Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAĞLIKTEDAVİ FLORENCE NIGHTINGALE’İN SELİMİYE DENEYİMİNDEN ÇIKARILAN DERS Antibiyotik krizine çare: Açık hava ve güneş ışığı Son günlerde giderek daha fazla sayıda mikrop antibiyotiklere karşı direnç kazanıyor. Enfeksiyon tedavisinde yeni silahların geliştirilmesi için kolları sıvayan bilim insanları antibiyotiklerin keşfinden önce varolan enfeksiyon kontrol yöntemlerini araştırıyor. Bu yöntemlerin içinde en yaygın olanı Florence Nightingale’in Selimiye Kışlası’nda kaldığı dönemde öncülüğünü yaptığı Nightingale Koğuşları. Hastaların olabildiğince temiz hava ve güneş ışığı alabilmesini sağlayan bu hastane tasarımı ne yazık ki artık dikkate alınmıyor. tümüyle yok olacağı yolundaki umutlar da sona erdi. Son 30 yıldır hemen hemen her yıl yeni bir enfeksiyon hastalığı baş gösteriyor; geçen yıllarda SARS ve kuş gribi gibi tehlikeli hastalıklar dünyada korku ve paniğe yol açmıştı. Nükleer füzyon reaksiyon çalışmalarında umut verici gelişmeler ABD’li bilim insanları dünyada ilk kez güneşin tam kalbindeki koşulları yeniden yaratmayı amaçlayan bir deneyde büyük başarı kazandı. Bu da nükleer füzyon reaktörünün yolunu açacak bir gelişme. Bu da sınırsız temiz enerji anlamına geliyor. Bilim insanları, son bir deneyde füzyon reaksiyonunda, nükleer yakıta koyduklarından daha fazla enerji üretebildiler. Bu, kontrollü füzyon reaksiyonunu gerçekleştirme yolunda küçük ancak çok kritik bir gelişme. Nihai hedef, deneyde harcanandan daha fazla enerji üretmek. Bu hedef daha çok uzak olmakla birlikte, onlarca yıllık olumsuz sonuçlardan sonra bu küçük başarı bile umutların yeniden yeşermesine yol açtı. Füzyon enerjisi güç kaynağı olarak radikal bir alternatif oluşturma potansiyeline sahip; operasyon sırasında sıfır karbon emisyonu ve minimal atık çıkıyor. Bugüne dek laboratuvarda füzyon oluşturma çalışmalarında sürekli olarak büyük güçlüklerle karşılaşıldı. Bugün varolan nükleer reaktörler atomları daha hafif parçacıklara bölerek enerji üretirken, füzyon reaktörleri hafif radyoaktif atomik çekirdekleri birleştirerek daha ağır atom çekirdeklerini meydana getirecek. Füzyon reaksiyonunda ortaya çıkan sıcaklık, örneğin, Güneş’teki reaksiyonlar gibi çok yüksek derecelere çıkıyor. Kaliforniya’daki Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’daki Ulusal Ateşleme Tesisi’ndeki (National Ignition FacilityNIF) bilim insanları 192 güçlü lazer yardımıyla çok küçük miktardaki yakıtı o kadar güçlü ve hızlı bir şekilde parçaladılar ki, yakıt güneşten daha sıcak hale geldi. Bu süreç göründüğü kadar basit değil. Lazerler, 2 mm genişliğinde küre şeklindeki bir topağı tutan altından yapılmış bir kapsülü hedef alıyor. Yakıt, bu plastik topağın içinde, insan saç telinden daha ince bir tabaka ile kaplıdır. Lazer ışığı, altın kapsülün içine girdiği zaman altın kabın duvarları xışınlarını geri yansıtır; bu da topağı ısıtır; topak olağanüstü bir şiddetle patlar. Tritiyum ve döteryum adı verilen hidrojen izotopları karışımından oluşan yakıt, bu olağanüstü koşullar altında kısmen birleşir. Lazerler hedefte yaklaşık iki megajül enerji açığa çıkarttılar. Bu kabaca iki standart dinamit lokumuna eşittir. Ancak bunun çok küçük bir miktarı yakıta ulaşmayı başardı. Nature’da yayımlanan makalede bilim insanları yakıtın en iyi ihtimalle 17 kilojül enerji açığa çıkarttığını belirttiler. NIF ekibinin elde ettiği bu sonuçlar bilim insanlarının bir füzyon reaktörünün nasıl inşa edileceğini öğrenmelerine yardımcı olacak. Bu deneyler bugün yasaklanmış olan nükleer deneylerin yerine kullanılacak bilgisayar modellerinin doğrulanmasının yolunu açacak. Raporu yazanların lideri Ömer Hurricane, bu son çalışmanın kendilerine ne gibi yararlar sağladığı sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Bu verilerin ışığı altında küresel topakları daha kontrollü patlatmamız gerektiğini öğrendik. Daha önceki deneylerde topaklar ezilip, deforme oluyordu. Bu da sürecin etkisini azaltıyordu. Yakıtın daha yumuşak bir şekilde ezilmesi, helyum çekirdeklerinin enerjilerini yine yakıta boca etmesine ve yakıtın biraz daha ısınmasına yol açar. Böylece yeni füzyonların oluşumu tetiklenmiş olur. Nihai olarak bu reaksiyonları dizginleyerek, DT yakıtına koyduğumuzdan daha fazla enerji alırız.” Kontrollü füzyon hâlâ uzak bir hayal olmaya devam ediyor. Hurricane, bunun NIF laboratuvarlarında gerçekleştirilebileceğini söylemek için çok erken olduğunu söylüyor. Sürecin kendi kendine devam etmesini sağlamak için araştırmacıların füzyon reaksiyonlarından yüz kat daha fazla enerji almaları gerekiyor. Kaynak: http://www.scientificamerican.com/article/highpoweredlasersdeliverfusionenergybreakthrough/ http://www.theguardian.com/science/2014/feb/12/nuclearfusionbreakthroughgreenenergysource 19 . yüzyılın ortalarında Kırım Savaşı’nda yaralanan İngiliz askerlerinin pek çoğu, hijyenden nasibini almamış, geçici sahra hastanesine dönüştürülmüş Selimiye Kışlası’nda enfeksiyondan yaşamlarını yitiriyordu. Modern hemşireliğin öncülerinden Florence Nightingale, geliştirdiği birtakım tedavi yöntemleriyle hastane ölümlerinin büyük ölçüde önünü almayı başardı. Yaptığı şey kışlanın geniş pencerelerini ardına kadar açıp, hastaların temiz hava ve güneş ışığından olabildiğince yararlanmalarını sağlamaktan ibaretti. Ülkesine dönünce savaş alanında öğrendiklerini İngiliz hastanelerinde de uygulamaya başladı. Nightingale bu konuya anılarında şöyle değiniyordu. “Hastaların yattığı odaları sık sık havalandırmak çok önemliydi. Böylece akciğerleri ve ciltleri hastalık yapan mikroplardan kurtulma şansına kavuşuyordu.” Zamanla hastane içinde kullanılmak üzere UV lambaları üretildi, ancak deri kanseri ve katarakt tehlikesini arttırdığı için kısa süre sonra bu uygulamaya son verildi. Bu lambalar bugün genellikle ameliyat aletlerinin sterilizasyonunda kullanılıyor. Alexander Fleming’in tatil için bir süre laboratuvarından uzakta kaldığı sırada laboratuvar kabında gelişen küfü keşfetmesinden sonra (1928) her şey değişti. Mucizevi bir madde olan penisilin ve diğer antibiyotiklerin gücü ile karşılaştırıldığında, güneş ışığı ve temiz havanın popülaritesi sona erdi. 1960’lı yıllarda çok sayıda doktor, enfeksiyon hastalıklarının kısa süre içinde ortadan kalkacağından emindi. İngiltere’deki Hairmyres Hastanesi’nden mikrobiyolog LABORATUVAR KABINDA MEYDANA GELEN MUCİZE Stephanie Dancer bu iyimser bakışın nedenlerini şöyle açıklıyor. “Neredeyse her gün yeni bir antibiyotik piyasaya çıkartılıyordu. Böyle bir ortamda kimsenin aklına açık havanın nimetlerinden faydalanmak gelmiyordu. Çünkü bir hastada enfeksiyon tespit edilince antibiyotik tedavisine başlanıyor ve hasta iyileşiyordu.” Nightingale’in bu temiz hava tutkusu, hastane mimarisinde yeni bir akımın doğmasına yol açtı. Selimiye Kışlası örneğinde olduğu gibi ışıklı, havadar hastane tasarımlarına Nightingale Koğuşu adı verildi. Bu tasarımların en önemli özellikleri uzun, dar odalar, tavana kadar uzanan inerkalkar çerçeveli pencerelerdi. Böylece temiz hava odanın her noktasına ulaşabiliyordu. Bu tür bir düzen, havada asılı duran patojenleri kapı dışarı ettiği gibi, aktif bir şekilde öldürebiliyordu da. Nightingale koğuşlarının bir önemli özelliği daha vardı. Bu odaların uzun kenarları güneye baktığı için bol miktarda güneş ışığının da içeri girmesine izin veriyordu. Kısa süre sonra güneş ışığının yararları konusunda doktorlar da ikna olmuşa benziyordu. Özellikle tüberküloz (TB) hastaları için temiz havanın yaşamsal önem taşıdığı ortaya çıktı. O dönemlerde kalabalık kentlerde meydana gelen her beş ölümden birinin nedeni tüberkülozdu. NIGHTINGALE KOĞUŞLARI SAHRA HASTANESİ OLARAK SELİMİYE KIŞLASI Selimiye Kışlası Kırım Savaşı (18541856) sırasında İngiliz askerlerine tahsis edildi. Askerler cepheye sevk edildiğinde kışla geçici olarak askeri hastaneye dönüştürüldü. Modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale 38 gönüllü hemşire ile birlikte 1854’te kışlaya gelerek yaralı İngiliz askerlerinin tedavisinde görev aldı. 1857 yılında İngiltere’ye dönünceye kadar binlerce yaralı ve hasta askere baktı. Yaklaşık 6.000 asker kışlada yaşamını yitirdi. Çoğunun ölüm nedeni kolera idi. Ölenler bugün kışlanın yakınlarındaki Haydarpaşa Mezarlığı’nda gömülüdür. Florence Nightingale ve beraberindeki hemşirelerin kaldığı oda günümüzde müzeye dönüştürüldü Hastaneler bu durumda pencereleri kapatıp, perdeleri güneş girmesin diye indirerek Nightingale ilkelerini unuttular. Kaldı ki 1970’lerde petrol krizinin baş göstermesi ile enerji kısıtlamasına gidildi. Isı kaçaklarına neden olmaması için pencereler küçüldü; mekanik havalandırma sistemleri devreye girdi. Bu sistemlerde kapalı alanlarda hava filtrelerden geçirilerek tekrar tekrar kullanılmaya başladı. Bugün enerjinin verimli kullanımı her zamankinden daha önemli bir hale geldi, ancak enfeksiyon hastalıklarının bir gün PENCERELER KÜÇÜLDÜ, VANTİLATÖRLER DEVREYE GİRDİ Ne var ki 1960’lı yıllarda kolaylıkla tedavi edilebilen hastalıklar antibiyotiğe dirençli şekillere dönüştü. Bunların başında TB, zatürree ve gonore (bel soğukluğu) geliyor. Kaldı ki hastaneler başlı başına antibiyotiğe dirençli ishal ve yara enfeksiyonlarının en büyük kaynağı haline gelmişti. İngiltere’de hastanede yatan hastaların % 9’u kalış süresinde yeni bir enfeksiyona yakalanıyordu. İşleri daha da kötüleştiren bir diğer faktör de, yeni antibiyotiklerin kısıtlı olmasıdır. 1990’dan bu yana bu tür ilaçları geliştiren büyük ilaç şirketleri, ürettikleri yeni ilaç sayısını 18’den 4’e düşürdü. Klasik antibiyotik üretiminde çok belirgin azalma yaşansa da, yeni alternatifler üzerinde çalışmalar sürüyor. Örneğin bakterileri öldüren ilaçlar yerine, bakterilerin hastalık yapmaya yetecek miktarlara ulaşmasını engelleyen ilaçların, konvansiyonel antibiyotikler gibi direnç oluşumuna yol açmadığı görülüyor. Bir diğer seçenek de faj terapisi denilen yöntemdir. Bu yöntemde genetiklerine müdahale edilen virüsler bakterileri öldürüyor. DİRENÇ OLUŞTURMAYAN YENİ NESİL İLAÇLAR MRSA mikrobunun yayılmasını İngiltere’de 2004 yılından sonra % 80 oranında azaltmayı başarmış durumda. UV ışığını güvenilir bir şekle sokarak, hastanelerde yaygın olarak kullanılmasının yolunu açmak da bir diğer alternatif. UV, spektrumunun 10 ile 400 nanometre arasındaki dalgaboyuna sahip kısmında etkindir. 207 nm’de UV protein molekülleri tarafından emilerek, insan hücrelerinin içine ulaşır, ama DNA’lara kadar gidip mutasyona yol açmaz. Oysa mikroplar insan hücrelerinden daha küçük oldukları için ışığı tümüyle emerler ve ölürler. Şimdi yalnızca 207 nm’de ışık yayan özel lambalar üretildi. Laboratuvar ortamında yapılan bir deneyde, bu dar bantta ışık yayan lambalar insan derisi kültürüne zarar vermiyor olsa da, MRSA’nın da içinde bulunduğu çok sayıda mikrobu öldürüyor. Bu teknoloji ilk olarak, açık yaralara yerleşme riski taşıyan havada asılı duran mikropları öldürmesi için ameliyathanelerde kullanılmak üzere tasarlandı, ancak bu teknoloj yardımıyla istenilen dalgaboyunda ışık yayan lambalar üretmek de mümkün. Yapay olarak güneş ışığı üretilebiliyorsa, temiz hava da aynı şekilde üretilebilir. Bundan 45 yıl önce hastane havasını bir çeşit açık hava faktörü ile temizlemek için bazı girişimlerde bulunuldu. Porton Down ekibi zaman içinde gizemli mikrop öldürücü faktörün hidroksil radikalleri olduğunu açıkladılar. Bu kısa ömürlü moleküller, ozon ve su arasındaki reaksiyonlar üzerinden sürekli olarak atmosferde oluşur. Bir İngiliz şirketi olan Inov8 kısa bir süre önce sürekli olarak havaya hidroksil radikaller gönderen taşınabilir bir cihaz üretti. Şirket hidroksil radikallerin biyolojik molekülleri okside ettiğini ve bakterileri öldürdüğünü kanıtladı. Cihazın hastanelerde havadaki bakterileri azalttığı görüldü ancak şirket geçen yıl iflas etti. İngiltere’deki Liverpool John Moores Üniversitesi’nden mikrobiyolog George Sharples, hastanelerde camları açmanın sakıncalarını şöyle sıralıyor: • Kurallara göre hastaların düşmemesi için pencerelerin 10 cm’den fazla açılması yasaktır. • Açık pencereler hava akımı yaratabileceğinden, hastaların üşümesine ve odadaki eşyaların yer değiştirmesine neden olabilir. • İçeri giren havanın temiz olduğunu kimse garantileyemez. Hastanelerin çoğu şehir merkezlerinde olduğu için trafiğin ve yakıtların neden olduğu hava kirliliği hastalar, yaşlılar ve bebekler gibi bağışıklık sistemi zayıf olanlara zarar verebilir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) son yıllarda yayınladığı bir raporda Florence Nightingale’i referans göstererek, olabildiği kadar fazla oranda doğal havalandırmadan yararlanılmasını öneriyor. Hastalığın yayılmasını engellemek için doğal havalandırma yalnızca hastaneler için değil, kışlalar ve okul yatakhaneleri gibi insanların birlikte yattığı mekânlar için de gerekli. Gelecekte mimarlar, doktorlar ve bina yöneticileri kafa kafaya vererek, yaşadığımız ve çalıştığımız mekânları mikroplardan temizlemenin yollarını araştıracaklar. Belki bizler de bu arada, Nightingale’in anılarını okuyarak açık pencerelerden korkmamayı öğrenebiliriz. Reyhan Oksay Kaynak: New Scientist, 14 Aralık 2013 RADİKAL BİR ENERJİ KAYNAĞI YAPAY TEMİZ HAVA ATEŞLEME SIRASINDA NELER OLDU? HASTANE TASARIMINDA BİRKAÇ DEĞİŞİKLİK TB TEDAVİSİNDE TEMİZ HAVA VE GÜNEŞ IŞIĞI CBT 1405/10/ 21 Şubat 2014 CBT 1405/11/ 21 Şubat 2014 Güneş ışığının yalnızca havada asılı duran bakterileri ve derideki mikropları öldürmekle kalmayıp, D vitamini üretimini arttırarak TB mikroplarını yok ettiği görülüyor. Aslında D vitamini bağışıklık sistemi üzerinde yaşamsal bir öneme sahiptir. Geçen yüzyılın sonlarına doğru TB tedavisi için temiz hava ve güneş ışığından yararlanan “güneş klinikleri” moda haline geldi. Tekerlekli hastane yatakları, ultraviyole (UV) ışınları alan balkonlara ve avlulara çıkartılıyordu. Ne var ki bu alternatif ilaçların kliniklere ulaşması onlarca yılı bulabiliyor; ayrıca eldeki tüm kartları bu kısıtlı stratejilere oynamak doğru olmayabilir. Bu süre içinde antibiyotiksonrasıdönem için hazırlıklı olmak zorundayız. Bunun için de en akılcı yol antibiyotiköncesidönemden ders çıkartmaktır. Hastalığa yakalanmış insanları yalnızca perdeleri çekip, pencereleri açmakla da tedavi edemeyiz. Ancak hastane tasarımında birkaç değişiklikle, henüz hastalanmamış insanları, mikropların hışmından kurtarmak da mümkün olabilir. Unutulmamalıdır ki bir diğer en eski hastalık önleyici yöntem ellerin iyice yıkanmasıdır. Hastane çalışanlarının ellerini daha sık yıkaması süper mikrop olarak nitelendirilen MRSA ve Clostridium difficile’in yayılmasını belirgin miktarda engelleyebilir. El yıkamanın yanı sıra alkol içeren el temizleme malzemelerinin kullanılması, ŞİMDİ NE OLACAK? FİZİK