07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sveti Stefan Bulgar kilisesi Günümüzde farklı kültürlerin bir arada yaşamalarının, bir ülkeye/kentc kazandırdıkları giderek daha çok vurgulanıyor vc Istanbul kentinin bu çokkültürlü yapısına çeşitli yönlcrden ışık tutan yayinlar da gün geçtikçe artıyor. Işte, Hasan Kuruyazıcı ilc Mete Tapan'ın yazdıkları Sveti Stefan Bulgar Kilisesi (Bir Yapı Monografisi) adlı kitap da bu doğrultudaki çalışmalardan birisi. Kitap ilk bakışta mimari bir araştırma gibi gözükmesine karşın, iki bölümdcn oluşan kurgusuyla disiplinlerarası oir ealışmanın ürünü. Kilisenin tarin içinde geçirdiği evrelerin, Osmanlı devleti BulgarlarRum Patrikhanesi arasındaki ilişkilerin, Bulgarların bağımsız bir kilise oluşturma çabalarının ve yapının gerçekfeştirilmesi sürecinin yer aldığı birinci bölüm bir kültür tarihi (tarih, mimarlık tarihi ve sosyal tarih) araştırması niteliği taşırkcn, ikinci bölüm mimari bir inceleme niteliğindc. Kitabın sonuna eklenen tarihi belgeler, kiliseylc ilgili fotoğraf ve çizimlerle planlar da bu geniş yelpazeyi tamamlamakta. NİLÜFER KURUYAZICI 0. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan sosyolojik, politik ve kültürcl dcğişimlerlc birlikte 'kültür' sözcüğüniin yeııi türevleri giderek onem kazandı. Artık 'kiil türlerarası', 'kiiltürleraşm', 'çokkültürlülük' gibi sözcükler nilimse! kııvramlar olmaktan çı kıp gündclik dilimize de yerleşti. Özellikle50'liyıllardan sonra, göçmen vc sığınmacıların artmasının da etkisiyle, kültürlcrin kapalı sınırlarının dışına taşıldı, kültürler arasındaki sınırlar kalktı, birlikte yaşamanın, karşılıklı ctkileşimin önemi nin bilincine varılır oldu. Ama farklı kültürlerden insanlann yanyanayaşamaya zorlanması her zamanbir'birliktelik' oluşturmayayetmedığigibi, birçok kültürcl sürtüşmeyi de birlikte getirdi. Çoğu Batı Avrupa ülkesi.özcllikle de Almanya, 'çokkültürlü ülke' olmakla övünseler de, ülke sınırlan içinde çok sayıda yabancının yaşıyor olması çokkültürlü üjkc olarak nitelcndirilmeye yctmiyor. Öbür yandan, birdenbire farklı kültürlerle yan yana ya da iç içe yaşamaya başlamak, onlarla bir arada yaşamak anlamına da gelmiyor kuşkusuz. Bunun için aşılması ge reken birçok engel, hatta tamamlanması gereken uzun bir süreç söz kotıusu. Sa yıları milyonları da aşsa, ülke 'çoğunluğu' içinde birer 'azınlık' niteliği taşıyan, yabancı bir dilc, hatta yabancı bir dine sahin bu insan gruplarının ülkedcki çoğunluk kültürü içinde eritilmeye çalışılmaları ne denli yanlışsa, çoğunluğun dışında kalan 'azınlık gruplar' olarak dışlanmaları da.o denli tehlikeli. Ülkede 'çoğunluğu' oluşturanlann, kendi dışlarında kalan bu 'azınlık' kültürünü kendi içlerinde eritilmesi, kendilerine benzetilmesi, yani 'asimile edilmesi' gereken yabancı bir öğe olarak gördükleri sürece de sağlıklı bir birlikteiik kurıılamayacak. Çokkültürlülüğü savunan Amerikalı antropolog Charles Taylor da etnik ve kültürel azınlıkların 'birlikteliğT için iki noktayı, hukuksal ve sosyal açıdan eşitlik ile kültürel farklılıkların 'tanınması'nı gerekli buluyor. Kültürel farklı lıkların 'tanınması' ise, yabancıyı kendi içinden atmak, dışlamak, gettolaşmaya itmek demek değil, farklılıkların kendi ve özgün ortamlarında gelişebilmesine, birbirindcn ayrı olarak korunmasına olanak vermek anlamına geliyor. Gerçek bir çokkültürlü toplum biçiminden söz edebileceğimiz Türkiye'de ise durum çoğu Batı Avrupa ülkesinden çok farklı kuşkusuz. Yüzyılfardır ulusal, etnik ve dini açıdan değişik kökenli grupların yaşadıkları Anadolu topraklarında, ülkeyönetimlerinden kaynaklanan tüm yanlışlara karşın, farklı bir birlikteiik olagelmistir. Bu ise, Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi son birkaç onyıl içinde göç nedcniyîe ortaya çıkmış bir çoğulculuk değil, yüzyıllar içinde oluşmuş, ama taşıdığı önemin bilincine yeni yeni varılan bir birlikteliktir. Anadolu topraklarındaki bu kültür /.enginliğini yansıtan bir büyük kent olarak ıstanburda da durum aynıdır. Hem coğrafyası açısından iki kıta arasında, hem de Doğu ile Batı, îslam kültürü ile Hıristiyan kültürü arasında bir köprü, bir geçiş nokrası oluşturması, değişik etnik grupları, farklı dini inançları içinde barındırması açılarından 'kültürlerin kesişme noktası', 'inançların buluştuğu kent' ya da 'dünya kenti' gibi adlar verilmektedir tstanbul'a. Gerçi Osmanlıların eline geçmesinden bir süre sonra 'çoğunluğu' Müslüman halk oluşturmuşsa da, kentte yaşamaya devam eden gayrimüslim 'azınlık' gruplar hiçbir zaman din değiştirnıeye zorlanmamış, hatta devşirme sistemindc bile dinlerini korumalarına, kökcnleri ile bağlarını kesmemelerine hak ranınmıştır. Ama tüm kent halkının 'Müslümanlar' ve 'gayrimüslimler' olarak ikiye ayrıldığı ve Müslümanlara ayncalık uygulandığı da bilinmektedir. Orneğin Osmanlı döneminde gayrimüslimlerin yaşayabilecekleri yerler, evlerinin nasıl ve ne renk olabileceği, giysilerinin renkleri ve biçimleri bclirlenmişti. Buna rağmen Müsfüman halkla gayrimüslim halkın gündclik yaşamda 'birlikteliklerini' korudukları, esnaf arasında dinsel veya etnik ayrılık gözetilmcdiği de biliniyor. Batı'da 16. yüzyıldan baslayarak dini inanç farklılıklarının ne denli büyük savaşlara yol açtığı düşünülürse, Istanbul gibi bir kentte dini inançlarında özgür, kendi kilise ve sinagoglarına sahip, niç de küçümsenemeyecek sayıda bir gayrimüslim azınhğın Müslüman çoğunlukla birlikte yaşıyor olması önemli bir nokta hiç kuşkusuz. îştc tstanbul'daki çokkültürlülüğün yapıtaşlarınclan birini oluşturan da bu gerçek. Kentin 'büyüklüğü', farklı dinlerden, farklı etnik kökenlerden insan gruplarının birlikteliği, Osmanlı döneminden bu yana tektanrı Çokkültürlü htanbul'âan bir yapı monografisi 2 Kilisenin bugünkü hali. lı üç dinin merkezi olması ve her üç dinden insanlann birbirlerinin varhgını 'tanıması'yla başlıyor; Cumhuriyet anaya sasının getirdifii, dinde özgurlük tanıyan laikiik ve yasalar karşısında eşitlik ilke siyle sağlanan dini ve nukuki güvencelerlc pekişiyor. Bu güvcnccnin bir göstergesi olarak bugün kentte camilerin yanı sıra çok sayıda sinagog ve kilise yapısı bulunmakta ve bunların çoğu halen Istanbul'da yaşayan azınlıklar tarafından kullanılmaktadır. Bu yapıların, günümüzde de salt birer müzeye dönüşmeyip yaşıyor, kullanılıyor olmaları, kanımca kentin çokkültürülüğü açısından önemli bir belgedir. Günümüzde farklı kültürlerin bir arada yaşamalarının, bir ülkcyc/kente kazandırdıkları giderek daha çok vurgula nıyor ve Istanbul kentinin bu çokkültürlü yapısına çeşitli yönlerden ışık tutan yayinlar da gün geçtikçe artıyor. îşte, Hasan Kuruyazıcı ile Mete Tapan'ın yazdıkları Sveti Stefan Bulgar Kilisesi (Bir Yapı Monografisi) adlı kitap da bu doğrultudaki çalışmalardan birisi. Kitap ilk bakışta mimari bir araştırma gibi gözükmesinc karşın, iki bölümden oluşan kurgusuyla disiplinlerarası bir çahşmanın ürünü. Kilisenin tarih içinde geçirdiği evrelerin, Osmanlı devleti BulgarlarRum Patrikhanesi arasındaki ilişkilerin, Bul garların bağımsız bir kilise oluşturma çabalarının ve yapının gerçekleştirilmesi sürecinin ycraldığı birinci bölüm bir kültür tarihi (tarih, mimarlık tarihi ve sosyal tarih) araştırması niteliği taşırken, ikinci bölüm mimari bir inceleme niteliğinde. Kitabın sonuna eklenen tarihi belgeler, kiliseyle ilgili fotoğraf ve çizimlerle planlar da bu geniş yelpazeyi tamamlamakta. Onsözdekı geniş 'teşekkürler' bölümüne ve kaynakçaya baktığımızda, kitabın ne denli titiz bir araştırmanın ürünü oldu ğunu görüyoruz: F.rmenice, Rusça, Bulgarca, Rumca, Osmanlıca, Almanca bel gelere, Istanbul'da yaşayan ve birer 'canlı tarih' oluşturan Bulgar cemaati üyele rinin tanıklıkları da eklenince yapı ile ilgili cksiksiz bir monografi ortaya çıkıyor. Peki, Sveti Stefan Kılisesı'nin önemi nereden kaynaklanıyor? Neden bu denli geniş bir araştırmaya gerek dııymuş yazarlar? Kilise yapısına duydukları ilgi bi rer mımar olarak herhangı biryapıyı değcrlendirmeleriyle eşdeğer mi, yoksa bu yapının farklı bir yeri mi var tstanbul'daki dini yapılar arasında? Gerek içi, gerekse dışı baştan aşağı demirle inşa edilmiş olup bu yüzden "Demir Kilise" olarak bilinen Sveti Stefan Bulgar Kilisesi mimari açıdan ijginç bir yapı hiç kuşkusuz. Kuruyazıcı/Tapan'ın dediği gibi: "Yapıldığı günlerdc, o zamana kadar başka demir yapıların da in şa edildiği, ama bunların sadcce taşıyıcı konstrüksiyonlarının demirden olduğu ve gerek iç, gerekse dış duvar kaplamalarında daha başka malzemelerin kulla nıldığı belirtilerek, Sv. Stefan'ın, hem iskelcti, hem de iç ve dış kaplamaları tümüyle demirden yapılmış ilk yapı olduğu ileri sürülmüşsc dc bunun doğruluğunu denetleme olanağı bulunmamaktadır. Ama türünün çok az sayıdaki örneklcrindcn biri olduğu kesindir". Mimari açıdan ikinci ilginç yanı ise, "kilisenin 19. yüzyılın sonlarında, hcmen tümüyle prerabrike olarak Viyana'da üretilmiş olması, yapının bütün parçalarının daha sonra Istanbul'a taşınmış, arsada öncedcn hazırlanmış temelin üstüne monte edilmiş" bulunmasıdır. Kilise yapısının mimari, tstanbul'da Tepcbaşı Dram Tiyatrosu (1970 ve 1971'deki iki yangınla ortadan kalktı), Cibali Tiıtün Fabrikası, Sirkeci'de Sansaryaıı I lanı (eski Emniyet Müdürlüğii), Rcyoğlu'nda Mısır Apartmanı gibi birçok ürılü yapıya imza atmış, tstanbullu bir r.rmeni ailedcn gelen Hovsep A/.navur'dıır. Böylelikle kilise, yapılış öyküsüylc de bir 'çokkültürlülük' örneği oluşturmaktadır. Bunun ötesin CUMHURİYET KİTAP SAYI 445 SAYFA B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle