Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Son “Mavi Yolcu” Erol Güney’le Tercüme Bürosu üzerine konuştuk... Tercüme Bürosu’nun dünyada benzeri yoktu Hasan Âli Yücel'ın 1940'lı yılların başında kurduğu, Sabahattin Eyüboğlu ve Nurullah Ataç’ın yönettiği Tercüme Bürosu kültür yaşamımızı derinden etkilemiş bir yayın politikası gerçekleştirmişti. Bu önemli kültür kurumunu, İş Bankası Kültür Yayınları'nın 'Hasan Âli Yücel Klasikleri’ nedeniyle bir kez daha anmak istedik. Büronun çalışanlarından, birçok çeviriye de imza atmış Erol Güney'le Tercüme Bürosu'nu, işleyişini ve çevirmenlerini konuştuk. ? Ümit BAYAZOĞLU ş Bankası Yayınları 50. kuruluş yıldönümünde Hasan Âli Yücel’in 1940’larda kurduğu Tercüme Bürosu klasiklerini yeniden basıyor. Vaktiyle bu çabanın içinde biri olarak bunu duyduğunuzda neler hissettiniz? Hasan Âli Yücel adına bir dizi başlatılmasına çok sevindim, çok şaştım. Şaştım, çünkü 1940’lı yıllara nazaran bugün Türkiye’de çok sayıda ve öyle kaliteli tercümeler çıkıyor ki, onların yanında Tercüme Bürosu’nun kitaplarına hâlâ ihtiyaç duyulmasına şaştım. Demek ki istek var, demek ki klasikler unutulmadı ve tabii bu da çok sevindirici. Ayrıca bu diziye Hasan Âli Yücel adının verilmiş olması çok önemli. O olmasaydı bu kitaplar da olmazdı. Bir Neşriyat Kongresi yaptırmıştı, orada dünya klasiklerinin çevrilmesine karar verdi. Yılda 100 kitap hedefi koydu! Sürekli başımızdaydı, ne oluyor, nasıl gidiyor diye devamlı ilgilenirdi. Karar vermesi kolaydır ama uygulaması zor. İnönü de destekledi onu, yalnız topçu general olduğundan (gülüyor), 100 kitabın birden Cumhuriyet Bayramı’nda, âdeta bir salvo gibi bir anda piyasaya çıkmasını istedi. Topçu ya, bir mermiden bir şey çıkmıyor, yüz mermi birden gönderirse o baraj atışı oluyor, SAYFA 10 İ neticesi çıkıyor. Bunda bir gaye var, buna biz de inanmıştık fakat 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı bizim için artık kâbus olmuştu. İlk yıllar 100 kitap çıkaramadık, zor tabii. Sonraki yıllarda açığı kapayarak hedefi yakaladık. Çalışanların üzerinde müthiş bir baskı oluşmuştu, ilk yedisekiz ay rahattık fakat son ikiüç ay gelip çatınca sıkıştık, hiç uyumadan çalıştık. Devlet eliyle klasik eserlerin tercüme edilmesine dünyada başka örnek var mı? Bu çabanın benzeri olduğunu sanmıyorum, en azından ben hiç işitmedim. Yalnız buna benzer bir şey 18. yüzyılda Rusya’da olmuştu. Deli Petro diyorlar ya, o Büyük Petro böyle bir şeyler yapmış. Sonra Sovyetler Birliği’nde aynı şey oldu, yalnız Marksist yayınlar ve Marksistlerle ilgisi olan yazarları, eserleri çevirdiler. Mesela Marksizmle alakalı gördükleri Diderot’u çevirdiler, mükemmel 10 cilt halinde. Ama bizim yaptığımızla aynı şey değil. Gerçi bizim hareket de ideolojikti ama batılılaşmak, modernleşmek ideolojisiydi bu. Çevrilecek klasiklerin seçimini nasıl yapmıştınız? Şimdi biliyorsunuz Ankara’da bir Tercüme Bürosu var. Bunun başında dört kişi vardı: Sabahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin ve Bedrettin Tuncel. Bunların etrafında her hafta 2025 kişi toplanıyorduk. Yaşar Nabi Nayır, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Nuri Gençosman, Lütfi Ay, Orhan Veli Kanık, Cahit Sıtkı Tarancı, Necati Cumalı, Oğuz Peltek, Şahap Sıtkı İlter, Servet Lünel, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden, Mülkiye’den bazı profesörler falan hepsi. İçimizde mütehassıslar vardı, mesela Sabahattin Ali, Al manca’sı mükemmeldi, çok okuyordu. Marksist olmasına rağmen katiyen eser seçimlerinde yanlı davranmıyordu. Ne de olsa romancı, hem de iyi romancı adam. İhtisasına göre herkes bir kitap alıyordu. Okuyup geliyor basılması için rapor veriyordu. Niçin diyorduk, kitabın konusu ne? Bu kitap kendi kültüründe etkili oldu mu? Dünyada bir etkisi oldu mu? Türk okurunu ilgilendirir mi, diye ciddi münakaşalar oluyordu aramızda, sonra karar veriliyordu. Eserlere katiyen sağ mı sol mu diye bakılmıyordu. KLASİĞİ AYIRT ETMEK İÇİN OKUMALI Bir esere klasik demekle kastedilen ne? Siz klasiği nasıl tarif ediyorsunuz? Klasik öyle bir eser ki, okumadan da diyebilirsiniz ki bu çok önemli bir kitap. Nasıl olur, siz okumadınız, siz hüküm vermediniz. Fakat bu kitabı okuyan yüzbinlerce insan var. Onlar diyorlar ki, bu eser mühimdir. Siz hayır derseniz, neyi reddetmiş oluyorsunuz? İnsaniyeti! Mesela “Güney Kutbu” var diyorlar, evet diyorsunuz, gittiniz mi, gördünüz mü? Klasiği de aynı şekilde kabul etmek lazım. Bu klasik değildir demek kolay ama bunun için okumak lazım. ATAÇ’TAN ‘KUMARBAZ’ Tercüme Bürosu’nda her şey güllük gülistanlık mıydı, aranızda çekişmeler, hatta kavgalar yok muydu? Olmaz mı! Nurullah Ataç Tercüme Bürosunun başkanıydı. Çalışmalar başladıktan birkaç ay sonra Ataç’la Eyüboğlu zıtlaşmaya başladı. Eski arkadaştılar ama böyle oldu. Sorun üniversite bitirenlerle bitirmemiş olanlar arasındaydı, böyle bir ayrım yapılıyordu. Ataç’ta bu üniversite meselesi bir kompleksti. Orhan Veli de üniversiteyi bitirememişti mesela ama onda böyle bir kompleks yoktu veya hissettirmiyordu. Gerçi Ataç üniversite mezunu değildi ama o birçok üniversiteliden üstün bilgiye sahipti. Birinci Dünya Savaşı sırasında yüksek öğrenim için Cenevre’ye gönderilmiş, fevkalade Fransızca okumuş, fevkalade güzel Fransız edebiyatını biliyor, Türk edebiyatını bildiği gibi ama üniversiteye gitmemiş. Bir kız vardı (gülüyor), üniversite ye rine onunla uğraştı, âşık oldu. Diploma alamadı, o yüzden hep lise hocası olarak kaldı. Halbuki Sabahattin Eyüboğlu Fransa’da üniversite bitirmiş, burada doçent olmuş, o sıra doçentti. Tam bir üniversite adamı. Eyüboğlu bütün çalışmalarını arkadaşlarıyla yapmıştır. Vedat Günyol’la, benle, Azra Erhat’la ortak çalışmayı seviyordu. Halbuki Nurullah Ataç kimseyle çalışamaz. O yatakta pijamayla oturur, kucakta daktilo, öyle yazardı. Tamamen ferdiyetçi bir stili vardı. Eyüboğlu çalışma tarzı bakımından sanki Tercüme Bürosu için biçilmiş kaftandı. Çünkü ekip çalışmasını biliyordu. Buna rağmen her şeyi Ataç belirliyordu, klasikleri tek tek o seçti, nasıl tercüme edileceğinin kurallarını kelime kelime o belirledi. Her çeviri kendi dilinden yapılacaktı. Çeviride esere sadakatin ölçüsünü de o tayin etti. Kelimenin kendisine değil mânâsına, mânâsına da değil, mümkün olduğu kadar üslubuna sadık kalacaksınız derdi. Mesela Proust’u nasıl tercüme edeceksiniz? O zaman mesele çıkıyor, uzun bir cümle kesilebilir mi? Bu gibi konularda fevkalade fikirleri vardı ve umumiyetle fikirleri kabul edilirdi. Öztürkçeciydi. Gerçi o zaman herkes Öztürkçe taraftarıydı ama bir dereceye kadar. Mesela Sabahattin Eyüboğlu bu kadar katı değildi. Halbuki Ataç yeni kelimeler uyduruyordu. Böyle ihtilaflar oluyordu aralarında. Zamanla Ataç kenara çekildi, tercümelere devam etti, genellikle Latince’den, ama daha az gelip gitmeye başladı. Bu arada kendi koyduğu bir prensibi de yıkmıştı. Tuttu Dostoyevski’den “Kumarbaz” çevirdi, ama Rusça bilmiyordu. O zaman ilk defa ona kızdım, ilk defa ters düştük. “Niye yapıyorsun bunu” dedim, “hani eserler kendi dilinden çevrilecekti, bunu sen söyledin” deyince, “doğru” dedi “Rusça bilmiyorum fakat ben kumarbazım” (gülüyor). Gerçekten kumarbaz bir adamdı. Ve hakikaten “Kumarbaz”ın çevirisi çok güzel olmuştur. ‘HARP VE SULH’ NASIL ÇEVRİLDİ Nâzım Hikmet de çeviri yapmış, Tolstoy’dan “Harp ve Sulh”ü Zeki Baştımar’la birlikte çevirmişler. Nâzım’ın Rusça’sı nasıldı? Hapishane koşullarında ve kaynaksız yapılmış bir çeviri nasıl iyi olabilir? Nâzım Rusçayı biliyordu. Bu kitabın Fransızca bölümleri vardı. Sanıyorum Fransızca tarafını Zeki Baştımar çevirmişti. Ben kitapta çeviri hatasını daha çok bu Fransızca bölümlerde buldum. Rusçası ile çeviriyi kelime kelime karşılatırdım, Nâzım’ın çok iyi Rusça’sı vardı. Zeki Baştımar, Nâzım Hikmet gibi TKP önde gelenlerinden. Bu o zamanlar da biliniyor muydu? Biz arkadaşlar biliyorduk, Bakanlık da biliyordu. Mesela Hasan Âli Yücel çeviri paralarından bir kısmının hapiste yatan Nâzım’a gittiğini pekâlâ biliyordu. Ama sonra bu gibi ? KİTAP SAYI 854 CUMHURİYET