adam, 2001). Adam Sanat’ta yer alan bu yazı onun tüm öykülerini kuşatmaktan uzaktı elbette. Oysa Buyrukçu, öykülerini değil yalnız, romanlarını da, günlüklerini de aynı iştahla okuduğum bir yazar oldu benim için. Ama sonuçta yetiştirememiş oldum yazıyı. Bu yazının da Muzaffer Buyrukçu öykücülüğü üzerine yapabileceğim değerlendirmenin bir girişi gibi alınmasını isterim doğrusu. Buyrukçu öyküsünü yazarken, diğer yanıyla da yeni bir söyleyişin arayışındadır sürekli" vurgusunu getiriyor. Doğru söze ne denir? Ömer Lekesiz, "Zor Hayatın Öyküleri" başlığı altında Muzaffer Buyrukçu öykücülüğüne değgin önemli saptamalarda bulunuyor. İşte altını çizdiğim satırlar: "Buyrukçu’nun öyküleri, birebir yaşanmışlığa tekabül eden, zor hayatın öyküleridir. …Ancak tahkiye ile kendi yaşantısı arasındaki (kısa ya da uzun) mesafeyi, öykünün gerçeklik ve etki düzeyine göre ayarladığı için o anılar, tanıklıklar özelden genele doğru bir açılım kazanırlar." "Buyrukçu’nun öyküleri, yakın geçmiş, dün ve şimdiki zaman üzerine kurulmuştur. Bu yanıyla Buyrukçu öyküsünün zamanı, yazarın doğrudan içinde yer aldığı zaman ya da zamanları onun zamanına değenlerin zamanıdır." "Buyrukçu’nun öyküleri somut olay ve durumların öyküsüdür." "…Buyrukçu, … hep hayati öyküler yazmış, hayat biçimlerinin (mutlulukmutsuzluk, sevgisevgisizlik, yengiyenilgi vb.) çifte yüzünü, onda meydana gelebilecek anlık değişimlerin etkileşim düzeyleriyle iç içe vermiştir." "Buyrukçu’nun öyküleri olay (tahkiye) merkezli öykülerdir ve ‘inşa’ya (kurguya) değil ‘sunum’a (nakle) öncelik verilmiştir." "…Öyküye can katan ‘ayrıntı’dır." "…Özü yoğunlaştıran ayrıntı, biçimi de etkileyen, zenginleştiren asli bir unsura dönüşür." "Bu nedenle Buyrukçu’nun öyküleri ilk bakışta çok ayrıntılıdır ancak çok katmanlı değildir." "Buyrukçu’nun öyküleri bu yanıyla ‘kolay kavranılır’ öyküler olarak değerlendirilebilir fakat onun öykülerindeki ‘kolay kavranılırlık’ acemi okurun (ve elbette eleştirmenlerin) ayakları altına atılmış birer muz kabuğu hükmündedir." (16, 17, 18) Buyrukçu’nun da içlerinde yer aldığı 1950 kuşağı, kuşağın öteki öykücüleri, bunların değişkeli ardılları sayabileceğimiz 1960 öykücüleri, 50 kuşağının, öykü geleneğini devraldığı ustalar hiç kuşkusuz öykücülüğümüzün taban suyunu oluşturuyor bugün… Bu taban suyu, bir yeraltı ırmağı halinde hâlâ dolaşıyor aramızda, ama biz ayırdında mıyız bu dip suyunun? birer parmak bal bağlamında aktardığım görüşlere katılmamak elde mi? Peki ben ne söyleyebilirim bunlara ek olarak? Ekleme değil, ama birer vurgu olarak şunların da altını çizmek yanlısıyım ben… Muzaffer Buyrukçu, öykücülüğümüz içinde, kendisiyle bağ kurulabilecek bütün öteki yazarlardan ayrıydı bana göre. Sözgelimi öykülemede sinematografik yapı kurmaya özel bir önem verdiği görülebiliyor onun. Hemen hiçbir müdahaleye gerek kalmaksızın filme çekilebilecek bir hava yansıtıyor çünkü öykülerinde yazar. Böylece öyküleri onun, sinemasallaştırılmış yazın ya da belki daha doğru bir söyMuzaffer Buyrukçu ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZDE DİP SUYU Ay Kokuyor’da Feridun Andaç’la Ömer Lekesiz’in kısa, ama değerli iki yazısı yer alıyor Buyrukçu öykücülüğü üzerine geliştirimler vaat eden. Ama ilkin Buyrukçu’nun kendi yaklaşımına bakalım mı, öykülerine sorunsal olarak nasıl bir açılım getirmiş? "Yapıtlarımın içeriklerinde bulunanlardan biri… tedirginliktir. / Gülmesi unutturulan, hep ağlatılan, hep ezilen, hep üzüntüden üzüntüye fırlatılan insanın durumudur." Buyrukçu’nun, kendi öykülerindeki cinselliğe getirdiği açılım ise şaşırtıcı olduğu denli sarsıcı da: "Yapıtlarımın içeriklerinde bulunanlardan biridir cinsellik." "…Bu ilişki, bütün ilişkilerin başlangıcı, anası babası, atası, kaynağıdır. Birey, öteki ilişkilerinden çok ayrı bir karakteri olan bu ilişkinin, yaşamların sürdürülmesinde, anlamlandırılmasında oynadığı rolün bilincine varır varmaz, ondan sonsuza kadar yararlanma yolları arar, bulur. …Artık hep onunla birliktedir. (…) Böylesi evrensel bir temaya yazarların yaklaşması, ele alması, işlemesi, edebiyatla yoğurması kaçınılmazdır, çünkü cinsellik aynı zamanda insanın ve ülkesinin toplumsal, kültürel, siyasal yapısını, uygarlık düzeyini, gündelik yaşamdaki ağırlığını yansıtan çok büyük bir sorundur." Andaç, onun öykücülüğünden söz ederken, "Buyrukçu bir yanıyla değişimin CUMHURİYET KİTAP SAYI BUYRUKÇU’YLA ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZE GELEN Muzaffer Buyrukçu’nun, tüm öykücülüğümüz içinde kendine özgülük bağlamında getirdikleri nelerdi peki? Yazınımızın değerbilir öykücüsü, yüce gönüllü Selim İleri’nin Buyrukçu’nun Yüzün Yarısı Gece (Bilgi, 1994) adlı yapıtı için getirdiği şu çarpıcı saptamayı aktarayım bu konuya ilişkin bir örnek olarak: "Elimde olsa, ‘Yüzün Yarısı Gece’yi okullarda ders konusu yapar, anlatı sanatlarında zamanın yansıtılmasına ilişkin bir paragraf açardım." (Cumhuriyet, 28.3.1995) Buyrukçu öykücülüğü üzerine yukarıda 864 leyişle yazınsallaştırılmış sinema tadı bırakıyor alımlamada. Bu anlatımın uzantısını, öyküsel imgelemede sürdürüyor Buyrukçu. Örneğin kahramanlar bizim karşımıza gerek kendileri, gerekse genel bağlamda imgelem biçiminde alabileceğimiz düşlemleri, hayalleri, korkuları, karabasanları vb. olarak birbirine eklemlenmiş gerçeküstücü bir bükümlenmeyle geliyor. "Unutmakla anımsamak" arasında geçirgenlikler deltasında ilerleyen bir öykücülük bu… Gerçekten de bu tutum, öykülerdeki sinemasal büyünün biraz daha derinleşmesine yol açıyor. Yaratılan kıkırdak bölgeler, anlatıda bu ikili düzlemin birbirine kaymasına, akmasına olanak sağlarken, düzlemi enikonu karmaşıklaştırıyor da. Böylece bilinç dışı alanı öykülerinde büyük ustalıkla işleyip kullanabiliyor Buyrukçu. Akışlarla anların birbiri içinde yuvalanıp birbirinde boy attığı öyküler yazıyor sonuçta. Bu yanıyla kendini alabildiğine özgünleştirmiş bir yazar bence o. Bir de bu öykücülükte yine özgün biçimde kendine yer bulan öykü ayrıntıları üzerinde durmak isterim onun. Buyrukçu’nun öykülerinde ayrıntı, ilk bakışta sanki herhangi öyküsel işlev taşımıyormuş havasında bir "yığma ayrıntı" izlenimi bırakabiliyor. Oysa Lekesiz’in çok yerinde saptayımıyla birer "muz kabuğu" bunlar. Çünkü Buyukçu, bu ayrıntıları, tam da ne gerek var bunlara gibisinden bir düşünce uç verirken devreye sokup işlevlendiriyor. Bu açıdan Buyrukçu’nun öykü ayrıntılarını yerleştirip işlevlendirmede, öteki öykücülerde görülmeyen farklı bir yol izlediği öne sürülebilir pekâlâ. Böyle olunca, Buyrukçu’nun öykülerindeki o şaşırtıcı ayrıntı dökümü, öykü için neredeyse zorunluluğa dönüşüyor. Öykümüzün Gökkubbesindeki Yıldız Bulutları… Muzaffer Buyrukçu’nun ilk öyküsü altmış yıl önce 1946’da, ilk öykü kitabı ise tam elli yıl önce 1956’da yayımlanmış. O günden bugüne farklı yayınevleri tarafından sunulmuş okura. Bu nedenle belki hepsini bir arada bulabilmek olanaksız. Ama son yıllarda Sel Yayıncılık (0212.5169685), değerbilir tutumla dört öykü kitabını birden yayımladı Buyrukçu’nun: Bir Aşk Daha (1996), Telefon Konuşmaları (1997), Bulanık Resimler (İkinci Basım, 1997) Dumanı Tüten Çay Gibi (1999)… Dile kolay, öykü veriminde tam yirmi kitaba ulaşmış bir yazar oldu o… Peki biz ne kadar tanıyoruz Muzaffer Buyrukçu’yu? Onlarca da değil, belki yüzlerce genç yazarın, öykücünün adını sıralayabilirim alt alta. Genç yazar olarak bugün kendini anlatan, birey gerçekliğinin peşine takılmış görünen ya da bireysel merkezli anlatı kavrayışının ardılı bağlamında alınabilecek sıra sıra yazar. Ama dikkatimi çekiyor, günümüz genç yazarlarının en az eğildikleri, daha doğrusu hiç ilgilenmedikleri, hatta belki de tek ürününü okumadıkları, ötesinde tanımadıkları yazarlarımız ise yaşça kendilerine en uzak duran, yazınımızın "klasik değer"i sayabileceğimiz yazarlar grubu, görebildiğimce. Genç öykücülerin pek çoğunu tanıyorum, en azından üçer beşer öykü okuyorum her birinden… Hepsi egemen yönlendirmeler doğrultusunda batının da doğunun da klasiklerinden haberliler, okudukları da anlaşılabiliyor bunları, ama iş, bugünkü yazınımızın yüz akı sayabileceğimiz yazarlarına geldiğinde, uzak yakın hiçbir bağ kurmadıkları görülüyor ne yazık ki! Muzaffer Buyrukçu’nun öykücülüğünü kendinize yakın bulmayabilirsiniz. Ama siz tanıdığınız, bildiğiniz, hiç değilse bir iki kitabını okuduğunuz öykücüler arasına katıp da mı aldınız bu kararı, yoksa Buyrukçu, öylesine kulağınıza çalınıvermiş bir ad olarak mı yer etti sizde yalnızca? Okunmamış, alımlanmamış, sonuçta kişinin öznel okuma evreni içinde yerli yerine oturtulup içselleştirilmemiş bir öykücü için "Bilmesek de okumasak da o yazar bizim yazarımızdır" uslamlamasıyla davranılabilir mi? Hani yıldız bulutundan söz eder ya gökbilimciler, samanyolundan laf açıldığında, biz öykücülüğümüzün yıldız bulutlarından ne kadar haberliyiz dersiniz? Hele o yıldız bulutları bizi bırakıp teker teker çekilirken gökkubbemizden? Evet, bir edebiyatı "hak etmek" gerekiyor, bir aşkı hak edercesine… Biz yazınımızı ne ölçüde hak ediyoruz dersiniz? Bu soruyu genç öykücüler açısından, Türk öykücülüğü bağlamında yinelemek de olası elbette. Şu soruyu sormama izin verin o halde lütfen: Söyle ey genç yazar nereye böyle, evet nereye? Hak edilmeden vaat edilmiş ülkeye gidilebilir mi hiç? Bu yıldız bulutlarına dokunmadan kim öykücü olabilir ki? Ama Muzaffer Buyrukçu’yla yıldız bulutunun bir üyesini yitirmedik yalnız, kendimizi yitirdiğimizin de bilincine vardık bir ölçüde yanılmıyorsam.? SAYFA 21
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle