26 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bilim ve Düşünce Tarihi CBT 1485/4 Eylül 2015 12 OOOF OFF LİNE Tanol Türkoğlu tanolturkoglu@gmail.com Sekülerleşme ve şiddet Sekülerleşme ile şiddet arasında bir ilişki kurulabilir mi? Sekülerleşmenin şiddet eğilimlerini azalttığını söyleyebilir miyiz? Y Kuşağı Mutsuzluğu! Sen eşsizsin diye büyütülen Y Kuşağı üyeleri, beklentilerinin karşılanmadığı bir toplum gerçeğiyle karşı karşıya. Bu problemi çözsün diye tuzağa düşürülmeye çalışılıyor. Kendi paradigmasını yaratamasın diye. Okuduğum bir makalede, (Amerika’daki) Y Kuşağı’nın neden mutsuz olduğu analiz edilmişti. Avrupa ve Amerika için 19812000 arasında doğanların oluşturduğu bu kuşağın mutsuz olma nedeni temelde beklenti ile gerçekleşen arasındaki uçurum. Y’den önceki kuşaklar (X ve 68 Kuşakları), sıkı çalışma disiplini ile yetişmiş, çalışmış ve düşük beklentilerle yaşamış; o nedenle de daha mutlu bir hayata sahip. Bu kuşakların yetiştirdiği Y Kuşağı üyeleri için ise durum farklı. Ebeveynleri Y Kuşağı’nı çok büyük beklentilerle yetiştirmiş, onların eşsiz birer birey olduklarını her fırsatta yenileyerek adeta beyinlerini yıkamış. Bu şekilde yetişmiş Y Kuşağı üyeleri, yaş ilerledikçe, okullarından mezun olup (veya olamayıp) iş hayatına atıldıkça; önce pek de eşsiz birileri olmadıklarını idrak etmeye (ya da ettirilmeye) sonra da gerek gelir düzeylerinin gerekse de yaşam kalitelerinin beklentilerini karşılamadığını görmeye başlıyorlar. Bu da mutsuzluk kaynağı oluyor. Sahi kendimizi kurtarmak için yıllarca okuduğumuz, tatbik etmeye çalıştığımız o “kişisel gelişim” kitapları, seminerleri, konferansları bize hep “eşsiz” olduğumuzun mesajını vermiyor muydu? Bir kişi örneğin Ferrari’sini sattı gitti aydınlandı; onun izinden gitmeye çabalayan binlercesinden ise hiç haber alamadık. Demek ki onlar boş durmamış, gelen kuşakları, “ben eşsiz olduğumu idrak edemedim, ama sen illa ki edeceksin” mesajı ile canla başla yetiştirmiş. Şimdi o sürecin mezunları çevremizde mutsuz mutsuz dolaşıyor. Türkiye’de de iş dünyasının üniversiteden yeni mezun olan gençlerin müdür unvanı beklentisiyle iş aradıklarından yakındıklarını biliyoruz. Bu da aslında eşsizlik sendromunun alaturka versiyonu olsa gerek. (Müdür olmak istiyorsan git kendi şirketini kur, genel müdür ol; ücretli iş arıyorsan, sana sunulanla yetin!) İnsanların değil birbirinden, en düşük canlı formlarından bile çok az bir farkla ayrıştığı artık biyolojik olarak biliniyor. Hâl böyleyken her birey nasıl “eşsiz” olabilir? “Ben farklıyım” diyerek ortalıkta dolaşmak sadece kibir ile açıklanabilir mi? Yoksa “yok aslında birbirimizden farkımız” mesajının gerisinde başka bir şey mi var? Örneğin (sanayi toplumunun kurduğu) düzenin kaosa doğru sürüklenmesini engellemek (oysa her kaos düzenle sona erer ve kapitalist model bu düzenkaosdüzen deviniminden beslenir). Belki de üzerinde odaklanılması gereken şey; bireylerin eşsiz olduklarını baz alan bir yetiştirme ve eğitim sisteminin olmaması. Sözde sen eşsizsin diyoruz ama fiiliyatta bunun gereklerini ne aile ne toplum ne de devlet olarak tam manasıyla yapamıyoruz. Sonuç? Neden mutsuz olduğunu bilmeyen bir kuşak! İnsanlığın ilerlemesini tarih boyunca eşsiz olduklarını idrak edip bunu hayata geçirmeyi becerebilmiş bireyler sağlamış. Bilgi çağının farkı, bu yapıdaki bireylerin toplum içindeki oranının artmış olması. Ancak belli ki toplumların duyarsızlığında pek bir değişiklik yok. Hâlâ birbirlerine üstün gelmek için gençlerini feda etmeye devam ediyorlar. Her toplum kendi meşrebine göre bireylerine eşsiz değil sürünün bir parçası olduklarını belletmeye çalışıyor. Kimisi lafla kimisi sopayla! Osman Bahadır bahadirosman@hotmail.com Ş iddet bugün genel olarak gerek medyada gerekse eğitim dünyasında ve toplumda kınanan bir gerçekliktir. Hemen her gün şiddetin kötülendiği bir dünyada yaşıyoruz. Şiddetin savunulması ceza kanununun bazı maddeleriyle suç kapsamına da alınmıştır. Fakat bütün bunlara rağmen azımsanamayacak ve bir türlü sonlandırılamayan ve bazen de gittikçe tırmanan şiddet gerçeğiyle karşı karşıyayız. Siyasi şiddet, dinsel şiddet, sokak çetelerinin şiddeti, futbol fanatiklerinin şiddeti, reddedilmiş koca veya sevgili şiddeti vb. Şiddetin sürmesinin temel nedenlerinden birinin, toplumsal yapıların başlangıçtan itibaren zaten şiddet üzerine kurulmuş olmaları olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla görünürdeki şiddet uygulamalarının çoğu gerçekte karşı şiddet örnekleridir. Şiddete ve şiddet kültürüne dayalı olarak sağlanmış toplumsal özgürlüksüzlük ve adaletsizlik, karşı şiddet için büyük bir potansiyel kaynak oluşturmaktadır. Şiddet karşıtı toplumsal görüşün yaygınlığına rağmen şiddetin güçlü bir biçimde sürmesinin nedenlerinden biri de, insanların kendi “kutsal şiddet türleri”ne inanmaları ve onu uygulamaya istekli ve hazır olmalarıdır. Sekülerleşme, şiddet eğilimlerini azaltıyor mu? Bu soruya tamamen olumlu bir yanıt veremeyiz. Çünkü din savaşlarının ortadan kalkmasını büyük ölçüde borçlu olduğumuz sekülerleşme, elbette şiddetin bir türünün önemli derecede yok olmasına yol açmıştır ama kutsallık halesinden sıyrılan toplulukların veya devletlerin bazı şiddet uygulamalarını araçsallaştırmalarının da zeminini yaratmıştır. Örneğin azla yetinmeyi yücelten dinsel davranış (tevekkül), yerini “seküler” açgözlülük saldırganlığına bırakabilmiştir. George W. Bush ABD Irak’a saldırırken her ne kadar dini gerekçeler de ileri sürmüşse de, gerçekte bu saldırının nedeninin, bir süper gücün enerji kaynaklarını elde etme konusundaki doymak bilmez bir iştahı olduğu herkesçe bilinmektedir. zamanda tarihin en kanlı devrimlerinden birine yol açmıştır. Üstelik daha sonraki sosyal devrimlerin şiddet içeriklerinin de meşruiyetine hizmet ederek. Elbette Fransız Devrimi’nde olduğu gibi bütün sosyal devrimlerin şiddeti, karşı şiddet örnekleri arasındadır. Fakat şiddet öyle bir olgudur ki, özgürlüğü boğan şiddet ile özgürlüğü yaratan şiddet arasındaki ayrım sınırları birçok durumda ayırt edici niteliğini kaybedebilir. Örneğin Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulması çalışmaları sırasında uygulanan devlet şiddeti birçok durumda özgürlükleri genişletmek için değil, fakat yok etmek için kullanılmıştır ve bu şiddeti uygulayanların büyük bölümü bile “bu kutsal görevleri” sırasında kendi araçsallıklarının neye hizmet ettiğini anlayamamıştır. Davanızı kutsallık halesine sardığınız anda, kendi haklı şiddet türünüzü yaratma potansiyelini de edinmiş olursunuz. Bu nedenle her türlü kutsallık düşüncesinden sıyrılma olarak nitelendireceğimiz sekülerleşme, şiddetin nedenlerinden ve önemli temellerinden birini ortadan kaldırmak veya zayıflatmakla birlikte, şiddeti tamamen yok etmek için yeterli değildir. Bunun için şiddetin temelini oluşturan her türlü kölecilik ve adaletsizlik koşullarının ortadan kaldırılması gerekir. Üstelik bununla da yetinilmeyerek, toplumsal özgürlük ve SEKÜLERLEŞMENİN İKİ SONUCU Sekülerleşme ile şiddet arasındaki ilişki son derecede karmaşık bir ilişkidir. 18. yüzyıl Aydınlanma hareketi, dünya sekülerleşme tarihinin en parlak evrelerinden birini oluşturur. Fakat bu hareketin siyasal sonuçları, aynı adalet kültürünün tüm toplum katmanlarında yaygınlaştırılması ve içselleştirilmesi koşuluyla. Kutsallık, sadece dinlere özgü bir nitelik değildir. Kutsallaştırılmış çok çeşitli inançlar ve ideolojiler de vardır. Sekülerleşme bu tür din dışı inançların ve ideolojilerin kutsallık halelerini de parçalayarak eleştirici aklın ve bilimsel düşüncenin etkilerinin güçlenmesini sağlar. Bu yönüyle de şiddetin körelmesine yol açar. Sekülerleşme, toplumsal özgürlük ve eşitlik koşullarının yaratılmasına hizmet ettiği sürece şiddetin azalmasına ve yok olmasına da hizmet eder. Ancak sekülerleşme şiddet içeriksiz bir toplumsal süreç değildir. Bu nedenle şiddete karşı durmak için, her durumda çok kapsamlı şiddet analizlerine ve eleştirilerine gereksinim vardır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle