Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tartışma CBT 1455/6 Şubat 2015 19 GÜNCEL TIP Mustafa Çetiner dr.m.cetiner@gmail.com Bilimin yönü hep ileriyedir! (E. Öğretmen), baskaya@superposta.com Mümtaz Başkaya “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”. Mustafa Kemal Atatürk B ilim, bilmekten geliyor. Doğru bilginin kaynağıdır ve başta insan yaşamı olmak üzere, tüm canlıların yaşamına yön vermesi için konumlandırılmıştır. TDK sözlüğüne baktığımızda; “Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi.” Biçiminde tanımlandığını görüyoruz. Bilimin çok yönlü ve çeşitli olmasıyla farklı tanımları yapılabilir. O yüzden bilimin taşıdığı evrensel değerleri ve kesinlik gösteren, tartışmasız ve net olan yöntemleri vardır. Bilim, var olanı bilmektir. İnsan, ilk varlığından bu yana doğayı tanıma ve uyumlu yaşama isteği taşımıştır. Bu isteği günümüzde de sürmektedir ve gelecekte de artarak sürecektir. Bilimin temelini, insanın sadece doğayı merak etmesiyle sınırlayamayız. Bilim insanı ‘hadi şu konuyu da merak ettim, şunu bir araştırayım’ demez. Çünkü bilim rastlantısal değildir ve genel bir anlayışla dünyayı tanıma, daha uyumlu ve barışık yaşamak isteyen insanlığın çabasıdır. O yüzden, bilimi ve bilim üreteni toplumundan soyutlayamayız. Konuları da yine bilim çerçeveli ve yine daha iyiye, daha güzele ulaşma çabası taşımalıdır. Kimileri, insanı doğaya egemen olmak ve bu çabasını da bir savaş olarak görebiliyor. Ancak bilimin çabasında doğayla savaş halinde olmak yoktur ve olmaması gerekir. İnsanın bilimi tanımadığı, sonuçlarına varamadığı zamanlarda özellikle doğa olaylarından korktuğu ve çekindiği biliniyor. Bu, bilimselliğe varma yerine, çeşitli dürtüleri ve inançları tetiklemiştir. İlk insan ay tutulmasında davullar çalmış, çeşitli sesler çıkarmıştır. Bu olumsuz davranışlarına vereceğimiz örnekleri çoğaltabiliriz. Sonuçta, bilim temelli olmayan davranışlar geliştirmiştir. Farklı bir algıyla kimi zaman merak etmiştir. Ancak bütün bunlar korkula ra, duygusal tepkilere neden olsa da bilimin temelini oluşturmaz. Durağan değildir ve her zaman hareket halindedir. Konu evreni anlamak ve bilmek olduğu için, evren gibi dipsiz ve bitimsizdir. Ayrıca süreksiz ve sınırsız yenilikler içindedir. Bilimin geriye dönüş yaptığı görülmemiştir. Ancak duraksamalara uğrasa da her zaman bir fırsatını bulduğunda, ileriye doğru ilerler. Bilimsel yolla üretildiği sanılan bilgiler, eğer yanlışsa ayıklanır. Ve yine doğrularıyla yoluna devam eder. Eğer istemeden de olsa, eklenen ve ayıklanması o anda mümkün olmayanın da daha ileriye gidebilmesinin şansı yoktur. Çünkü bu, bilimin değişmez kuralıdır. Bilim ve bilimsel düşünce, kişi ve hatır dinlemez. Kişilerin dediğine ve onların kişisel isteklerine göre yönelmez. Bilimin geçmişten bu güne geliştirdiği doğruları ve yöntemleri vardır. Kişiler istedi diye eğrilip bükülmez, yön değiştirmez. Bilimci kimliğiyle eğilen, el etek öpen olursa da sadece o olumsuzlukları yapanları bağlar. Tüm dünyada kimi bilim insanlarının konumları gereği giydikleri giysilerin önünde düğme, bağ ve benzeri şeyler yoktur. Bunun anlamı, kimsenin önünde eğilmeyeceğidir. Bunu bilmezlikten gelenler ve çıkar beklentisi için karşısındakinin elini öpmeye çalışanlar, o özellikteki kendi giysinin önemini görmezden gelenlerdir. Yerlerde sürünen o kişinin üzerindeki özelliği olan sadece giysisi ve kendisidir. Bu tür olumsuzlukların olduğu ülkelerdeki bu yanlışlıklardan, sadece o kişilerin kendileri sorumlu olacaktır. Çünkü bir evrensel anlayış olarak eğilen, bükülen bilim değildir ve zaten olamaz da. Bizler de sadece bir ortaoyununu seyrediyor gibiyizdir, o kadar… Ancak bilimini satanları, bulunduğu konumlara bol gelenleri ve oturdukları koltuklarda eğreti duranları bizler hiçbir zaman unutmayacağız. Ülkemiz kısa aralar yaşasa da, bilimsel ilerleme şimdilik yavaş da ilerlese bu yoldan ayrılmayacak ve yine o bilim yolunda ilerlemeyi sürdürecek. Bu yolu, ülkemize büyük önderimiz Atatürk çizdi. O’na, bu ülkenin aydın yüzlü insanları olarak sözümüz var. Dışlayıcı, kategorize edici, küçük düşürücü, en çok ben bilirimci beyinler insan egolarını şişirdikçe şişirdi. Üniversitelerde, bilim mekanlarında bile hiyerarşi kurallarının işlediği küçük krallıklar kuruldu. Bu ortamlardaki bilim adamı taklidi yapan kimi akademisyenler yaşamın varlığını kendi içimizde ve tüm yaratıkların içinde derin bir biçimde hissetmek olan sevgiyi unutup kibirli egolarına sarıldılar. Hiyerarşiyi genç insanlara dayatıp bilimi kendi iktidar alanları gibi kullandılar. Bilimin ışığı, büyük burunlu, kibirli yarı politikacı, yarı akademisyen insanların bulunduğu ortamlarda zayıfladı. Özgürlük ve dolayısı ile yaratıcılık böyle ortamlarda yok oldu. Üretken olamayan bilim mekanları, ego bencillik ve iktidar savaşları ile zayıflayıp fiilen yok oldu. Hoşgörü, özgürlük, katıksız, bir merak ve sevgiyle yoğrulmuş bir ortamda bilim en çok büyüyüp serpilebilir. Böyle bir ortamda yetişmiş bilim adamı alçakgönüllü olur; gençleri yüreklendirir; önünü açar; kategorize edip yargılamaz. Tıpkı güneş ışığının seçici olmaması gibi bir insanı seçip diğerlerini dışlamaz. Dışlayıcı sevgi, gerçek sevgi değil; ego sevgisidir. Sevgisiz bilim de özgürleşmeye değil; köleleştirmeye, kontrol etmeye, yok etmeye ve acılara hizmet eder. Sigaranın Dumanlı Tarihi Şöyle bir söz vardır. “Beyazlar Amerika’daki yerlilerin tümünü yok etti ama onların beyazlardan intikamı hâlâ sürüyor”. Gerçekten de tütün insanlığa Amerikan yerlilerinin bir armağanıdır ! Dünya Sağlık Örgütü, Tütün Kullanımı ile Mücadele Türkiye Sorumlusu eski dostum Dr. Toker Ergüder’in söyledikleri bu sözü haklı çıkarıyor. “Dünya Tütün Atlasına göre geçen yıl dünyada sigaraya bağlı 6 milyon kişi yaşamını yitirdi. Bu altı milyon insanın %80’i düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşıyor”. Amerikalı yerlilerin beyazlardan intikamı Rodrigo De Jerez’in tütün ile tanışmasıyla başladı. Jerez, belki de tütün içen ilk beyazdır. Kolomb’un tayfalarından olan bu adamın şeytan tarafından ele geçirildiği, bu nedenle tütün içtiğine inanılmış, hapis cezasına çarptırılmıştır. 1535 yılında yeni kıtaya ulaşan Jacques Cartier isimli tüccar tütün içen yerlileri şöyle tanımlıyordu. “Vücutlarını; ağızları ve burunları sanki birer bacaymış gibi tütene kadar, dumanla dolduruyorlardı, biz de onları taklit ettik, ancak duman biber gibi acıydı ve ağzımızı yaktı” Jean Nicot, Fransa’da tütün kullanımını yaygınlaştıran kişidir ve “nikotin” sözcüğünün isim babasıdır. Aynı işi İngiltere’de bir aristokrat olan maceraperest şair Sir Walter Raleigh yapmıştır. O yıllarda tütün içmek soylu bir işti. Hatta tütün içicileri üzerlerine tütünün kokusu sinmesin diye “smoking jacket” ismi verilen giysiler giyerlerdi. Erkekler, önemli konuların tartışıldığı sigara salonlarına bu şık elbiseler ile giderdi. Sözünü ettiğim elbise daha sonra tüm seçkin davetlerde giyilen bir giysiye dönüştü ancak ismi aynı kaldı; Smokin... Amerika’da tütün üretimini bir endüstriye çeviren John Carew Rolfe’dur. Bu adam Virginia’da rahatsız edilmeden rahat ekim yapabilmek için yöredeki bir Kızılderili reisinin kızıyla evlendi; Kızın ismi Pocahontas’dı. Yani Disney yapımın bize sunduğu çizgi karakter “Pocahontas”, hiç de sanıldığı gibi masum bir kahraman değildir. Virginia’da ilk ticari tütün ekiminin yapıldığı 1612 yılını izleyen 10 yıl içinde tütün eyaletin en önemli ihraç maddesi haline geldi. Tütün ekimi için köle iş gücü kullanılmaya başlandı. İlk sigara yapan makine 1881 yılında John Bonsack tarafından geliştirilmiş ve bu makine sayesinde günde 120.000 sigara üretilebilmesi mümkün olmuştur. Bir makina 48 işçinin yaptığı işi tek başına yapabiliyordu. Güvenli kibritin de keşfiyle sigara fiyatları 19. yüzyıl başında hızla düştü. Sadece 1895 yılında Kanada’da satılan sigara sayısı 66 milyona ulaştı. İlk sigara yasaklarından biri Rus Çarı Aleksis tarafından konulmuştur. Ceza suçun tekrarlanması halinde artıyordu. Kırbaçlama, burun kesme ve Sibirya’ya sürgün. IV. Murad’da sigara yasakçıları arasında ünlüdür. Sultan, 1631 büyük İstanbul yangınını tütün içen sarhoş yeniçerilerin çıkardığına inanıyordu. Bu yasakçıların en naifi Fransa Kralı XIII. Louis idi. Louis tütün içebilmek için hekim reçetesi zorunluluğu koydu. Ama ne gam, hekimler zaten baştan beri tütünsever idiler. Bakın bir hekim tavsiyesi, yıl 1690. “Hamile kadınlar eğer karınlarında taşıdıkları bebeklerini besleyemiyorlarsa sigara içmeliler. Eğer mide tam çalışmıyorsa tütün midenin çalışmasını uyarır, bebeği besler” Tütünün en popüler olduğu yıllar Dünya Savaşı yıllarıydı. Sigara üreticileri bu süreçte çok büyük karlar elde ettiler. Şu slogan ikinci dünya savaşının bilinen bir sloganıydı. “We need tobacco as much as bullets” yani “kurşuna gereksinimimiz olduğu kadar tütüne de var”. 1943 yılına gelindiğinde dünya yetişkin nüfusunun %6080’i sigara içiyordu. İlginçtir, sigaraya karşı ilk tavır alanlar Naziler idi. Sigaranın kanser yaptığı iddiasını araştıran ilk epidemiyolojik çalışma, Führer’in kendi banka hesabından karşılanmıştır. Sevgi ile yoğurulmamış bilim Prof. Dr. Yelda Özsunar Dayanır B ilim, insan aklının yaşamı kolaylaştırma çabası; doğaya ve keşfetmeye yönelmiş çocuksu bir merak ile başladı. Evrile evrile büyüdü. Dogmaların, korkuların karşısına dikildi. Özgürlüklere yeniliklere yol açtı. İnsanlık diktatörlere, krallara değil; Tesla veya Einstein gibi kaşiflere hayranlık duymaya başladı. Politikacıların insanı kontrol etme yöntemleri bundan sonra değişmeye başladı. Bilimin adı tabulaşmaya; para kazanmak, insanlığı kontrol etmek, zaman zaman köleleştirmeye hizmet etmeye bile yöneldi. Bilim markalaştı. Tıpkı süpermarketlerin mahalle bakkallarını yutması gibi; amatörce, keşfetmeye çalışan meraklı beyinler şirketlerce, bilim tekellerince yutulmaya başlandı. Ticarileşmiş bilimsel kongrelerin birçoğunda içinde sadece kuru bilgi barındıran; insanın duygu, merak ve yaşamı kolaylaştırma çabasına hizmet etmeyen, yaratıcılıktan uzak, akademik yükselmeler veya ego savaşlarının ürünü; ne işe yaradığı belli olmayan yığınlarca bilgi ortaya sunuldu. Gülümsemeyi, bilimi sevdirmeyi, insan sevgisini unutmuş kibirli akademisyenler ortalıkta dolaşmaya başladı.