16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Eğitim CBT 1459/6 Mart 2015 Eğitim 9 Daha sonra yapılan araştırmalar en direngen öğrencilerin başarısızlıklarına kafayı takmayıp, yaptıkları yanlışları çözülmesi gerekli sorunlar olarak değerlendirdiklerini ortaya koydu. Dweck şunu gördü: Çaresiz öğrenciler zekânın değişmez bir özellik olduğuna, insanın belli bir zeka düzeyine sahip olduğuna ve bunu değiştirme olanağının bulunmadığına inanıyorlardı. Dweck buna “sabit kafa yapısı” adını verdi. Bu gruba girenler yanlış yaptıklarında özgüvenleri sarsılıyordu, çünkü yanlışlarını değiştirmeleri olanaksız bir yetenek eksikliğine bağlıyorlardı; güçlüklerden kaçınıyorlardı, çünkü zora düştüklerinde yanlış yapma olasılığı artıyor ve akıllı görünme olasılığı azalıyordu. Öte yandan öğrenmeye odaklı olanlar zekânın işlenebileceğine, eğitimle ve çok çaba harcayarak geliştirilebileceğine inanıyorlardı. Bu gruba girenler öğrenmeye öncelik veriyorlar, yanlışların yeteneksizlikten değil, yeterince çaba harcamamaktan kaynaklandığını düşünüyorlardı. Onlar için güçlükler devinime geçirici ve öğrenmeye olanak tanıyan bir unsurdu. Bu yüzden bu türde “gelişmeye odaklı kafa yapısına” sahip olanların akademik açıdan çok daha başarılı olmaları beklenir bir durumdu. Dweck’in bu beklentileri Columbia Üniversitesi ruhbilimcilerinden Lisa Blackwell ile Stanford Üniversitesi’nden Kali H. Trzesniewski tarafından yapılan ve 2007 yılının başlarında yayımlanan bir araştırmayla doğrulandı. ZEKÂ İLE İLGİLİ İKİ FARKLI BAKIŞ Zekânın değişmez olduğu inancı, insanların okulda, işte ve toplumsal ilişkilerinde yanlışlarını kabullenme ve eksiklerini giderme konusunda gönülsüz bir tavır sergilemelerine de neden oluyor. Sabit bir kafa yapısı işyerinde de iletişimi engelleyebilir ve yöneticilerle çalışanların yılgınlığa kapılmalarına, yapıcı eleştiri ve önerileri görmezden gelmelerine neden olabilir. New South Wales Üniversitesi ruhbilimcilerinden Peter Heslin, Southern Methodist Üniversitesi’nden Don VandeWalle ve Toronto Üniversitesi’nden Gary Latham tarafından yapılan bir araştırma sabit bir kafa yapısına sahip olan yöneticilerin, çalışanların görüşlerine gelişmeye odaklı kafa yapısına sahip yöneticiler denli açık olmadıklarını ortaya koyuyor. Kafa yapısı kişisel ilişkilerin nitelik ve sürekliliğini de etkileyebiliyor. Sabit bir kafa yapısına sahip olanlar ilişkilerinde karşılaştıkları sorunları deşme konusunda gelişmeye odaklı bir kafa yapısına sahip olanlara kıyasla daha az istekli oluyorlar. Çocuklara gelişmeye odaklı bir kafa yapısı nasıl kazandırılır? Bunun bir yolu onlara alın teriyle kazanılmış EKSİKLİKLERLE YÜZLEŞMEK başarı öyküleri anlatmaktır. Araştırmalar, söz gelimi matematiğe gönül verip bu konuda olağanüstü beceriler geliştiren büyük matematikçilerle ilgili öykülerin gelişme odaklı bir kafa yapısının oluşmasına katkıda bulunabileceğini gösteriyor. Çoğunluğu olmasa da, kimi anne babalar çocuklarına zekâ ve yetenekleri konusunda övgüler yağdırmanın yararlı olduğunu düşünüyorlar. Oysa, Dweck ve arkadaşlarının çalışmaları bu yaklaşımın hiç de doğru olmadığına işaret ediyor. Araştırmalar zekâ konusunda övgüler yağdırmanın, gösterilen çaba karşısında sırtın sıvazlanmasına kıyasla, çok daha sıklıkla sabit bir kafa yapısına katkıda bulunduğunu ortaya koyuyor. Anababalar ve eğitmenler, çabayı överek gelişmeye odaklı bir kafa yapısını yüreklendirmek dışında, kafayı bir öğrenme düzeneği olarak değerlendiren somut açıklamalarla çocuklara katkıda bulunabilir. Yedinci sınıfta matematik notları düşen 91 öğrenciye sekiz seanslık bir işlik düzenleyen Dweck, Blackwell ve Trzesniewski bu öğrencilerden kırk sekizine yalnızca öğrenim becerileriyle ilgili yönergeler verirlerken, geri kalanına hem öğrenme becerileriyle ilgili hem de gelişmeye odaklı kafa yapısıyla ilgili bilgilerin verildiği bir çalışma uyguladılar. Yarıyıl döneminin sonlarına doğru yalnızca öğrenme becerileri konusunda eğitim verilen öğrencilerin notlarındaki düşme sürerken, gelişmeye odaklı kafa yapısıyla ilgili de eğitim görenlerin notlarındaki düşüşün durduğu ve giderek eski düzeylerine döndüğü görüldü. Eğitmenler, iki farklı türde eğitimden habersiz olmalarına karşın, gelişmeye odaklı kafa yapısı işliğine katılan çocukların %27’sinde çarpıcı gelişmeler meydana geldiğine, buna karşılık denetim grubundakilerin yalnızca %9’unda bu tür bir gelişme sağlandığına tanık oldular. Başka araştırmalar da bu sonuçları doğrulamaktaydı. Şimdi Baruch College’de görevli olan ruhbilimci Catherine Good, New York Üniversitesi’nden Joshua Aronson ve Toronto Üniversitesi’nden Michael Inzlicht tarafından yapılan ve 2003 yılında yayımlanan bir araştırma, gelişmeye odaklı kafa yapısının geliştirilmesiyle, yedinci sınıf öğrencilerinin matematik ve İngilizce derslerindeki başarılarını olumlu yönde etkilediğini ortaya koydu. Aronson, Good ve arakadaşlarının 2002 yılında yaptıkları bir araştırma da benzer bir çalışma sonucunda, üniversite öğrencilerinin de okul ödevlerine daha çok değer vermeye başladıklarını ve verilen ödevleri daha büyük bir ilgiyle yapıp daha yüksek notlar aldıklarını gözler önüne serdi. Eğitim sistemimizde bilim, din ve ahlak Prof. Dr. Üstün Dökmen [email protected] B Dweck’in araştırması çocuğun zekâsına övgüler yağdırmanın onun çok daha kırılgan ve savunmacı bir tavır takınmasına neden olduğunu gösteriyor. “Sen çok iyi bir ressamsın,” türünde değişmez bir özelliğe işaret eden belirli türde övgüler de benzer bir etki yaratıyor. Övgü, doğru sözcüklerle dile getirildiğinde, çok değerli olabilir. Çocuğun bir şeyleri yaparken yararlandığı süreç onun başarıya yol açan edimlere odaklanmasını sağlamak suretiyle motivasyonu ve güveni arttırabilir. Süreçle ilgili bu tür övgüler çaba, taktik, odaklanma, güçlükler karşısında direnme ve güçlüklere meydan okuma gibi unsurların öne çıkarıldığı türde övgüleri içerebilir. Anababalar güçlükler, çaba ve yanlışlar konusunda olumlu görüşlerini dile getirerek de çocuklarına öğrenme sürecinden zevk almalarını öğretebilirler. Rita Urgan, Kaynak: Scientific American Online/ 1 Ocak 2015 EN YÜKSEK NOT ÇABAYA ir eğitim sistemindeki tüm konular, iletiler bir veri ile karşılıklı etkileşim halindedir. Bir ülkedeki eğitim, ana çizgileriyle ya gelişir, çağdaş boyutlara doğru ilerler ya da topyekun geriler. Örneğin Finlandiya eğitim sisteminin beyaz zambakları yüzyılı aşkın süredir sürekli gelişmektedir; bizim gibi eğitim sistemleri gelişmeyen ülkelerin aydınları ise onlara imrenmektedir. Bilim insanının üç temel işlevi var; bunlar bilimsel araştırma yapmak, öğrenci yetiştirmek ve toplumu aydınlatmak. Bu yazının amacı, eğitim sistemimizdeki bazı sıkıntıları ve geriye gidişleri kamuoyunun bilgisine sunmaktır. Sözlerimde hiçbir siyasi amaç aranmamasını diliyorum. Aşağıdaki bilgilerde siyasi renk arayan eğitimcilerin, kendilerini de, eğitim sistemimizi de geliştirmeleri mümkün olmayacaktır. Televizyonlarda ifade edilen her şeyi, örneğin astrolojiyi bilimsel sanmak ne kadar yanlışsa, bilim insanlarının eleştirilerini de siyasi zannetmek o kadar yanlıştır. Eğitim Sistemimizde Bilim: Eğitim sistemimizde, Cumhuriyet’in başlarındaki pozitif bilime önem veren aydınlanmacı tavır, 1950’lerden itibaren yavaş yavaş, son zamanlarda ise hızla ortadan kalktı. Örneğin felsefe dersi, mum ışığı gibi cılız bir kıvama geldi. Oysa en önemli özelliği, ‘’sorgulama’’ olan felsefe, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, sosyoloji, psikoloji gibi dallarının anasıdır. Ülke çapında yapılan giriş sınavlarında, söz konusu bilim dallarıyla ilgili soruların eskisi kadar ağırlık taşımadığı görülüyor. Bir ülkenin geleceğin dünyasında ayakta kalabilmesi için, geçmiş kültür birikiminden ziyade pozitif bilimlere ihtiyacı vardır. Çünkü teknolojiyi, tıbbı cihazları, uçakları, cep telefonlarını ve daha binlerce şeyi pozitif bilim üretir. Aklımızda geçmiş olmalı, ancak gözümüz ileriye bakmalı. Yıllardır şunu sıklıkla duyarız: ‘’Yeni alfabeye geçtik, geçmişle irtibatımız koptu’’ bu görüş doğru mu? DEĞİL; galiba geçmişle irtibatımız zaten yeterince yoktu. Osmanlı sona erdiğinde nüfusun küçük bir bölümü okuma yazma biliyordu. (Misakı Milli sınırları içindeki tüm nüfusun yüzde dördü, kadınların ise binde yedisi okuma yazma biliyordu.) Demek ki toplumun büyük kesimi geçmiş kültürü okuyup irtibat kuracak durumda değildi. Kaldı ki matbaa Osmanlı’ya 277 sene gecikmeyle gelmişti; bu yüzden okuma bilen yüzde dördü oluşturanlar, sadece birkaç kopya olan yazma eserleri okumak isteseler, kendilerine yüzyıllarca sıra gelmeyecekti. Bir ülkenin eğitim sistemini yönetenler, konuyla ilgili bilim insanlarından görüş almalı; eğitim şuraları bunun için yapılır. Fakat ne yazık ki, yeterince planlanmadan iki yıl önce ilköğretime başlama yaşı 5.5 yapıldı; öğretmenlerden birinci sınıflara oyun oynatmaları istendi. Oysa gerek anaokullarında, gerekse ilköğretimde en ufak bir oyunun bile programı önceden yazılmalı; bu oyunun, bilişsel, duyuşsal veya motor açıdan hangi kazanımları hedeflediği önceden belirlenmeli. Elde bu tür programlar olmadan 5.5 yaş uygulamasına başlandığı için, öğretmenler sadece oyun oynatarak küçük çocukları disiplin altında tutamadılar, mecburen bildikleri yola başvurup okuma yazma öğretmeye çalıştılar. Yeni sistem işlemedi; sadece bir yıl sonra eskiye dönüldü, ilköğretime başlama yaşı 6.5’a çıkarıldı. Madem gerekliydi niçin hemen vazgeçildi, madem yanlıştı niçin denendi? Aslında bu durum ülkemizde bir ilk değil. Bir milli eğitim bakanının da isabetle belirttiği gibi, ‘’eğitim sistemimiz bir yazboz tahtasıdır.’’ Gerçekten de eğitim sitemimiz köy Yazının devamı 19. sayfada
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle