24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

BİLİM ADAMLARI GELECEĞİ KURGULADI: Sürdürülebilir bir dünyada insanlar ancak doğanın tanıdığı sınırlar içinde yaşayabilir; denizleri, karaları, atmosferi ve biyosferi sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere aktarmak zorundadır. Ancak ana akım ekonomistler bunu sağlayacak politikaların devreye girmesiyle ekonomik büyümenin engelleneceğini, işsizliğin ve yoksulluğun artacağını ileri sürüyor. Oysa yeni yapılan sürdürülebilir bir gelecek kurgusunda milli gelir artarken, işsizlik, yoksulluk ve sera gazı emisyonları düşebiliyor. Dünya herkes için aynı yer değil. Bakış açınıza bağlı olarak bugün dünyada işler ya hiç yürümüyordur, ya da olağanüstü iyi gidiyordur. Hâlihazırdaki ekonomik sistem, gelişmiş ülkelerdeki pek çok insana biriki yüzyıl önce kralların bile hayal edemeyeceği kadar yüksek bir hayat standardı sunuyor. Ne var ki bu düzeydeki refahın sürdürülmesi doğaya giderilmeyecek kadar büyük zararlar veriyor. Günümüzde tüketime dayalı ekonomik sistem ve sürdürülebilirlik birbiriyle uyumsuz iki kavram. Bunun nedenleri şöyle özetlenebilir: Atmosfere salınan aşırı karbondioksit hava sıcaklığını arttırıyor, denizlerin asit düzeyini yükseltiyor. Kentleşmeye bağlı olarak bitki örtüsü her geçen gün azalıyor; ormanlar yok edilirken, çölleşme hızla artıyor. Aşırı avlanma nedeniyle denizlerdeki balık miktarı ve türü azalıyor. Canlıların yaşam alanlarının yok edilmesi sonucu biyoçeşitlilik azalıyor. Öyle ki bir görüşe göre Altıncı Kitlesel Yok Oluş kapımıza dayanmış durumda. Eğen bu gidişat engellenmez ise çok yakında olağanüstü tehlikelerle karşılaşmamız çok büyük bir olasılık... lerinde yaşayanların düzeyine inecek. Bir diğer görüşe göre insanlar sürdürülebilirliğe ve bolluğa aynı anda sahip olabilirler. Bunun için gerekenler yenilenebilir enerji, ihtiyaç sınırlarını aşmayan tüketim, geri dönüşüm ve kazanım, akıllı tasarımdır. Ancak bugün böyle bir dünyanın neye benzeyeceği konusunda kimse net bir şey söyleyemiyor. New York’taki Vahşi Yaşam Koruma Derneği’nden çevre uzmanı Eric Sanderson, Terra Nova : the new world after oil, cars and suburbs isimli kitabında ABD’de böyle bir düzenin kurulması durumunda, yaşamın neye benzeyeceğini hayal ediyor. Sanderson’a göre ekonomi, yenilenebilir enerji, ulaşım ve kentsel çevre gibi ana başlıkları altında devreye sokulacak hızlı bir dönüşüme yol açabilir. Sanderson, 2028’de görmeyi hayal ettiği ülkeyi şöyle resmediyor: Kalabalık kentlerde insanlar gidecekleri yere yaya ya da bisiklet ile gidecek. Uzak mesafeler için toplu taşıma araçlarından veya dolmuş sistemiyle çalışan elektrikli araçlardan yararlanılacak. Kıtanın bir ucundan diğerine uçakla değil, yüksekhızlı trenlerle gidilecek. Atmosfere zehirli gazlar yayan banliyölerin bulunduğu kırsal alanlar ağaçlandırılacak; göllerin ve akarsuların yakınlarına konut yapılmayacak. Milyonlarca insan banliyöleri terk ederek, kendi kendine yetebilen ve sürdürülebilir sistemlere sahip, kalabalık yeni kasabalara göç edecek. Bu kasabaların bazıları tek başlarına, bazıları ise kentlerin içinde yaşayacak. Göz alabildiğine uzanan geniş tarlalara mısır, soya, buğday gibi tek bir ana ürün ekilmeyecek. Küçük tarlalarda yerel tüketime yetebilecek miktarda, çeşit içeren ürünler yetiştirilecek. Suni gübre ve böcek öldürücüler kullanılmayacak. Enerji kullanımında köklü değişikliklere gidilecek. Rüzgâr türbinleri ve güneş panellerinden oluşan tarlalar ve jeotermal tesisler akıllı şebekeleri besleyecek. Kapalı ve rüzgârsız havalarda enerji sıkıntısı yaşanmaması için alçak rezervuarlardan yüksek rezervuarlara su pompalayarak elde edilen enerji, türbinler üzerinden dağıtıma girecek. Sanderson’un 2028 yılı için öngördüğü bu tablo bazılarına hayal ürünü gibi görünebilir. Ancak bunun kesinlikle bir ütopya olmadığı bugünkü gidişata bakıldığında anlaşılıyor. Dünya genelinde yenilenebilir enerji –rüzgâr, güneş, jeotermal ve hidro giderek yayılıyor. Elektrikli araçlar benzinli araçlarla yarışıyor. Konutlar, kamu binaları ve pek çok endüstriyel işletme enerji tasarrufu açısından çok daha verimli teknolojilere sahip. Mutlu bir yaşam için dünya nasıl olmalı? Ne kadar zor olursa olsun, sürdürülebilirliğe geçişin en kolay kısmı teknolojik dönüşüm. Zor kısmı –ve gerçekten en zor kısmı ekonomistleri, politikacıları ve sıradan insanları yaşam şeklinde köklü bir değişime ikna etmek. dönüşüme kazandırılması ve çatı izolasyonları gibi… Bu değişikliklerin en önemlisi Batıda insanların daha az sayıda çocuk sahibi olması. Bugün ortalama olarak bir kadına 2.43 çocuk düşüyor. 40 yıl önce bu rakam bunun iki katıydı. Sahra altı ülkeleri başta olmak üzere bazı bölgelerde doğum kontrolüne erişim yetersiz olduğu için nüfus artışı daha yüksek. Fakat 20. yüzyılda dörde katlanan insan nüfusu bugün 7 milyar. Sabitleninceye kadar en fazla % 50 büyüyeceği tahmin ediliyor. Dolayısıyla gelecek planları yapılırken sürdürülebilirliği sürekli artan bir nüfusa göre değil, sabitlenen bir nüfusa göre ele almak gerekiyor. Nüfus, denklemin yalnızca bir bileşeni. The Population Bomb isimli kitabın yazarı Paul Ehrlich, esas kaygılanmamız gerekenin insanların kullandığı eşya sayısı ve bunları üretmek için kullanılan doğal kaynaklar olduğunu söylüyor. Gelişmiş ülkelerde kullanılan eşya miktarında doruk noktasına ulaşıldığını gösteren bulgular mevcut. İnsanlar artık daha zengin ve kullanılan kaynaklar sabit bir düzeye erişmiş durumda. Konutlar ve fabrikalar enerjiyi ve suyu daha verimli kullanıyor; yeni teknolojiler daha küçük ve hafif. Böylece bunları üretmek için daha az malzeme gerekiyor. Pek çok açıdan gelişmiş ülkeler kaynakları daha dikkatli tüketiyor. Bir diğer önemli konu da israf. Dünya, bugün en az 10 milyar insanı doyuracak kadar yiyecek üretiyor ama bunun % 40’ı israf ediliyor. Gelişmiş ülkelerde yiyecekler depolarda çürüyor veya haşereler tarafından yeniliyor. Bir kısmı da yenmeden çöpe atılıyor. Yiyecek azlığı sorunu aslında üretimle değil, dağıtım ve alım gücü ile ilgili. Endüstriyel tarımdan, daha küçük, yerel ve sürdürülebilir alternatiflere geçiş aç insanları doyurabilir. DÜNYADA YENİLİKÇİ 5 GENÇ ÜNİVERSİTEDEN BİRİ KOÇ İngiltere’nin yükseköğretim ile ilgili haber haftalık haber dergisi Times Higher Education’ın 17 Temmuz tarihli sayısı, köklü üniversitelerin geleneksel düşünce tarzını taklit etmek yerine, kendi politikalarını belirleme başarısını gösteren 50 yaşından genç beş üniversiteyi ele alıyor. İlk sırada yer alan Koç Üniversitesi’ni, Kore İleri Bilim ve Teknoloji Enstitüsü, Hollanda’daki Maastrich Üniversitesi, Singapur’daki Nanyang Teknoloji Üniversitesi ve Hong Kong Politeknik Üniversitesi izliyor. Chris Parr imzası ile yayımlanan makale, Amerikalı yazar Mark Twain’in Tom Sawyer’in Maceraları isimli kitabındaki şu görüşü ile başlıyor: “Köklü bir geleneğin ne kadar az dayanağı varsa, o gelenekten kurtulmak o kadar zordur.” GELENEKLER İNOVASYONLARIN ÖNÜNÜ KESİYOR Bu görüşten hareketle dünyanın en köklü üniversitelerinde bugün uygulanmakta olan geleneksel politikaların artık geçerliliğini yitirmekte olduğu ve güncellenmesi gerektiği belirtiliyor. Örneğin akademisyenleri uzun vadeli kontratlarla üniversitelere bağlamak yerine, birkaç yılda bir performans değerlendirmelerine bakarak, kendilerini yenilemeleri için fırsat tanımak daha akıllıca bir uygulama olabilir. Aynı şekilde lisans öğrenci sayısını arttırmak yerine sayılarını azaltarak, kabul edilmiş öğrencilerine daha fazla olanak sağlanabilir. Eski üniversiteler geleneklerini değiştirememelerinin altında yatan gerekçelere dayanarak kendilerini savunabilirler. Örneğin daha fazla sayıda öğrenci kabul ederek mali açıdan ellerini rahatlatmak gibi... Eski politikaların uygulanması, potansiyel inovasyonların, yeni fikirlerin, yeni düşüncelerin doğmasına engel oluşturabiliyor. Ancak cesur bir yönetici bu kalıplaşmış yöntemleri terk etme başarısını gösterebiliyor. KOÇ ÜNİVERSİTESİ NİÇİN BAŞARILI? Köklü üniversitelerin izinden gitmeyi tercih eden genç kurumların yanı sıra çok sayıda yeni üniversite radikal çıkışlarla, kaliteli bir öğretim ve araştırma zemini oluşturabilir. Times Higher Education, 2014’de 50 Yaşının Altındaki 100 Kurum başlıklı çalışmasında yükseköğretime katkılarıyla göz dolduran 100 kurumu listeledi. Koç Üniversitesi bu listenin 41.sırasında yer alıyor. Son iki yıl içinde üniversitesinin ARGE bütçesini dört katına çıkartmayı başaran Rektör Prof. Dr. Ümran İnan, Oscar Wilde’ın şu özdeyişinden hareketle, yapısal yeniliklere geniş yer verdiklerini söylüyor: “Tutarlılık, hayal gücü olmayanların son sığınağıdır.” İnan’a göre, üniversitelerinin geleneksel üniversitelerden en önemli farkı, bölümler arasındaki duvarların yıkılmış olması. İnan ve Koç Yönetim Kurulu tarafından atanan bölüm başkanları, bölümlerini kendi uygun buldukları şekilde yönetmekte özgür bırakılıyor. Akademisyenlerin sunduğu eğitim kalitesi de her 5 yılda bir değerlendiriliyor. Ayrıca hiç kimseye kürsü verilmiyor. Bu yaklaşımın, Koç Üniversitesi’nin başarısında rolü büyük. Öğretim görevlilerinin % 90’ı Kuzey Amerika ve Avrupa’nın önde gelen üniversitelerinden doktoralı. İnan yönetim şekillerini şöyle özetliyor: “Kurumları geri bırakan bir başka bir yerleşik görüş de şu: Sınırlar kaldırılıp, özgürlük tanındığı zaman, uygunsuz şeyler olur ve insanlar bu durumu suiistimal eder. Ben bunu birkaç kötü insan için çoğunluğu cezalandırmakla eşdeğer görüyorum. Dolayısıyla bu birkaç kötüye rağmen, çoğunluğu özgür bırakmalıyız.” http://bit.ly/1ntTAXW EŞYA MERAKI VE İSRAF SÜREKLİ BÜYÜME ŞART DEĞİL YEŞİL VİZYON Pek çok ekonomiste göre sürekli büyüme bir gereklilik. Yavaş büyüyen ekonomi veya sabit durum ekonomisi bunlara göre tam bir felaket anlamına geliyor. Teşhis koyarken yalnızca hastanın elektrokardiyogramını temel alan doktorlar gibi, ekonomistler de ekonominin resesyon veya depresyonda olup olmadığını yalnızca gayri safi milli hasılaya (GSMH) bakarak anlarlar. Pek çokları sürekli büyümenin istihdam yaratmak ve yoksulluğu azaltmak için tek yol olduğuna inanır. Ne var ki bu görüş herkes için doğru değil. Toronto’daki York Üniversitesi’nden ekolojik ekonomist Peter Victor, 2005’ten 2035’e üç senaryo altında Kanada ekonomisinin gidişatı ile tahminlerde bulundu. İlk senaryoda iş yaşamının aynen devam ettiği, ikinci koşulda sıfır büyüme politikalarının yürütüldüğü ve son senaryoda sürdürülebilirlik politikalarının ağırlık kazandığı modeller oluşturuldu. İş yaşamının aynen devam ettiği koşullarda önemli bir sürprizle karşılaşılmadı. Ekonomi büyüdü, ancak sera gazı emisyonları da büyüdü. Ekonomiye fren yapıldığında ise korkulan oldu; GSMH düştü, işsizlik ve yoksulluk doruğa çıktı. Üçüncü senaryo, karbon vergilerinin uygulamaya konduğu, yoksulluğu bitirme önlemlerinin devreye girdiği, çalışma saatlerinin azaldığı bir sistemi öngörüyordu. Ve sonuçta ana akım ekonomistlerinin hayal bile edemedikleri bir tablo ile karşılaşıldı. Kişi başına GSMH artarak bugünkü düzeyin % 150’si civarında sabitlendi; işsizlik, yoksulluk ve sera gazı emisyonları düştü. Victor bu sonuçları şöyle yorumladı: “İnsanların ekonomik büyüme yerine ekonomik istikrarın hüküm sürdüğü bir toplumda, refah içinde yaşaması mümkündür. Böyle bir toplumda herkes hakkını alır ve sosyal adalet sağlanır.” artış eşiğinin altında tutabiliyor. Daha da önemlisi bu önlemlerin alınması ekonomik büyümeyi yalnızca maksimum % 0.14 oranında azaltıyor. Bunun bir yazım hatası olduğunu düşünmeyin. Evet bu etki % 1’in çok çok altında bir oran. Bu da şu anlama geliyor. Sürdürülebilir bir dünya ekonomik olarak mümkün. Amerikalı ekonomist Hunter Lovins bu sonucu söyle yorumluyor: “Olü bir gezegende iş de yapamazsınız.” Bütün bu sonuçlara karşın günümüz koşullarından öngörülen koşullara nasıl geçeceğimiz raporda yazmıyor. Oysa bu konuda bir öneri bolluğundan söz edebiliriz. Ekologlar, ekonomistler ve politikacılar sürdürülebilirliği besleyen çok sayıda girişim öneriyor. Bunların başında uluslararası antlaşmalar, yasalar, düzenlemeler, vergiler, teşvikler ve yeni teknolojiler geliyor. Bazıları daha radikal; bankacılık, finansal kurumlar, şirketler, toprak mülkiyeti ve ülke yönetimleri için yapısal değişiklikler öneriyor. Şimdiden bazı şirketler, üniversiteler, Vancouver gibi kentler, İzlanda ve Butan gibi küçük ülkeler bu önerileri uygulamaya sokmuş bile. GEÇİŞ NASIL OLACAK? Peki bu gidişat nasıl engellenir? Yanıt aslında çok basit: Doğanın insanlara tanıdığı sınırlar dahilinde yaşamak; denizleri, karaları, atmosferi ve biyosferi bulduğumuz gibi sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere aktarmak... Sürdürülebilir bir geleceğin önemli, hatta acil bir hedef olduğunu kabullenirsek, gelişmiş ülke insanları kaçınılmaz olarak yepyeni bir düzen ile karşı karşıya kalacak. Bu yeni düzen yavan, heyecansız, asgari yaşam standartlarında mı olacak? Yoksa eski canlığını, zenginliğini ve heyecanını sürdürebilecek mi? Her şey bir yana, bu hedefe nasıl ulaşacağız? Bunun olası yanıtları birden fazla. Kaliforniya’daki Karbon Sonrası Enstitüsü’nden Richard Heinberg, dünya genelinde yüksek tüketime dayalı yaşam tarzını benimsemiş 2 milyar insanın sürdürülebilirliğe öncelik verilmiş bir sisteme gönüllü olarak geçiş yapmayacağını söylüyor. Heinberg’e göre en iyi şartlarda, dünyanın en zengin ülkelerinde yaşayanlar, bugünün en yoksul ülke ALTERNATİF NE? ÖNLEMLER BÜYÜMEYİ ENGELLEMİYOR Küresel bazda Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli geçen Nisan ayında bugüne dek yapılmış en iyi iklim modelinin özetini dünya kamuoyuna duyurdu. Rapora göre iklim değişikliğini azaltacak politikaların erken evrede devreye sokulması, küresel ısınmayı kritik 2 derece Çözümler doğal olarak herkes için uygun olmayabilir. Sürdürülebilir bir Londra ile sürdürülebilir bir Amazonya mümkün, ama ikisi de farklı bir sisteme sahip olacak. Ünlü çevreci Bill McKibben bu durumu şöyle özetliyor: “Yenilenebilir bir dünya elimizin altındakilerle yetinebilmektir.” Dolayısıyla sürdürülebilir bir yaşam geriye gitmek demek değildir. Ancak bazı şeylerin değişeceğini öngörmek gerekiyor. Örneğin daha az et yemek, uçak yerine hızlı trenleri tercih etmek gibi. Bu süreçte hükümetlerin elindeki en önemli araç vergilerdir. Küresel karbon vergisinden ve mali işlemler vergisinden elde edilen kaynakların ekosistemin onarımında, kamu sağlığında, eğitimde ve sürdürülebilirliği sağlayan diğer kritik adımlarda kullanılabileceğine dikkat çeken Porritt, “Sürdürülebilirliğin sürdürülmesinde en güçlü araç vergilerdir. Dönüşümü sağlayacak en temel unsur vergilerdir” diyor. VERGİ TEMEL ENSTRUMAN DAHA SAĞLIKLI DAHA MUTLU BİR DÜNYA CBT 1427/10/ 25 Temmuz 2014 TEKNOLOJİK KISMI EN KOLAY SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ZORUNLULUK HALİNE GELECEK İngiliz çevreci ve yazar Jonathon Porritt, en büyük değişikliklerin seller, kuraklıklar, açlık ve diğer krizlerin tetiklediği kitlesel hareketlere tepki olarak ortaya çıkacağını öne sürüyor. “Sistem aniden bir şoka maruz kalır, her şey anında değişmek zorunda kalır” diyor. Oysa bazı değişiklikler fark ettirmeden oluşur. Örneğin evsel atıkların geri Derleyen: Reyhan Oksay Kaynak: New Scientist, 5 Temmuz 2014 http://bit.ly/1qa5fKr http://bit.ly/1rvIC5Z CBT 1427/11 / 25 Temmuz 2014 Bütün bunlar sürdürülebilir bir dünya vizyonunu oluşturuyor. Bu dünya, sürekli büyümeyi gerekli sanan bilim insanlarının öngörüsünden çok farklı. Bazıları için bu dünya daha yavaş daha yalın olabilir. Ancak gelecek nesiller için daha sağlıklı, daha mutlu ve daha barışçıl bir dünya olacağı da bir gerçek. ÜNİVERSİTE YÖNETİMİ SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle