23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

"Ortalama tarih bilgisine sahip pek çok insan, Roma İmparatorluğu’na karşı Spartaküs önderliğinde M.Ö.7471 yıllarında başkaldıran Romalı kölelerden haberdardır. Ama pek çok tarihçi, aşağı Mezopotamya'nın bataklıkları içinde çalıştırılan zenci kölelerin M.S. 869883 yılları arasında Abbasilere karşı isyanının ismini bile duymamıştır. Erdoğan AYDIN Kritik B asralı büyük toprak sahipleri tarafından bataklığın ortasındaki güherçile ocaklarında, şekerkamışı ve pirinç tarlalarında çalıştırılmak için Doğu Afrika'dan (Zengibar, Mozambik, Mogadişu, Nubya ve Madagaskar) getirilen zenci köeler, 500010.000 kişilik gruplar halinde çok ağır şartlarda çalıştırılıyorlardı." Ortalama okurun haberdar olmadığı konular bundan ibaret değil tabii. Biz, tarih boyunca sadece bilmemiz istenenleri öğrenmemize izin veren, bunu yaparken de bilmemize izin verilen gerçekleri bile kendi çıkarlarına göre yeniden yazan bir egemenler geleneğinden geliyoruz. O nedenle kimliğimizin temellerinden biri olan İslamiyetin nasıl bizim egemen dinimiz olduğuna dair de bir dizi hurafe ile doldurulmuş durumdayız. Yukarıda da belirtildiği bağlamda bizler, örneğin Amerikan kıtası yerlilerinin nasıl Hıristiyanlaştırıldıklarını biliyor, ama kendimizin ondan geri kalmayan bir vahşetle Müslümanlaştırılmamızın hikayesini bilmiyoruz. Haçlı Seferlerinin nasıl bir barbarlık akını olduğunu biliyoruz, ama Viyana kapılarına dayanan atalarımızın gerçekte onlardan farklı bir iş yapmadıkları bilmiyoruz. Oysa bilmek, öncelikle kendimizi bilmekten ve tabii gerçeklere uygun bilmekten geçiyor. Ötekini, üstelik esasen olumsuz yanıyla, üstelik onların içine da hurafeler katılarak öğrenmemize gelince bunun adı, bilmek değil, koşullandırılmak oluyor. Ne yazık ki öğrenmekten çok koşullandırılan bir toplumun evlatlarıyız. Söz konusu tarih olunca bu iş özellikle böyle gerçekleşiyor. Bizim daha kolay yönetilmemizi, gerçek sorunlarımızın yerine ikame edilen tarihsel masallarla, adeta bir metal yorgunluğuna sokulmuş durumdayız. TOPLUMSAL AYAKLANMA VE BİLİMSEL SORUMLULUK İslamcı gelenekten gelen veya hâlâ öyle olan, Mustafa Demirci'nin "Siyah Öfke / Ortaçağ İslam Dünyasında Zenci Kölelerin İsyanı" (Çizgi Kitabevi) adıyla yayımlanan çalışması, yukarıda aktardığım kapak arkası ifadede de belirtildiği gibi, sadece toplum olarak değil, tarih meraklılarınca da cahili olduğumuz, cahili bırakıldığımız önemli bir konuyu işliyor. Bize bizim tarihimizde de Spartaküs'ler olduğunu, bizim tarihimizde de insanın içini karartan veya 'bu kadar da olamaz' dedirten karanlık dönemler olduğunu ve tabii bu zulme başkaldıran yüz akı kahramanlarımızın olduğunu anımsatıyor. Bunu işaret ettiğim açıklıkta mı aktarıyor? Hayır, aksine çoğu zaman egemenleri, zalimleri aklayan mazeretlerle, buna karşılık halkın kahramanlarını gölgeleyen kara çalmalarla yapıyor. Ancak buna rağmen yaptığı çok önemli. Çünkü o bir İslamcı (veya öyleydi), ve bu kimliğine karşın, İslam tarihinin tabusu bir konuyu araştırma konusu yapıyor. Ortalama bir İslamcı açısından İslam'da ayaklanan kölelik bile ciddi bir Siyah Öfke problem; olacak şey değil! Üstelik buradaki durum bundan da öte; çünkü korkunç bir zulüm, ardından yüzbinleri bulan devasa bir isyan, köle direnişini ezmeye gelen Türk Lejyon askerleri ve İslam'ın en verimli toprağında komünal bir devletin örgütlenmesi ve en sonunda çoluk çocuk, yaşlı kadın tüm bir toplumun imhası! Bunları bütün açıklığıyla öğrenemiyor, zaman zaman aşılamamış önyargıların kurbanı olarak saptırılıyoruz gerçi; ama, bir tabuya dair halen Türkçede yayımlanan en kapsamlı araştırma ile karşı karşıyayız. Dediğim gibi, kitabın bütün bu cesaretine rağmen ciddi problemleri var. Öncelikle ayaklanmayı devletin dayanılmaz zulmü olmaktan çok bir zaafı olarak görmek eğilimi ile karşı karşıyayız. Bu kapsamda süreç, esas olarak şeriatın güvencesindeki egemenlerin zulmünden soyundurularak, "kendi dönemlerini belirleyecek düzeyde kudretli halifeler olmaması" ile açıklanıyor. Tabii İslamcı bir yazar olarak, "bu kadarını da yazması büyük cesaret" deyip bu öznelliği görmezden gelmek de mümkün; ama, o zaman bilime, gerçekliğe ve tabii aynı ortamı ve geleceği paylaşıyor olmamız gerçeği ışığında birbirimize yapacağımız katkı sorumluluğundan vazgeçmiş oluruz.Böylesi kapsamlı bir sosyal olay karşısında öznellik, dönemin nesnel bir fotoğrafını karartır. Oysa bu noktada hesaplaşılması gereken gerçek, nasıl oldu da İslam egemenliği birbiri peşisıra böylesi iktidarsız şahsiyetlerin eline geçti sorusudur. Benzer bir problem sonraki yüzyıllarda Osmanlı gerilemesi dönemine dair resmi tarih yazımlarında da karşımıza çıkacaktır. Ve aramızda dolaşan kimi kerli felli, bir kısmı ordinaryus, bir kısmı duayen tarihçinin kaleminde, koca bir imparatorluğun gerilemesi, 'deli', 'başarısız', 'kudretsiz' vb. şahsiyetlerin padişah olmasına bağlanıp işin içinden çıkılacaktır. Oysa bizzat M. Demirci'nin de, "İkinci dönem Abbasi (...) tarihi bir anlamda isyanlar ve ayrılıkçı hareketler ekseninde geliştiğinden, Abbasilerin bu devrine ilişkin araştırmalar da bu olayları merkezine alarak yazılmak durumunda" demek zorunda kalacağı denli ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Ne ki durumu yine de, "kudretli halifelerin olmamasına" bağlayabilmektedir.Görüldüğü gibi, kendi bulunduğu dünya görüşü çerçevesinde zülfü yare dokunmak gibi gerçekten de cesur bir iş başarmakta, ama işin nesnel, teorik ve tabii İslamcı mantalite çerçevesinde üstünden atlanılamaz olan tanrısal nedenlerini es geçmektedir. Oysa sonuncusu kendi iç tutarlılığı ile ilgili bir sorun ama diğer nedenler böyle geçilerek köle ayaklanması ve Abbasi gerilemesi üzerinde çözümleme yapmak olanaksız. Zaman zaman, "bu tür büyük sosyal hareketlerin sebeplerine inmek, isyanın çıktığı toplumun yapısal analizini yapmak" gibi umut vaadeden ifadeler kullanmakta; ancak yine de yaratılan umutlar boğazda düğümlenmektedir. İKTİDAR HIRSI MI ADALET SAVAŞI MI? Düzen ve onun ideolojisinden yana aklayıcı gerekçelendirmeler yetmezmiş gibi, kölelerin hürriyet arzusunun hemen peşine, bir diğer neden olarak da "Ali bin Muhammed'in iktidar hırsı ve maceraperestliği" ile açıklaması, bu çok değerli ve özgün çalışmanın bilimsel değerini berhava etmektedir. "Zenci liderinin kullandığı söylem, İslam'ın öngördüğü sosyal adalet ve sahih İslam çerçevesinde sadece kurulu düzene karşı mevcut rahatsızlıkları kaşımak ve kullanmaktan öteye geçmemektedir" ifadesi ise, Yazar'ın köle ayaklanmasına karşı egemen düzenden yana ne denli kapsamlı bir ideolojik koşullanmaya sahip olduğunun göstergesi. Ne denli korkunç koşullarda çalıştırıldıklarını, "... bataklık bölgedeki çiftliklerde, çok ağır ve insanlık dışı şartlarda çalıştırılma"larını bizzat belirtmesinin peşisıra, "Abbasilerin içinden geçmekte olduğu kaostan da faydalanarak, bu kölelere hürriyet ve malmülk vaadiyle peşine düşürmeyi başarır" gibi tam bir köleci egemen sınıf ağzıyla sözde çözümleme yaparak çalışmasını gölgelemektedir. İnsanlık dışı koşullarda çalıştırılan zencilere karşı despot, köleci, çürümüş Abbasi hilafetinden yana bir mantık örgüsü ile karşı karşıyayız.Sözü edilen ayaklanma, Arap aristokrasisinin kapattığı geniş ve verimli Basra bölgesi topraklarında, önce bataklıkların kurutulup kanallar açılmasıyla toprağın ıslahı, ardından yoğun emek isteyen pirinç ve şekerkamışı gibi sulu tarım ürünleri yetiştirilmesinde yüzyıl kadar kullanılan köle emeğinin, nihayet dayanamaz hale gelip başkaldırısıdır. Giderek yüzbinlerce kölenin katılımıyla büyüyen ayaklanma, ardından Bedevilerin de desteğiyle büyür. Korkunun yenilmiş olmasının özgüveni ve yüzyılın kiniyle ölümüne savaşlarla Abbasi lejyonlarını peşpeşe yenen köleler, tarım ve ticaret zengini Basra, Ahvaz, Abadan, Übülle gibi şehirleri ele geçirip yağmalar. Ancak salt yağmacı bir güruh ile karşı karşıya olduğumuz düşünülmesin. Çünkü Bağdat'ın 70 fersah yakınına kadar olan, aşağı ve orta Mezopotamya yanı sıra Huzistan'da egemen bir devlet kuruluşu ile karşı karşıyayız. Bataklığın ortasında kendilerine Muhtara adında yepyeni ve planlı bir şehir inşa eden köle devleti kendi adlarına para bastırıp vergi toplayacak, tüm yerleşim birimlerine vali ve hâkim atayacak denli önemli bir vizyon sahibidir. Bu vizyonun temeli ise herkesin eşitlenmeye çalışıldığı ilkel bir komünizmdir. Abbasi despotizminin, dünyadaki tüm benzerlerinde gördüğümüz gibi, bu komünal devlete davranışı ise, korkunç bir sınıf kiniyle belirlenecektir. Halife Mutemid'i temsilen kardeşi Muvaffık komutasında yine köle Türk lejyonerleri, tıpkı Krasyus'un Roma İmparatorluğu'nun güvenliği adına tüm Spartakistleri, Roma'ya uzanan tüm yol boyunca çarmıhlara germesindeki acımasızlığı aşan bir acımasızlıkla, "en az beş yüz bin" isyancıyı katlederek tarihin en büyük katliamlarından birini gerçekleştireceklerdir. Demirci'nin önemli kitabının bir diğer zaafı, "geniş kitleleri ilgilendiren bir sosyal hareket olmasına rağmen, Karmatiler ve Babekiyye'de olduğu gibi sosyal bir programları yoktur" yargısıdır. Oysa bizzat kendisinin anlattığı gibi Ali bin Muhammed ayaklanması, İslam tarihindeki en ciddi alternatif sosyal program sahibi hareketlerden biridir. Öyle anlaşılıyor ki Yazarın 'sosyal program'dan anladığı şey, mezhebi görüştür ki, bu programa değil siyasi perspektife dair bir durumdur. Oysa sosyal programını bizzat hayata geçirmiş, onun komünal devletini kurmuştur. Geriye yazılı bir şey kalmaması, İslam Hilafetinin ona yönelik uyguladığı son bireyine kadar katledip taş üstünde taş, kağıt üstünde kağıt bırakılmamasının ürünüdür. Gerek bu ağır kırım gerekse köle ve siyah olmaları, onların programlarını sonraki muhalif hareketlere olduğu gibi aktarılabilmesini engellemiştir. EGEMEN AKLIN KİN VE ÇARPITMASI İsyan ezilirken Ali b. Muhammed, önerilen rüşvetleri kabul etmeyip sonuna kadar inancı ve gerçekleştirdiği sosyal düzen adına savaşarak ölmeyi seçecektir. Bu siyah köleler ve adalet uğruna mücadele veren beyaz adamın kellesi, direniş potansiyeli olan halkın umudu ezilsin diye Bağdat dahil heryerde teşhir edilecektir. Ona dair bilgiler ne yazık ki sadece düşmanlarından ve kendisine ihanetle saf değiştirmiş kimi danışmanlarının, İsyanın bastırılması sonrası yazdıklarından ve bunların dönemin resmi tarihçilerince yorumlanmasından ibaret. Kurduğu devletin zenginleşmesi sonrasında yönetim kastına özgü kimi ayrıcalıklar kullandığı iddialarının, bürokratik yozlaşma kapsamında belli bir gerçeklik payı olması muhtemel. Ancak kendine özel köşkler yaptırdığı, harem kurduğu gibi iddiaların abartılı olduğu ve bu tip iddiaların, eşitsizlikçi düzen ideologlarınca, eşitlikçi lider ve kurumlara karşı tarih boyunca başvurulan en pespaye yıpratma argümanı olduğu da unutulmamalı. Aslında verilmeye çalışılan mesaj, "onlar da bizim gibi, boşuna onlara inanıp hayatınızı riske atmayın!" şeklinde özetlenebilir. Siyah Öfke'nin okunmasını özellikle öneriyorum; çünkü ortalama okurun ondan öğreneceği çok şey var. Yazarın böylesi bir destan karşısında sergilediği sıkıntılı duruşuna karşın İslam siyasal tarihinin, aynı zamanda ne denli büyük bir kölecilik ilişkisine yataklık ettiğini, bu yüzkızartıcı kurum karşısında, bu denli büyük bir halk ayaklanmasına rağmen, hiçbir İslami teolojik bir eleştirinin gelişmediğini, dini meşruiyetle kendilerini istismar edenlere karşı, sadece kendi özgüçlerine güvenerek ne denli büyük bir insanlık dersi verebildiklerini, Hilafet devletinin yüreğine ne denli büyük bir korku saldıklarını öğreniyoruz. Öyle ki bu ayaklanma İslami egemenlik koşullarında kölecilikten vazgeçilmesini getirmeyecek, ama "en az yarım asır Doğu Afrika'dan köle ticaretini kesintiye uğratacaktır." ? KİTAP SAYI 864 SAYFA 20 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle