26 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CBT 1485/4 Eylül 2015 ZAFER KUTLAMALARI DOĞAN KUBAN BOZKURT GÜVENÇ ‘Kurtarıcılardan kurtulmak’ isteyenlerden kurtulmalıyız! 90 yaşında Türkiye vatandaşı olmakla övünen biri olarak, 30 Ağustos’u tartışanların bu ülkenin vatandaşlığını hak etmeyenler olduğunu düşünüyorum. Eğer 30 Ağustos 1922’de Yunanlılar Türkleri yenseydi, birkaç gün sonra da Ankara’ya ulaşsalardı, sonra İtalyanlar Konya’ya, Fransızlar Toroslar’a ulaşsalardı ne olacağını hiç düşündünüz mü? Adamın biri ‘Bu kurtarıcılardan kurtulacağız!’ demiş. İstanbul’daki hainler ve Yunanlılar da öyle düşünüyorlardı. Ben Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyeti kendi varlığımla birleştirerek bugüne geldim. Bu Türkiye’nin olmazsa olmaz koşuludur. Bu ideolojik, politik ve ekonomik bir koşul değildir. Türk ve dünya tarihinin şekillendirdiği doğal bir durumdur. Sarıkamış ve Çanakkale’den başlayarak Kurtuluş Savaşı bitene kadar bu ulus olasılıkla bir milyon şehit vererek bu Cumhuriyeti kurdu. Türkiye Cumhuriyetini CHP kurmadı. Türk halkı canı ve kanı ile kurdu. Bunun üzerinde yapılan ipe sapa gelmez, tarih dışı, ilkel tartışmalar artık utandırıcı olmaktadır. Eğer bir yerlerde zafer anıtları, Atatürk heykelleri varsa, bunlar Atatürk’ü değil, ölen yüzbinlerce Türk’ü simgeliyorlar. Tarihin, toplumun hükümdarlarla simgelenmesi eski bir gelenektir. Bu Avrupa’da da var. Bugün anlamsız. Fakat kişisel simge olarak görülmeye can atanlar bu dünyada yaşamaya devam ediyorlar. Bunların izleyiciler de az değil. Bizim kuşağımız 30 Ağustos, 9 Eylül, 29 Ekim’i bugün kimse ile paylaşmayacağımız ulusal varlığımızın kutlu günleri olarak düşünmeye devam ediyor. Bize katılan milyonlar olduğunu da biliyoruz. Yıkılan büyük bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan toprakların nasıl kurtarıldığını biz son Osmanlı ana ve babalarımızdan öğrendik. Biz o savaşlara katılanların çocuklarıyız. Başka gidecek yer yok. Fakir ve gelişmemiş ülkelerin halklarının göç maceralarını gazetelerde okuyoruz. Başlarına gelen felaketleri öğreniyoruz. 9 Eylül’de İzmir’de denize döktüğümüz Yunan ordularının Türk adalarını işgallerini de bugünlerde gördük. Kıbrıs Avrupa Birliği’ne, Ege adaları Yunanistan’a, Türkiye NATO’da, ama Avrupa Birliğine alınmıyor. IŞİD’e yardım ettik ama, şimdi ABD ile birlikte onu bombalıyoruz. %51 halk oyu ile Cumhurbaşkanı olan ve Cumhuriyeti yok sayan bir devlet başkanı %60 oy alan muhalefetin hükümete katılmasını engelleyebiliyor. Ekonomik, hukuksal, eğitimsel, idari çözülmelerden çok sıkıntı çeken toplum ara sıra sıkıntılarını dile getiriyor ama daha çok, afyon yutmuş bir davranış sergiliyor. Bu çelişkilerin farkına varmayanlar ya da bunları halkın gözünden saklayanlar ülkenin geleceğine büyük zarar veriyorlar. Dünyayı görmeye Kenan Evren’le başlayanların Cumhuriyeti yerle bir etmelerine tahammül etmek zordur. Hele bunun Amerika ve Avrupa’nın Orta ve Yakındoğu projeleriyle örtüştüğünü düşününce daha acı verici oluyor. Bu çağda bu bilinci olmayanların ülkeyi idare eden konumlarda olması ise dış kökenli komplo hipotezlerini güçlendiriyor. 30 Ağustos’un ve onu tamamlayan kurumlaşmanın yarattığı ve yaratabileceği ülke Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ne Türklerin gideceği bir başka ülke var, ne de çağdaş dünyada yaşayabilecek başka bir idare sistemi var. Doğrusunu isterseniz, bugünkü toplumsal kültürel birikim ve dünyanın içinde bulunduğu durumda, kendi sınırımız dışında politik, askeri ve ekonomik gücümüzün elverdiği bir şey de yok. Uluslararası prestijimiz de sıfıra düşmüş durumda. Temel 30 Ağustos’ta atıldı. ‘Kurtarıcılardan kurtulmak’ isteyenlerden kurtulmalıyız. Çünkü kurtarıcı Halk. Demokrasi mi Demagoji mi? 30 Ağustos, Kurtuluş Zaferi’nin 93. yılı! Ekranda törenler, gazetede sayfa boyu kutlamalar. Bayrak asan tek bahçe komşuma karşıdan “kutlu olsun!” diyeceğim, dilim varmıyor; bir kaç aylık birikimin burukluğunu yaşıyorum. Bayraklar, bandolar, geçitler ve bildiriler inandırıcı gelmiyor. Böyle bir zafer kutlamasını hak ediyor muyuz? Medya’da parti sözcülerine hep soruluyor: Neler oluyor, Türkiye nereye ve 1 Kasım Seçimi’nde ne yapalım? Savaş durumu pek sorgulanmıyor. Sözcüler ve yöneticiler çoğunlukla, anayasal sınırlar içinde en doğruyu yapageldiklerini ve bu tutumu anayasal sınırlar içinde sürdüreceklerini yineliyor; erken seçimde katılım oranı düşerse neler olacağını düşünmek bile istemiyorlar. Öngörüler: Yeni seçim sonucu, bugünkünden pek farklı olmayan yeni bir koalisyondur. Yapılıp yapılmayacağı ise belirsiz. Güvenlik gerekçeleriyle bir kaç kez ertelenebilir. Sürekli anayasal sınırlardan söz ediyoruz ya geçerli bir anayasa mı kaldı? Yanıtsız bırakılan “Öyleyse, ne yapmalı?“sorusu, Devrimci Lenin’in kolay erişilemeyen ünlü ‘ne yapmalı?’ denemesini hatırlatıyor. Aklımızdan geçen çözüm önerileri olmalı kuşkusuz; ama dostlar meclisi dışında söylemekten ve yazmaktan çekiniyoruz. Sağır dilsizleri oynuyoruz, samimiyet bunun neresinde? Tam konuyu ertelemeyi düşünürken, Mine Kırıkkanat, ”Darbe mi dediniz?” başlıklı köşe yazısında (Cumhuriyet, 30 Ağustos), İtalyan Curzio Malaparte’ın “Devlet Darbesi Teknikleri” denemesiyle sorunu deşti ve gündeme taşıdı. Sovyet Devrimi’nde yaşanan ünlü çatışma özeti şöyle: Menşevikler, geniş bir halk ve işçi ayaklanmasıyla, önce hükümeti sonra devleti ele geçirmeyi tasarlarken, Troçki’nin üye olduğu küçük bir devrimci grupla eyleme geçen Bolşevikler devlet yönetimine el koyuyor. Önce darbe arkadan devrim. Stalin ile Troçki arasında bize kadar ulaşan ölümcül kavga böyle başlıyor. Malaparte, Türk Devrimi’ne karşı girişilen son darbeleri incelemiş olsaydı, kalemini kırar, kitabını yırtar mıydı? Laik Cumhuriyete karşı dış güçlerle ilişki kuran İslamcı, NursiNakşi ortaklığının farklı tekniklerini acaba nereye koyardı, emin değilim. Sanımca, 1980 ve sonrasında yaşadığımız sentezci darbeler Malaparte’ın darbe tekniklerine aykırı düşmüyor. Fethullah Hoca, önce eğitimle devleti içerden fethedelim, İslam Cumhuriyeti daha sonra diyordu. AK Parti ise halk oyu ile önce hükümeti sonra devleti ele geçirdi. Uyutulan ve fiili darbeleri farketmeyen masum izleyiciler, ne yapmalı, ne olacak? diye oyalanırken, Atı alan Üsküdarı geçti: Açıkça ve dürüstçe diyor ki: “Ben anayasa oylamasıyla darbeyi çoktan yaptım, şimdi siz seçmen kardeşlerim, hükmü kalmayan mevcut anayasayı, yeni Türkiye için öngördüğüm fiili duruma yani Başkanlık Sistemi’ne uyduracaksanız! ” Böyle bir rejim değişikliği, halk uyutularak sandık çoğunluğu ile olur mu? Yapılırsa, milli iradeyi temsil eder mi? Demokratik mi olur demagojik mi? Siyasal durum, demokratik ve sağlıklı bir gelişmeden çok, kaynaklarını tüketen Atina demokrasisinin iflasına ve demagojiye sığınmasına benziyor. Hafta başında kutladığımız Zafer Bayramı’nda; hükümet, operasyonlar devam edecek, derken; Başkanlık Sarayı’ndan SelçukluOsmanlı övgüleri yükseldi. Ülkede ise, zafer coşkusu değil, barış özlemi ve çağrıları vardı. PKK verilen mesajları doğru okuyup ateş keserse, 1 Kasım Seçimleri sonunda, gerçek bir barış zaferini kutlamak umudunu taşıyorum. Geçmiş Zafer Bayramlarınız kutlu olsun, sevgili okuyucularım.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle