26 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 TartışmaEditöre Mektup CBT 1488/25 Eylül 2015 Çağdaşlaşma, Laicizm ve sécularité Timur Karaçay Başkent Üniversitesi tkaracay@baskent.edu.tr Çağdaşlaşma nedir? sorusuna yanıt verebilmek için “çağdaşlaşma” terimini hangi anlamıyla ele aldığımızı ortaya koymak gerekiyor. Çünkü, bu terime farklı anlamlar yüklendiğini görüyoruz. Terimin kökü olan “çağ” terimi “zaman dilimi” anlamını taşır. “Çağdaş” terimi ise, çoğunlukla, şimdi içinde yaşadığımız zamana uygun anlamını taşır. Ama, başka anlamları da vardır. İki kişinin birbirleriyle “çağdaş olması” demek, ikisinin aynı zaman diliminde yaşaması demektir. Örneğin “Mozart (17561791) ile Haydn (17321809) çağdaş iki müzisyendir”, denirse ikisinin aynı çağda yaşadığı anlamı çıkar. Öte yandan “Galileo (15641642) çağdaş bir fizikçi idi” derken kastedilen şey, onun yaşadığı çağın fizik bilimine getirdiği yenilikleri özümsemiş biri olduğudur. Bu yazıda, çağdaşlaşma terimini yukarıda söylenen ilk anlamıyla, yani “şimdiki zamana uyma” anlamıyla ele alacağız. Bu anlamıyla, çağdaş terimi, Latince’de hemen şimdi anlamına gelen “modo” teriminden türetilen “modernius” terimiyle eş anlamlıdır. Batı dillerinde “contemporarian, contemporary, actuel, present” gibi terimlerle de ifade edilir. Osmanlıcada kullanılan asri ve muasır terimleri eşanlamlı olmakla birlikte; asri terimi çoğunlukla aşağılama anlamında, muasır ise yüceltme anlamında kullanılmıştır. Bu terimler günümüz Türkçesine “çağdaş” olarak yerleşmiştir. “Çağdaşlaşma” terimini, batı dillerindeki “civilisation” terimi yerine kullandığımızı söylersek, gereksiz tartışmaların önüne geçebiliriz. Aralarındaki küçük farkı ihmal ederek, “civilisation” yerine “uygarlaşma” terimini koyarsak, belki işimiz biraz daha kolaylaşacaktır. Elbette “civilisation” terimini kullandığımızda, batıda uygarlaşmamış anlamında kullanılan “babarious” karşıt terimini de dikkate almak gerekir. Bu yazının amacı, söz konusu terimleri dilbilim açısından incelemek değildir. O nedenle, başlıktaki konuya dönelim. Konumuz çağdaşlaşma olunca, ona bir ölçüt koymak gerekir. Bir şey, onu ölçebildiğimiz ölçüde bilimseldir. Uygarlaşmayı (çağdaşlaşma), herkesin kendi isteğine göre yorumlamasını önleyip, ona bilimsel bir nitelik kazandırmak istiyorsak, onu ölçüyetartıya vurmalıyız. Bu alanda, sosyologların ortaya koyduğu önemli ölçütler vardır. Onlar bir toplumun çağdaş olup olmadığını anlamak için, • Kentleşme, • Yüksek düzeyli eğitim, • Endüstrileşme, • Mekanik ya da elektronik alet kullanma, • Yüksek düzeyde sosyal hareketlilik gibi alanlara göstergeler koyarlar. Biraz daha ayrıntıya inersek, göstergeleri nelerin üzerine koyduklarını görebiliriz: Tarımda gelişme (alet kullanımı), yazma, teknolojide gelişme, coğrafya ve astronomi bilgisi, uzak coğrafyalarla ticaret yapabilme, işlerin uzmanlık alanlarına bölünmesi ve iş alanlarında uzmanlaşma, standartlaşmış ölçü birimleri, kentleşme, para, taşıma sistemi, hukuk sistemi, kültür, kilimsellik, sanat, mimarlık, matematik, metalurji, politik yapı, vb. Öncelik sırası ve sayıları zamana bağlı olarak değişebilen bu göstergelerden birisinin ya da birkaçının varlığı, o toplumun uygarlaştığını göstermez. Sonuç, toplam kalite kavramıyla değerlendirilir. Örneğin petrol zengini ülkelerin çok gelişkin elektronik ve mekanik aletleri kullanıyor olması, onları uygar bir toplum yapmıyor. UYGARLIĞA YÖN VEREN İKİ ARAÇ: DİN VE KÜLTÜR lik ilkesi din işlerini devlet işlerinden kesin çizgilerle ayırmakla yetinmemiş, dinin devlet işlerine karışmasını önleme görevi de devlete verilmiştir. İslamda 14 yüzyıl süren dindevlet birlikteliğinin bağını çözmenin başka bir yöntemi zaten olamazdı. Bu bağı çözebildiği için, Türkiye, çağdaşlığa giden yola hızla girmiş ve bütün islâm ülkeleri arasında en uygar toplum olabilmiştir. Cumhuriyetin eseri olan laikliğin değerini anlamak için, ona sahip olamayan islâm ülkelerinde halkların nasıl bir baskıcı rejim altında ve yoksulluk içinde yaşadıklarına bakmak yeterlidir. Samuel Huntington’un ünlü “Uygarlıkların Çatışması” tezine göre uygarlığı belirleyen iki etmen vardır: din ve kültür. Geçmiş zamanların hemen hepsinde inanç kurumları ile eğitim kurumları toplumların inançlarını ve kültürlerini yaratmışlar ve sürekli beslemişlerdir. Bugün Budist, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman toplumları arasındaki derin kültür ve yaşam biçimi farklılıklarının ortaya çıkışını başka türlü açıklama olanağı yoktur. Eğitim kurumlarının kurulma ve gelişme süreçlerine baktığımızda, gördüğümüz gerçek şudur: Son 150 yıldan önceki zamanlarda eğitim kurumları inanç kurumlarının çatısı altındadır ve ona hizmet eder. Öyleyse, geçmiş zamanların çoğunda din, eğitimi ve kültürü egemenliği altında tutmuş, dolayısıyla toplumları biçimlendirmiştir. Kilise baskısından kurtulmak için Avrupa’da başlayan başkaldırı “laicism” uygulamasını yaratmıştır. Niyazi Berkes’e göre, tarihi gelişim açısından, Cumhuriyet’in getirdiği “laiklik” kavramı hristiyanlıktaki laicism kavramından farklıdır. Berkes’in tezini şöyle özetleyebiliriz: Laicism, bir Hıristiyan kavramıdır. Avrupa’da devletleri yöneten krallar vardır. Onların karşısında kilise, toplumları inançla yönlendirme ve kralları baskı altına alma gücüne sahiptir. Böylece, toplumların yönetiminde iki farklı güç odağı varlıklarını sürdüregelmişlerdir. Bu güç odaklarının bazen gizli bazen açık çekişmeleri yüzyıllarca sürmüştür. Toplumları uzun süre baskı altına alıp acı çektiren kilise baskısını, yüzyıllar süren savaşlardan sonra engellemeyi başaran Avrupa, çareyi din ile devlet işlerini ayıran bir yönetim biçimini benimsemekte bulmuştur. İslam dünyasına gelince, toplumların yönetiminde hiçbir zaman dindevlet ayrılığı olmamıştır. İslamın ilk yıllarından başlayarak, devlet yönetimi, adına şeriat denilen din kurallarına sıkı ya da gevşek bir bağla bağlıdır. Döneminin en büyük İslam devletini merkez sayarsak, orada halifelik ya doğrudan devlet başkanının uhdesindedir ya da halife onun himayesindedir; yani emrindedir. Dört halife (632661), Emeviler (661750) ve Abbasiler (7501258) dönemlerinde halife devlet başkanıdır. Abbasilerin yıkılmasından sonra hilafet Mısır’da Memluk himayesine girdi. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethedince, halifelik Osmanlılara geçti. Bu devlet yapılarının hiçbirinde dindevlet ayrımı olmamıştır. İslam ülkelerinde, bu yapının dışına çıkabilen ilk (ve tek) ülke Türkiye’dir. Cumhuriyet’in getirdiği laik HIRİSTİYANLIK VE İSLAMLIKTA LAİKLİK Laicism ve secularite kavramları, son zamanlarda Papa’nın bile karıştığı bir çekişme konusu olmayı sürdürmektedir. Çekişmenin nedenini açık seçik ortaya koyabilmek için, kilisenin bu iki terime yüklediği farklı anlamları, kilisenin söylemini kesin hatlarla belirleyerek ortaya koymak çok abartılı olmayacaktır. Papa’ya ve kiliseye göre secularite dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmamasıdır. Başka bir deyişle, din, kilisenin dışına çıkarak kamu alanlarında ve özellikle okullarda faaliyetlerini sürdürmelidir. Devletin buna engel olma görevi yoktur. Laicism’de ise din ile devlet işleri birbirinden ayrıldığı gibi, din işlerini devlet işlerinden ayrı tutmak da devletin görevidir. Devlet bu görevini yerine getirdiği sürece, kilisenin orta çağdaki gibi toplumları yeniden baskı altına alması olanaksızdır. Böyle olması kilisenin işine gelmiyor. O nedenle, laicismi lanetleyen kilise kamu alanlarını tekrar kendisine açabileceği varsayımı ile secularite’ye sımsıkı tutunmaya çalışıyor. Bu tanımlarına baktığımızda, Cumhuriyet’in getirdiği laiklik ilkesi laicism kavramına eştir. Son zamanlarda ülkemizde laiklik ilkesine kuvvetli karşı duruş, kilisenin ve Papa’nın laicisme karşı duruşuna benzerdir. Hıristiyan ve Müslüman ılımlı dincilerin, laicism yerine secularite’yi koyma çabaları başarılı olsa bile, köktendinciliğin önü alınamaz. Siyaset kurumları ne kadar dindar görününürse görünsün, camiye, okula, kışlaya ve giderek kamu alanlarına din işlerini ne denli sokarlarsa soksunlar, İslâmi köktendincilik yapılanları yeterli görmeyecek, egemenliğin kendilerine verilmesini isteyecektir. Yakın ve uzak İslâm tarihi buna tanıktır. LAİCİSM VE SECULARİTE DİNSİYASETSERMAYE ÜÇGENİ 20. yüzyılın sonlarından beri bütün dünyada inanç kurumlarının atağa kalktıklarını görmek zor değildir. Bu atağın gerisindeki gücü ve o gücün amacını doğru anlamalıyız. Tarih boyunca, din, toplumları yönetmenin en iyi aracı olmuştur. İnsanları kendi yoksul kaderlerine razı edip, biat eden toplumlar yaratılmadığı zaman, günümüzdeki sosyoekonomik düzenin, uzun sürmesi beklenemez. Kapitalizmin sürekli artan nüfusa gereksinimi vardır; ama düşünen ve dünya nimetlerinden pay almak isteyen insanların çoğalması, kapitalizmin işine hiç gelmez. Düzeni korumak için, eğitim kurumlarını ve inanç kurumlarını kullanır; gerektiğinde bazen ılımlı dincileri, bazen köktendincileri sahneye çıkarır. Geride bıraktığımız milenyumda, dini ustalıkla kullanan inanç ve siyaset kurumları bireyin, ailenin ve toplumun yaşam biçimine yön ve şekil vermiştir. Din toplumların kültürüne iyice sinmiş, kemikleşmiş bir toplumsal düşünce sistemi ve ona dayalı bir sosyal düzen yaratmıştır. Bunu yaratan iki önemli alet vardır: Eğitim ve kültür.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle