Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Philippe Forest ile 'Sarinagara'yı konuştuk ‘Matemin çilesini engelledim’ 1962 yılında Paris’te doğan Philippe Forest, sanat ve edebiyat üzerine sayısız denemenin yanı sıra, üç de roman yazmış: L’Enfant eternal (Ebedi Çocuk, 1997 yılında İlk Roman dalında Prix Femina aldı), Toute la nuit (Bütün Gece, 1999) ve Sarinagara (2004, Prix Décembre). Eserleri Çince, Japonca, Korece, İtalyanca, Rumence ve Türkçeye çevrildi ya da çevriliyor. Forest halen Nantes Üniversitesi’nde edebiyat dersleri veriyor. Uzmanlık alanı, sürrealizmden postyapısalcılığa avangard akımlar. Forest ile Sarinagara üzerine Yann Nicol konuştu. ? Yann NICOL* eorik ve entelektüel açıdan derin bir edebiyat bilgisine sahip, donanımlı bir yazarsınız. Sizce edebi yaratım sürecinde, edinilmiş olan her türlü bilgiden arınmak mı gerekli? Hissiyatın derinine inebilmek için kişinin kendini düşünceden soyutlaması mümkün mü? Siz yazarken her ikisinden de mi etkileniyorsunuz? Günümüzün hayli güçlü antientelektüel eğilimine bakılırsa, bir romancının edebiyat üzerine çok fazla fikir sahibi olmaması gerektiğini gayet iyi biliyorum. Bazı fikirleri varsa bile, onları dile getirmemeli ve utanç duyarak gizlemeli. Şimdilerde, bir roman yazarının, bir öğretim üyesinden çok bir televizyon yıldızını andırdığı oranda okunma olasılığı artıyor. Oysa bana kalırsa, cehaletten ve kültür yoksunluğundan yola çıkarak hakiki edebiyata varılamaz. İstisnası olmayan evrensel bir kaidedir bu. Yazarın, yazma eylemi sırasında, yapmakta olduğu işi sorgulamaya yönelik zihinsel bir uğraş içine girmediği bir edebiyat düşünemiyorum. Önceleri bir okurdum; anlamak istediğim çağdaş edebiyata olan tutkum beni okumaya yöneltti. Daha sonra öğretmenliğe başladım; hayatımı kazanmak durumundaydım. İlk çalışmalarım avangard edebiyat üzerineydi: Sürrealizm, yeniroman, postyapısalcılık ve bilhassa Tel quel Hareketi (Sollers, Kristeva, Barthes, Derrida vd.) etrafında, 1960 ve 70’lerde vuku bulanlar. Hayatımın daha geç bir döneminde roman yazmaya başladım. Otuz beş yaCUMHURİYET KİTAP SAYI şındaydım. Dante’ye göre, yaşam yolunun yarısında... Edebiyat teorisi uzmanı olmak bir şey, yazar olmaksa başka bir şey. Öyle bir zihinsel hale girmeniz gerekir ki, bildiklerinizi unutup yeniden yaratabilesiniz; böylelikle bilgi, hayal gücünün jestlerine ket vurmaz, onları bastırmaz. Kitaplarımda düşünce ile duygular arasında bir gerilim –belki de bir karşıtlık– bulunabilir. Ancak bana kalırsa, edebi deneyimin merkezinde tam da bu karşıtlık yatmaktadır. Sarinagara’nın kaçınamayacağınız bir şey haline gelişinden bahsedebilir misiniz? Sarinagara’yı diğer iki romanımın ardından kaleme aldım; o romanlarda, beni yazmaya iten şahsi bir meseleyle samimi bir şekilde baş etmeye çalışıyordum: Dört yaşındaki kızımın kanserden ölmesi. (...) Sarinagara’yla bir deneye giriştim; her zaman olduğu gibi, birinci tekil değil de, üçüncü tekil şahıs ağzından yazılacak otobiyografik bir roman tahayyül ediyordum. Hayatımın, benim yaşadıklarıma benzer tecrübeler yaşamış üç Japon sanatçı aracılığıyla anlatılmasını arzu ediyordum: Haikunun son güçlü şairlerinden Kobayaşi İssa; çağdaş Japon edebiyatının kurucularından, romancı Natsume Soseki ve atom bombasının atılmasından sonra Nagasaki’yi ilk görüntüleyen kişi olan fotoğrafçı Yosuke Yamahata. ÖTEKİLİK VE YABANCILIK Bunu yaparak, kendi hikâyemi zamanda ve uzamda başka bir yere kaydırmak istedim sanırım. Matemin çilesinin kendi içine kapanmasına engel olmaya çalıştım, bu mahrem ve kişisel çilenin evrensel, hatta epik boyutlarını sergilemesine izin verdim. Romanda, neden Japonya’yı seçtiğimi açıklamaya çalıştım. Birçok Fransız yazarın gözünde (burada, kendisine çok şey borçlu olduğum Barthes’ı anmadan geçmeyelim) "ötekiliği" ve "yabancılığı" ifade eden bir kültür Japonya. Konuya, bir diğer çağdaş Fransız yazar Antoine Volodine’in icadı olan ifadeyle, "postegzotik" açıdan yaklaşmayı denedim. Beni sonuca götüren, Kenzaburo Oe’yi okumak oldu, 1994’te Nobel Ödülü alan yazara bir denememi de ithaf ettim. Onunla sohbet etmekten dolayı hem gurur hem de mutluluk duydum ve eserlerinde gerçek anlamda entelektüel edebiyatın bir örneğini buldum. Sarinagara ile, Japonya benim ütopyam haline geldi. Fransızca bir Japon romanı yazmayı denedim. Ulusal edebiyatın zamanı çoktan geçti. Şüphesiz, tipik bir Fransız olsam da, her zaman, yazmanın bireylere atfedilen kimliklerin ötesine geçmenin bir yolu olduğuna inandım ya da öyle olmasını arzu ettim. Üç Japon sanatçının hikâyesi aracılığıyla alttan alta kendi portrenizi çiziyorsunuz. Çoğunlukla birinci tekilde yazdığınız biliniyor; otobiyografiyi ve benlik kurmacasını (selffiction) sorgulamaktan da hiç vazgeçmiyorsunuz. Bu konuyla ilgili görüşlerinizden bahsedebilir mi858 siniz? Romanınız hangi açıdan bir benlik kurmacası sayılabilir? (...) Romanlarımın benlik kurmacası kategorisinde değerlendirilmesine itiraz etmiyorum, çünkü eserlerinin okunmasını isteyen bir yazarın zamanın ruhuna ayak uydurmak için taviz vermesi gerektiğini biliyorum; eleştirmenlerce şu veya bu ekolde, şu veya bu hareket içinde tanımlanması, kategorize edilmesi gerekiyor. Ancak doğruyu söylemek gerekirse, kendimi Fransız otobiyografik romanının yenilenmesi hareketiyle doğrudan ilişkili görmüyorum. Bence 1980’lerde ve 90’larda benlik kurmacası diye nitelendirilen şey, daha çok bir geri çekilişti, avangard krizinin ardından gelen bir çeşit gerileme. Son derece teorik ve büyük ölçüde soyut bir yazın görüşünün hâkim olduğu bir dönemin ardından, yeni nesil romancılar gerçekliğe, gerçek hayat tecrübesine dönmek istedi. Bu, kendi egosunu öne çıkarmak gibi narsisist bir arzuyla hareket eden ve mahremin doğallığına dönmek isteyen pek çok yazarın yolunu açtı. Her türlü hakiki edebiyat arzusuna ölümcül bir darbe indirilmiş oldu ve günümüzün tüketiciye yönelik şovlarının talepleri herkesi kolayca memnun edePhilippe Forest öyle geliyor ki, çağdaş edebiyat deneyimi, bir baş dönmesi hali. Benim "imkânsız" diye adlandırdığım şeyle karşı karşıya geldiğinde, kimlik mefhumu parçalanıyor, dağılıyor. Özne kendini ifade ettiği an, kendisinin bir kurgu ürünü olduğu hissine kapılıyor. Hayat bir romandır derler. İLGİNÇ BİR EDEBİ TÜR... Japonya’ya dönersek, "watakushi shosetsu" (ben romanı) diye adlandırılan tür beni çok etkiledi. Çok ilginç bir edebi tür bu; XX. yüzyıl başlarında, klasik Batılı otobiyografilerle (JeanJacques Rousseau tarzı) tamamıyla Japonlara özgü, klasik şahsi yazıların (günlükler ve şiirsel denemeler) kesişiminden doğmuş. Aslına bakılırsa bu iki gelenek büyük ölçüde birbiriyle çelişiyor, çünkü edebi öznelliğe dair iki farklı görüşe dayanıyorlar. Bu nedenle de, paradoksal birleşimleri, bireyselliğe dair yaygın anlayışımızı sorgulayan oldukça sıra dışı edebi metinler ortaya çıkarıyor. Bana kalırsa, edebiyatın özü, Georges Bataille tarafından yüklenen güçlü anlamıyla "deneyim"dir ("hakikat"in, "imkânsız"ın "deneyim"i); kişinin bilincini, kaybın, esrimenin, öznenin kendini hem tatmin edip hem de mahvettiği bir kayboluşun baş döndürücülüğüyle yüzleştiren deneyim. Günümüzün büyük romanlarının tümü –bu nedenledir ki, bazılarının sürekli dile getirdiğinin aksine, edebiyat ölmüş ya da maneviyatını yitirmiş değildir– Ben’in böylesi bir "deneyim"inden kaynaklanmaktadır. Aklıma ilk gelenler, Philippe Sollers’in (Paradis [Cennet] veya Femmes [Kadınlar]) ve Pascal Quignard’ın (Derniers royaumes [Son Krallıklar]) kimi kitapları, ayrıca Philip Roth’un romanları (Counterlife and Operation Shylock [KarşıYaşam ve Shylock Operasyonu]) ya da Peter Handke’ninkiler Hiç Kimse Koyu’nda Bir Yıl gibi diğer eserler. Ayrıca Kenzaburo Oe, Gao Xingjian ve diğer Japon veya Çinli yazarları sayabiliriz. ? (*) Yann Nicol, 1977 doğumlu gazeteci, düzeltmen. Lyon’da yaşıyor ve pek çok edebiyat dergisine ve gazeteye katkıda bulunuyor. The Brooklyn Rail'in Nisan 2006 sayısından kısaltarak çeviren: Zeynep Doğukan. Sarinagara / Philippe Forest / Çev: Hakan Tansel / Kanat Kitap / 249 s. SAYFA 9 T cek nitelikteydi; "talkşov" denen programlarda, yazarlardan düpedüz "figüran" vazifesi görmelerinin beklenmesi gibi. Diğer bir deyişle, roman adı altında yalnızca doküman ya da tanıklık üretildi. Kişinin kendisi ve dünya hakkındaki hakikatin anlatıldığı izlenimi verilirken, bunun sonucunda, renk vermeden çok kötü edebiyat ürünleri ortaya çıktı. Mahremin doğallığından bahsederken, –uygulamaya konduğuna daha çok benlik kurmacası ürünlerinde rastladığımız– roman tarzında otobiyografinin daima bir kimlik arayışı olduğunu söylemek istiyorum. Oysa şimdi, bana