24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kültür 5CBT 1448/19 Aralık 2014 DOĞAN KUBAN İslamda bilim, felsefe, resim, heykel, musiki yasaksa ve kadınlar toplumdan soyutlanacaksa gelecek neyin üzerine kurulacak? Doha’da Dünya Yüzme Olimpiyatı’nı seyrettim. Salonda Doha’lı seyirci yoktu. Burası içki düşmanlarının işlettiği bir meyhaneye benziyordu. Müslüman ya da Doha’lı sporcu da yoktu. Bir ülke kendi halkının katılmasının söz konusu olmadığı ve mayolu Hıristiyan kadın yüzücüleri sergileyen bir uluslararası yarışma neden düzenler? Bir kaç yıl önce çöl ortasında kış olimpiyatları türünden komediler de sergilediler. Zengin Müslümanlar bu çelişkileri neden yaşıyorlar? Araba satarlar, kadınlar şoförlük edemez. Fotoğraf makinesinin en son modelini satarlar. Fotoğraf çekmeyi yasak ederler. Bunları Arabistan’da, Avrupa ve Amerika’da gördüğüm için biliyorum. Petrol satan, fakat bir şey üretmeyen ülkeler, kendi ülkesinin polisi olan ordular, bilimsiz, sanatsız toplumlar. Bu altı kaval üstü şeşhane kültürünün nasıl sonlanacağını hayal edemiyorum. Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün ölümünden önce Roma’da süvarilerimiz, Berlin’de güreşçiler dünya birincilikleri kazandılar. Savaş yıllarında İstanbullu kürekçiler Avrupa şampiyonlarında derece aldıkları zaman Türkiye nüfusu 20 milyonu bulmamıştı. Türkiye’nin çağdaşlaşma programında spor önemli bir ağırlık taşıyordu. Ben sporun spor için yapıldığı yıllarda yaşadım. Günümüzde Türkiye futbol, basketbol ve voleybolda varlık gösteriyor.. Fakat sadece para ve prestij getiren etkinlikler var. Atletizm yok. Oysa atletizm, çok boyutlu, çalışma ve disiplin gerektiren, sağlık kazandıran toplumsal bir spor dalı. Spor, eğitime entegre edilmiş ve devletin sorumluluk taşıdığı bir örgütlenme alanı. Atletizmde Türk atletlerinin başarısızlığı bu anlayışın Türkiye’de anlaşılmadığını anlatıyor. İdari kadro tamam ama sonuç yok! MAHLER’İN İKİNCİ SENFONİSİ Doha’da ev sahipsiz yarışları seyrettikten sonra, tesadüfen, Leipziger Gewandhaus’da, karizmatik orkestra şefi Riccardo Chailly’nin yönettiği Mahler’in ikinci senfonisini dinledim. Onun on senfonisinin dünyayı değiştirdiğini yazan bir kitap okumuştum. İkinci senfoninin çok büyük bir korosu var. Bunun 1000 kişiyi bulduğu söylenir. Leipzig’deki konserde de olağanüstü büyük bir koro vardı. Berlin ve Leipzig’den gelen korolar birleştirilmişti. İkinci senfoni, Beethoven’in dokuzuncusu gibi koro ile bitiyordu. Olağanüstü bir ve dikkat ve disiplin içinde çalan Avrupa orkestralarını hep hayranlıkla dinlerim. Onlar Avrupa kültürü denen disiplin mekanizmasının en etkili göstergeleridir. Türkiye de Mahler’in adını işiten çok kimse olabilir, ama dinleyen olasılıkla azdır. Dinleyenlerden kaçı hoşlanır, anlar, onu da bilmiyorum. Ama çıplak kadın yüzücüleri misafir eden Doha’lı garip Arapların orada bir konser salonu inşa edeceklerini ve Mahler’i kadın ve erkek korosu ile çaldıracaklarını hayal etmiyorum. Doha’da, Dubai’de, Abu Dabi’de, Suudi Arabistan’da ne orkestra var, ne müzik var, ne de konservatuvar var. Acaba yüzücü olmaması da aynı kültür saplantısından mı kaynaklanmıyor? Doha’da dünya çapında ne üniversite var ne de bilim adamı. Bunlar yokluk zincirleri. Doha’da filozof da yok, matematikçi de yok. Bütün İslam tarihinde, eğer sultanlar için uğurlu günleri saptamak ilmi olan İlmi Nücum (Astroloji) olmasaydı, 12.yüzyıldan sonra İslamda ne bilim var ne matematik, olacaktı. Sevgili okuyucular, Bu gözlemler sadece Doha’da değil, İslam ülkelerinde de aynı. 220 milyon nüfuslu Endonezya’ya bakın. 19. yüzyılda sömürge döneminde Hindistan’dan İngiltere’ye, Kuzey Afrika’dan Fransa’ya gidip bilim öğrenen Müslümanlar vardı. Doha yarışlarında babası Hollanda’ya yerleşmiş ve Hollandalı bir kadınla evlenmiş Hollandalı bir yüzücü vardı. Dünya birincisi oldu. Sihir Hollanda’da mı acaba? Türkiye Cumhuriyeti 15 yılda her tür bilim adamı yetiştirmeye başladı, ama Atatürk ölüp 2. Dünya Savaşı Amerikalıların egemenliği ile sonlanınca çıktığımız yükseklikten geriye kayarak bugünlere geldik. Doha da Türk yüzücü, İstanbul’da Mahler konseri olamıyor. BU DURUMDAN KURTULACAĞIZ Sevgili okuyucular, Türkiye’de bunları konuşan var. Fakat bir Türk gazetesini okumak, içeriği açısından çoğu kez utandıracak kadar ilkel bir kültür çorbasına düşmek demek. İslam dünyası, Mercedes alıyor, yüzme havuzu satın alıyor, ve dekolte yüzücüler sergiliyor. Sporla ilgisi yok. Gökdelen, alışveriş merkezi, İngilizce öğretim, ama arkası boş. Çağdaş dünya sofrasında benim de tuzum olsun diye, çelişkiler içinde kıvranıyor. Alay konusu oluyor. 1.5 milyar Müslüman, dünyanın sadece müşterisi. Türkiye ekonomisi petrol satıcı değil. Petrol alıcı. Biz de Doha’daki çelişkileri yaşıyoruz. Aramızda kimileri Afganistan, Pakistan, Yemen ya da Endonezya gibi olacağımızı düşünerek yas tutuyor. Bir bölümü de Türkiye’nin bu ilkelliğin üstesinden geleceğini düşünüyor. Ben de bu ikincilere katılıyorum. Çünkü biz benzer bir durumdan yüz yıl önce geçtik. Ve petrol satarak geçinmiyorduk. Ne var ki bunu saptamak sorunları çözmüyor. Ama gazeteler ya da politikacılar gibi yazıtura atarak geleceği bekleyemeyiz. İş bize kalsa zor olabilir.. Bu gözlemleri yazarken Ali Akurgal, Osmanlıca ve Arapça eğitimi ile ilgili düşündüklerimi yazmamı istediğini iletti. Toplumun kültürel tutarlılığı kalmadığı için, söylenen sözler ve alınan kararlar üzerinde fazla düşünmüyorum. Ama İngilizce konusunda olduğu gibi, Osmanlıca ve Arapça konusunda da düşündüklerimi özetleyebilirim. OSMANLICA VE ARAPÇA ÖĞRETME MECLİS’TEN BAŞLASIN Dünyada üç gelişmiş dilin sözcüklerini bir torbaya atarak bir kültür dili yaratmış toplum yok. Hele bu toplumun yüzde doksanı okuma yazma bilmiyorsa. Şimdi Osmanlıca öğreteceklermiş. Bence önce Meclis’ten başlamalı. Bunlara Tursun Bey’in ‘Tarihi Ebul Feth’ adlı kitabını verin. Farsça bilmedikleri için anlamazlar. Kaldı ki Arapça bildiklerinden de emin değilim. Osmanlıcayı Osmanlılar da bilmiyordu. Yeniçeriler Tayfun Akgül mi öğrendi. Sokollu mu öğrendi? Devşirme ağalar mı öğrendi? Harem kadınları mı öğrendi? Yüzde doksanı okuma bilmeyen köylüler mi öğrendi? Padişah mı biliyordu? Osmanlıca’yı sadece Arapça alfabe bilmek sananlar var. Osmanlıca bir dil değildir. Esperanto gibi başarısız, uzun süreli bir denemedir. Sevdiğimiz bir şiir dili geliştirmişti. Fakat bir edebiyat, bir tarih ve bir felsefe dili olmamıştır. Dünya Firdevsi, Hayyam ya da Mevlana’yı bilir, ama Fuzuli ya da Baki’yi öğrenmeye değer bulmamıştır. Aruz vezni ile birkaç şiir klişesi yazmak bir Osmanlı yazını yaratmadı. Cehaletin Türkiye’nin eğitimini allak bullak edeceğini yakında göreceğiz. Ne Arab’ın ne de Osmanlı’nın bugünün insanına söyleyeceği bir şey yok. Arapça çağdaş dünyaya ilişki bir şey okumak söz konusu da değil. Bakalım 500 yıl Osmanlı esperantosunu (pardon kimine göre Osmanlı Türkçesi) 100 kişiye öğretecek 100 hoca çıkacak mı? Karagöz oyununun parçası olanlar, şimdiden kimsenin bir şey öğrenmeyeceğine emin olabilirler. Ama toplumun boşa gidecek çabaları ne olacak? ‘Nizamı yafteni mevaddı ticaret baRusya ve mübadelei temessükat ve icmali in keyfiyeti umurı mükaleme’.. Ahmed Vasıf Efendinin ‘Mehasinü’l asar ve Hakaikü’l Ahbar ‘ kitabından. Kuran öğrenmek istiyorsak, Arapça yüzlerce yıl anlayamadığımız kutsal kitabın Türkçesi var. Herkese İngilizce de öğrettiğinize göre, Arapçadan daha iyi anlayabileceğiniz İngilizcesi var. Bu eğitimin iflası olacaktır. Ne Osmanlıca ne de Arapça okunacak bir şey yok! Bu konuyu haftaya tarihi gelişim içinde, yine anlatacağım.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle