04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Frederick B. Artz'ın etkili yapıtı dilimizde: "Orta Çağların Tini" Ortaçağ'a yeni bir bakış Avrupa düşünce tarihi uzmanı Artz'ın yapıtı, Aziz Yardımlı'nın çevirisiyle yayımlandı. îdea Yayınları arasında yayımlanan kitap konuya ilgi duyanların kaçırmaması gereken kitaplardan. MERİÇ VELİDEDEOĞLU yıl boyunca Avrupa düşünce tarini üzerine dersler veren Frederick ^S / B. Artz'ın ortaçağı anlatan seçkin yapıtı, Aziz Yardımlı'nın çevirisiyle, "Orta Çağların Tini" başlığı altında îdea Yayınları'nca basılarak Türk okuruna da ulaştınldı. İS 200'den 1500 yılına uzanan süreyi ele alan yapıtın bir de alt baslığı var: "Tarihsel Bir Gözlem". Bu alt başlık tarihsel yanı ağır basan bir çalışma ile tanışacağımız izlenimini vermesine karşın, böyle olmadığı kitabın sayfalannda ilerledikçe anlaşılır; 1300 yıllık tarihin daha çok düşün, sanat, yazın alanlarına uzanan bir çalışma ile karşı karsıya geliriz. Bu duruma yazar da önsözde değinip "Ortaçağ Düşüncesinin Tarihinde Seçme Konular başnğının daha uygun olduğunu belirtir. Ama yine de, dahası okuyucuya yanlış bir izlenim verme olasılığını da göze alarak seçimini kullandığı başlık adına yapmışUr. Genelde ortaçağdan söz eden yazarlar, bu çağı anlatıp irdeleyen tarihçiler, insanın usunu düşüncesini kendi istenci içinde eritip biçimlendirmek isteyen dinin, ortaçağa ne denli damgasını vurduğunu ve böylece yüzyılların nasıl karanlığa gömüldüğünü hep gözler önüne sererler. Ortaçağların büyük bir bölümünün, insanı saran o amansız korkunun insanJığın çaresiz o boyun eğişinin tarihi olduğu konusunda çoğu zaman birleşilir. Oysa Frederick B. Artz, büyük bir ustalıkla ortaçağın bu soğuk iç ürperten yüzünden okuyucuyu uzak tutarak, tarihin bu kesitinde insanın erinç içinde dolaşmasını sağlamaktadır. Örneğin, ortaçağların insana en acı çektiren kurumlarından biri olan "Engizisyon" dan kitapta yalnızca iki kez söz edilır. îlk olarak, Aziz Augustine (öl. 430); tanıtırken onun öğretisinde yer alan düşün celerin içinde, ileride Engizisyon'u doğuracak kuramlar olduğunu beliıttiği sırada sözcük kullanır; ikinci kez ise, on Dİrinci yüzyılda kilisenin durumu ve tutumunu anlatan bölümde bu sözcüğe rasdarız. Yazar, "tüm yaşamı tek bir Hıristiyan egemenin yönetimi altında birleştirmek için büyük çaba harcayan kilisenin de bu isteğini gerçekleşirmekte "başka her şey sonuçsuzTcafdığında, son çarc olarak Engizisyon'a başvurdu"ğunu söyler. Görüldüğü gibi sözcüğün bu son kullanımında Engizisyon'u olumlar gibi bir anlam çıkmaktadır ki, yazar ortaçağın başka kurumları ile ilgili buna benzer tutumuna açıklık getirecek görüşünü baştan önümüze koyar. Bunun için kitabın bir bölümünü meslektaşlanndan birine okutur; sonuç "ortaçağın her şeyine fazla bir yandaşlık gösterildiği" biçimindedir. Aynıbölümü okuyan Jesuit tarikatından bir araştırmacı ise: "Ortaçağın her şeyine çok olumsuz yaklaşıldığı nı söyler. Bu tartmanın yazara güven verdiği tuttuğu yolda yürüyüşünü sürdürmesindenbeDi... Son yüzyılda kimi yazarlar ortaçağı, karanlıklarından uzaklaştırılmış bir düzlemden gözlemlemenin gerektiği kanısındadırlar. Işıklar içindeyatmalannı dilediğimiz Azra Erhat ve S. Eyüboğlu'nun da ortaçağa yaklaşımlan bu doğrultudan yanaydı. Bu SAYFA 14 konudakı soyleşilerınde yazılarında, ortaçağın her yönüyle "yeni baştan kurularak ele .ılınmasının insanlığa yepyeni çevrenler açacağını vurgulardı. Sonuç olarak yazar bizleri, inancını değiştirip Hıristiyan olmadığı için tskenderiye Patriğı'nin kışkırtmasıyla parçalanarak öldüriilen, ilk bilim kadını Hypathia'yı anmadan ortaçağda dolaştırıp gezdiriyor, hem de büyük bir ustalıkla... Dk adımı atmadan önce, genelde ortaçağ yazarlarının yaptığı gibi, antikçağda kısaıbir tur atmak gerekıyor. Çünkü, "ortaçağın bir uçtan modern zamanlara sarkıp kanştığı, öteki uçtan geç antikçağın oldukça uzun bir uzantısı olduğu" görüşünü yazar da paylaşıyor; geç antikçağın dın ve felsefe başta olmak üzere ortaçağ ekinini her alanda etkilediğini belirtiyor ve bu ıki konudaki etkiyi öne alıp değerlendiriyor. Bu noktada yazara hak vermek gerekiyor. Tek tannlı dinıerin her birinin, doğduğu ve yayıldığı toplumun önceki dininle tüm ilişkilerini bıçakla kesip yepyeni bir yapıda ortaya çıkmadığı büinir. Önceki dinin bircok inancı ve geleneği halk arasında yaşatıldığı gibi, yeni dinin bunlardan kimilerini benimsemek zorunda kaldığı da yadsınamaz bir gerçektir. Bu olgunun en somut örneklerinden birini yazar; Benedictine tarikatının kurucusu Aziz Benedict'in bir anısını anlatarak verir: Aziz Benedict, 6. yüzyılda kendi büyük manastır düzeninin ona evi olarak yapıyı kurmak için Mark Casino tepesine tırmandığında, tüm köy sakinlerinin Apollon için oruç tuttuklarını öğrenir. Toplumların kendiTiğinden sürdürdükleri bu tutumun dışında Kilise'nin de eski dinin kimi oluşumlannı nasıl kurumlaştırdığını "Azizler kültü"nde görebiüriz. Önceki dinde tapılan pazar yeri tanrısı, tarlalann tanrısı, olacakJarın tannsı gibi tann kalabahğına karşı, Hıristiyanlık da her biri ayn ayn anılan bir azizler ordusu yaratıp eski alıskanlığı dışlamadan sürdürmüştür. Demek ki, Batı ortaçağını büyük ölçüde biçimlendiren Hıristiyanlığı ve onun oluşturduğu dinsel felsefeyi yeterince algılayabilmek için antikçağın din ve felsefe kurumlannın kapılarını tıklatmak gerekir. Yazar bunu, "Ortaçağ Hıristiyanlığının Klasikscl Temelleri" başlıöı altında birinci bölümde gerçekleştirir. îlkin, YunanRoma dünyasuıın geleneksel dinini ele ahr, ilginç saptamalar yapar, sözgelimi: "Tannlarla banş gereksinimi bir tür dinsel yasalcılığın doğmasına yol açtı" diyerek, dinlerin yaptınmlannın oluşumu üzerine ipuçlan verir; ardından: "Felsefe ve bilim Yunanlılar arasında yaklaşık olarak IÖ 600 yıllarında birlikte yaşadılar. Şeylerin doğasını açıklamak için dinden ayn bir yaklaşım olarakbirlıkte doğdular" tümcesiyle de antikçağ felsefesine girer. Öykü Miletuslu Tales ile başlar, çağdaşı dinsel felsefe akımının kurucusu Pisagoras ile sürer. Bu akımdan ortaçağların Yahudi, Hıristiyan ve Islam felsefelerinin doğduğuna işaret eden yazar, bizleri insanlık düşün tarihini dokuyan filozofların her biriyle ayn ayn buluşturur. Antik dünyanın büyiık üçlüsü Sokrates, Platon ve Aristoteles'in öğretilerine şöyle bir daldınr çıkanr; ortaçağların ilk dönemlerinde Aristoteles mi, Platon mu daha etkiliydi tartışmasının içine salıverir; ardından Aristoteles'i benimsemiş olan Yahudi, Hıristiyan ve Islam din adamlannı zor durumda bırakan "üç köstek taşının" ne olduğunu açıklar; daha sonra değişen yaşam koşullarına koşut olarak doğan yeni felsefelerden söz edip, "Bahçe", aaını verdiği okulu kuran Epikürüs'ün ilginç görüşleriyle bir yol birlikteyürütür; Osmanlıda "Lezzetiye Mezhebi , olarak algılanıp adlandırılan bu öğretinin özünde, Demokritos'un atomculuğunun yer aldığını anlatır; yola Stoacılığın kurucusu 2îenon ile devam eder, "bir felsefe olmaktan çok bir yaşam biçimi" olarak gördüğü bu öğretinin biri köIe, biri politikacı, biri de imparator olan üç temsilcisine, Epiktetus, Seneca ve Marcus Aurelius'a "merhaba" diyerek, Yeni Platonculuğun en ünlü adı ve "bir bedeni olmasından utanç duyan" Plotinus ile bizleri buluşturup, bu düşün akımının Hıristiyan tannbilim ve felsefesini ne denli derinden etkilediğini aynntılanyla anlatır. Yazar antikçağın öyküsünü, Bizans Imparatoru Justinian'ın, Platon'un Akademisini, Aristoteles'in Lısesini ve öteki felsefe okullannı kapattığı ÎS 529 yılına dek getirir ve noktalar. Şimdi artık ortaçağın kendisi ele alınabilir, ama önce yazar bir ayraç açarak gerek Yunan kökenu gerekse Anadolu, Mısır, Iran kökenli gizem dinlerinden söz eder; bunların "öğretileri, törenleri ve yarattıklan ruh durumlan yoluyla Hıristiyanlığın Icabulü için kitleleri hazırlamış olduklarını"ileri sürer; aynca bunlardan yeni tek tannlı dinJere yapılan kimi alıntıları, alınan kimi borçlan kısaca açıklar ve ardından Tevrat'tan daha doğrusu Eski Ahit'ten, Yani Ahit'in nasıl doğup gelişüğlni bir beîgesel gibi canlandırarak sunar. Bu arada, "otuz yıllık yaşarnının aşağı yukan yalnızca altmış gününü bildiğimiz Hz. Isa Hakkında: "Yaşam veöğretilerinin elimizde hiçbir belgesi olmayan oirçok yanı vardır" saptamasıyla da, son yülarda üzerinde durulan bir konuya, Hıristiyan peygamberinin yaşayıp yaşamadığı sorununa parmak basar. Az önce de söylediğimiz gibi ortaçağa adımımızı atabilir ortaçağın uk sürecini "Patristik Çağ"a yani Kilise Babaları Çağı'na girebılirız. Yeni din hızla kunımsalla^ıyor, büyük bir din adamlan sınıfı gelişiyordu. Yazar bu durumu: "Rahipler, piskoposlar ve patrikler şimdi peygamberler karşısında öncelik kazandılar' diye belirtir. Gerçekten de bu çağın üç önemli kilise babasının ikisipiskopostu. Kilisenin biçimlendiği kalıbı belirleyen ve Hıristiyan tannbiliminin bir bakıma temelini atan bu üç aziz: Ambrose, Jerome ve Augustine'dir. Milano piskoposu olan Aziz Ambrose (öl. 397), kilisenin devlet karşısmdaki bağımsızlığını ve böylece yüzyıllar boyu sürecek kilise iktidannı ustaca ve cesaretle kökleştirir. Bir süre lstanbul'da da yaşayan Aziz Jerome (öl. 420) ise, Incil'i Yunanca'dan halkın anlayabileceği biçemde Latinceye çevirmiş, halktan kişilere, özellikle kadınlara yazdığı ilginç mektuplar günümüze dek ulaşarak dönemin özgün belgelerini oluşturmuştur. Aziz Augustine (öl. 430) için yazar: "Platon ile karşuaştırılabilecek biricik Romalıdır, der. Düşünsel boyuttaki bu dikkat çekici değerlendırmenin yanı sıra, Aziz Augustine in Hıristiyanlığa olan etkisi şu tspanyol özdeyişi ile anlatılır: "Her iyi evde bir şarap mahzeni bulunur, her iyi vaazda da Aziz Augustine'den bir alıntı bulunur." Ortaçağlar boyunca büyük ölçüde saygı gören bu üç Kilise Babasından söz eden lasım, kitabın kısa ama en ilginç bölümlerinden birini oluşturur. Bu bölümden sonra yazar Doğu'ya döner, orada olup bitenleri anlamak ve anlatmak için ilkin Bizans Uygarhğı"nı ele alır. Ona göre, 4. yüzyıldan 15. yüzyılın ortalarına dek yaşayan Bizans hnparatorluğu'nun başkenti olan Istanbul (Konstantinopolis) tek başına bile parlak bir ekinin öreğidir (merkezi). " 10. yüzyılda bu büyük kentte bir milyon insan yaşıyordu (...) Paris, Londra, Viyana ve Roma çamurlu köyler olarak dururken Konstantinopolis'in parke döşeli kilometrelerce yolu vardı" açıklamasıyla kentin durumunu anlatıverir. "Tann için Hagra Sofıa (Ayasofya) vardı; imparator için kutsal saray ve halk için de Hıpodrom saptamasıyla da bir bakıma kentin özünü ortaya koyar. Öte yanda yazara göre: "Demir bir yumrukla kıliseyi denedeyen ve ekonomik yaşamı düzenleyen devlet (...) aynca bireyin yerini de sımsıkı saptardı." Yine de halkın yaşamının bütününü kaplayan dinle ilgili tannbilimsel sorunlannın sokağa tasınmasına engel olunamadığını, Kapadokyaü Babalardan Sultanhisarlı (Nissab) Gregory'nin: "Fınncının ve hamamcının bu inceükleri tartışmasından" dolayı yaptığı şikâyetten anlıyoruz. Kitapta, tstanbul Patriği'nin imparator tarafından atandığı, ama Patriğin, Roma Piskoposu ile yetke sorununda, kendi üstünlüğünü ileri süren bir savaşım verdiği anlatılır ki bu konu oldukça önemlidir; çünkü Hıristiyanlık dünyasında ortaya çıkan bu bölünme yazara göre: "Doğu Avrupa'yı, Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanmanın sonuclanndan kopardı ve bunun izleri 20. yüzyılda bugün bıle açıkça bellidir...". Bu ilginç değerlendirmelerle süren dördüncü bölümün ardından gelen Doğu'daki öteki ekin ise "Islam Uyarbğı"dır. Yaklaşık 8. yüzyıldan başlayarak 12. yüzyılın basına dek süren ve Batı'yı büyük ölçekte etkileyen Islam uygarbğının bizim için ayn bir ugi odağı olduğu kuşkusuzdur. Ortaçağı türlü boyutlarda ele alan yerli yabanayapıdar bu konuyu içeriyorsa bu bölümün daha bir ilgiyle, daha bir sindire sindire okunduğu bir gerçektir. Ne var ki, bu gibi kitaplarda sabırsızlıkla beklenen bu böuim okunup bittiğindc çoğu zaman bir eksiklik bir doyumsuzluk duygusu içinde kalınabiliyor. Yazarın sanki uzaktan uzağa kurduğu bir ilişkiyi okuyucuya sunduğu ya da bu bolümün alelacele okunup geçilmesini istediği düşüncesine kapılıyor insan... Bu algılamalann ilk bakıştaki nedeni, okuyucunun, özgün kaynaklara ilk elden uzanışı, özgün yorumu, daha çok ve çeşitli başvuru kaynağını, kitabın oylumu içinde daha çok yer alışı arayıp bulamıyor olmasıdır. Peki bu neden böyledir? Bu tutumun Batı düşün yaşamını uzun süre eddleyen ve çıkış kaynaklan hemen hemen aynı olan Islam düşüncesinin, daha doğrusu, felsefesinin yeri ile bir ilgisi var mıdır? Bu felsefe Batı felsefesinin bir "halkası" olarak görülebiÜr mi? Yoksa "Hind veya Çin düşüncesi gibi kendi başına" mı ele alınmahüir. Sorulara yanıtı bu konuya "Islam Felsefesi"(l) adb yapıtında değınen Hilmi Ziya Ülken'den alalım. Isıklar içinde yatmasını dilediğimiz H. Z. Ülken, yapıtın önsözünde, "Islam felsefesinin önce Helenistik kaynaklara ve YunanHint tesirlerini birleştiren Iran kaynaklanna dayanarak doğduğu, sonra Arapçadan Latinceye geçmeK suretiyle Batı Ortaçağına tesir ettiği düşünülecek olursa, bu relsefeyi Akdeniz geleneğinin bir CUMHURİYET KİTAP SAYI 558 Optaçağnboyuttan Ortaçağnsoğukyüzü I
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle