02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Tartışma 19CBT 1447/12 Aralık 2014 “Kızlar ve erkekler bir arada okuyamazlar” Ümit Sarıaslan [email protected] Sinan Tartanoğlu’nun haberi neden oldu (Karma Eğitimi Bitirme Formülü, Cumhuriyet 1 Aralık 2014). Sordum kendi kendime yeniden: neyiz, nerden geldik, nereye gidiyoruz diye! Peşi sıra Stefan Zweig’ın Dünün Dünyası’na bakma gereksinmesi duydum bir kez daha. Bir türlü “dün”de kalıp “dün”e karışamayan tanıdık öykülerin sularına daldım. Burhan Arpad’ın Die Welt von Gestern’in BermannFischer Verlag, Stockholm 1943 baskısından dilimize kazandırdığı o kitabın kimi göklerinde, kimi kıyılarında savrulup durdum (Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, yeniden İstanbul 1992). Çizgilerle notlarla harmanlanmış sayfalardan çerçevelediğim seçilmiş bölümleri yeniden okudum. Teneffüs ziliyle birlikte koşar adım bahçeye fırlayan çocukların çarpan yüreklerine, sevinç çığlıklarına karışan bir şaşkınlık ve telaşla… Zweig’ın kendi çocukluk ve gençlik dönemini anlatırken çizdiği resme bakınca gördüm ki, “Dünün Dünyası”yla aramızdaki uzaklık zaman zaman tek bir harf kadardır! Bu yüzden yazarın çocukluk ve ilk gençlik eğitiminin (5 yıl ilkokul, 8 yıl lise) izlerini sürdüğü “Geçen Yüzyılda Okul” başlıklı yazısından kimi notlar almak istiyorum buraya. Zweig yazısında XIX. Yüzyıl Viyanası’nın “kültürcü liberalizmi” içinde hayata başlayan çocukların bir yandan bu temelde göverir gövdelenirken, öte yandan yaşam ve doğalarının tersine kör bir disiplinle nasıl eğilip büküldüklerini de anlatıyordu o yazısında. İşte: Soru sormak mı? “Düzen”e katılmak mı?.. “İçten gelen bir öğrenmek isteğiyle günün önemli sorunları üzerinde yetişkinlerden açıklama isteyen gençler, üst perdeden ‘Sen bunu daha anlamazsın’la susturulurdu. Evde, okulda, devlette ve her yerde, hep aynı yöntem uygulanırdı. (...) Hele, söze karışmaya ya da karşı gelmeye hiç mi hiç hakları bulunmadığı, yorulmadan bıkmadan gençlerin başına vurulurdu. (...) Zamanın anlayışına göre okulun gerçek görevi, bizlerin ilerlemesine yol açmaktan daha çok, (...) kurulu düzene elden geldiğince karşı koymadan katılmamızı sağlamaktı.” Kanın çağırışı, delikanlı uyanış : “... On yaşındaki çocuklar önce on altısına sonra onyedisine bastık. Onsekizinde erkekleşmiş delikanlılar olduk ve tabiat sözünü geçirmeye başladı. (...) Bizim kuşak için o tedirginlik (ergenlik, ÜS) bile olağan sınırının dışına taşmış ve başka anlamda bir uyanıklığa da yol açmıştı. İçinde büyüdüğümüz dünya düzenine ve uzlaşmalarına eleştirel bir gözle ilk kez bakmayı böylece öğreniyorduk. (...) Doğanın itme gücünü bilinçten uzaklaştırmaya kalkışan bir kimse bundan kurtulamaz, sadece bilinçaltına saklayarak daha tehlikeli bir iş yapmış olur. Bunun böyle olduğunu Freud’ dan öğrenmiş bulunan bizler, o pek bönce gizleme tekniğine şimdi kolayca gülebiliriz. (1941/42’de yazıyor, ÜS). Fakat on dokuzuncu yüzyıl, rasyonalist mantıkla bütün çatışmaların düzelebileceğini ve olağanı gizledikçe de karıştırıcı güçlerin yumuşayacağına gerçekten çılgınca inanıyordu.(...) Gerçek görevi bütün sorunları hiç çekinmeden ele almak olan bilim bile, bu ‘naturalia sunt turpia’ya (Doğal olan çirkindir!) katılmak utanç vericiliğinden kaçınamıyordu. Edep bakımından anlatılması sakıncalı bu gibi konuların bilim onuruna yakışmazlığı gerekçesiyle teslim bayrağını çekiyordu.” Kızlar ve erkekler (...) Bizler bu boğucu, bayıltıcı kokularıyla bunaltan havada büyüdük. Doğruluktan uzak ve psikolojiye aykırı, bu her şeye susmak ve örtbas etmek morali (ve modeli, ÜS) bizim gençliğimize karabasan gibi çökmüştü. (...) Fakat bu ilginç ahlak anlayışı, kapı suratına kapanan şeytanın çoğu zaman ya bacadan ya da arka kapıdan girmenin yolunu bulduğunu hepten unuturdu. Günümüzde, bizim temiz bakışlarımızın hiçbir şey göremediği o elbiseler altında, cildin ve endamın iyice gizlenmesi ahlaklılıktan filan değildi. Tam tersine, o modanın amacı, iki cinsiyeti utanç verici bir kışkırtıcılıkla birbirine itmekti. (...) Erkek, zorba, derebey ve saldırgan; kadın ise, ürkek, çekingen ve kendini savunur olurdu. Eşitlik değil, avcıyla avı vardı… (...) Ama o günlerin toplu mu da böyle istiyordu. Genç kızlar evlenince kocaları dilediği biçimi versin diye; şaşkın ve bilgisiz, meraklı ve utangaç, güvensiz ve beceriksiz, hayata yabancı yetiştirilirlerdi…” FREUD VE BİSİKLETLİ KIZLAR Freud, insan psikolojisinin derin dipsularına artezyen vurunca nice köhne duvarı salladı. “Amma, yine bu şehir, bu toplum ve bu ahlak, genç kızlar iki tekerlekli bisiklete binince köpürür, Freud onların işine gelmeyen gerçekleri soğukkanlı, açık ve zorlu biçemiyle ortaya koyunca da, bilimin ağırbaşlılığı kirletildi derlerdi.” Bu yüzdendir ki, insanın kendi doğasındaki dolambaçlarla tanışmasının kapılarını aralayan yazgıdaşı büyük bilimciyi anlattığı bir başka yazısında Zweig şu ironik saptamayı yapacaktı: “XIX. yüzyıl ahlakça Kant tarafından değil, ‘cant’ (riya, Ayasofya’da dilenip Sultanahmet’te sadaka vermek ya da!) tarafından yönetilmiştir.” XIX. yüzyıl da, XX. yüzyıl da çoktan “Dünün Tarihi”ne karıştılar… Peki, ya riya? O ne zaman karışacak geçmişe… (*) Bu yazının başlığını önce “Cant üstünde gidiyoruz: Tevhidi Tedrisat’tan tevhini tedrisata…” koymayı düşündüm. Niçin denilecektir? Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) 90. Yılında artık resmen Tevhini Tedrisat’a (Eğitim öğretimi önce arıklaştırıp sonra çoraklaştırmaya) geriletilmiş durumdadır. Cumhuriyet yapısının “temel blok”unu kuran bu yasa, aynı temelin kağşatılması işinde içi dışına çevrilen cekete dönmüştür. “Karma eğitim”in de karanlıklara terk edileceği günler kapıdadır! “Cant üstünde” gitmeye gelince; uzun söze ne hacet… ÜS. Öğrenme Nasıl Engellenir? yor. Öğrenme’nin bir alternatifi böylece ortaya çıkmış oluyor. Hesapta olmayan yalnızlık! Eğer bir şey eğreti ise er geç Tınaz Titiz [email protected] “İnsanoğlunun ve diğer canlıların çeşitli yetenekleri arasında en hayranlık verici olanı hangisidir?” denilse başkalarını bilemem ama ben “öğrenme yeteneğidir” derim. Sanırım evrim de bunu “daha iyi öğrenebilenlerin hayatta kalıp türünün varlığını sürdürebilmesi” yoluyla yapmıyor mu? Ama o da ne? İnsanoğlubelki de sadece insanoğlu bu benzersiz yeteneğini bloke ediyor ve kendini sadece çevresindeki insanlardan değil, bir parçası olduğu evrenden de koparıp, kendine hayran biçimde yalnız yaşama yolunu “seçiyor”. “Seçiyor”, evet bu bir tercih; fıtratının filan bir gereği değil, hatta varoluşuna aykırı. Bunu niye ve nasıl yapıyor? Niçin yaptığı konusunda emin olmamakla birlikte, sosyalleşmiş bir hayvan olarak, içinde bulunduğu topluluklarda hem daha yüksek beğeni kazanmak hem de daha az tehdide maruz kalarak, daha çok yiyecek, eş vs. bulmak ve böylece de öğrenerek yaşam şansını artırmak yerine, miş gibi yaparak varlığını sürdürmek için olabilir. Nasıl yaptığı ise daha belirli. İnsan topluluklarının bugünkü normlarına göre, yiyecek, eş vs.ye erişmek için daha iyi avlanmak yerine daha bilgili olmak, çevrenin beğenisini bu yolla kazanarak keskin aş ve eş rekabetinde öne geçmek geçerli. Ancak öğrenme yoluyla bilgili olmak, öğrenmiş gibi yapmaktan çok daha zahmetli. Milyon yıllık evrimi sırasında büyümüş beyni, bu konuda kendisine yardımcı ve miş gibinin gerektirdiği “inandırıcı taklidi” gayet iyi yapıyor; daima temasta olduklarına karşı değilse de en azından yeni karşılaştığı rakiplerine karşı. Bu arada bir sorun doğuyor: Bilincinin en alt katmanlarında, miş gibinin uzun vadede işe yaramazlığının bilinci var ve bu kandırmacadan rahatsız. Süreç buna da geçici bir çare bulmuş ve bu sürekli rahatsızlığı “miş gibi’yi içselleştirip, inanca dönüştürme” yoluyla susturmuş. Buraya kadar geçici de olsa bir sorun yok sayılır. Rakipleri uzak tutacak bir yol bulunmuştur. Kuşkusuz rakipler de benzer teknikler geliştirdiklerine göre, mesele gelip kimin daha çok kendini inandırdığına ve böylece miş gibi taklidini kimin daha iyi yaptığına geliyor. Kolayca tahmin edilebileceği gibi burada zekâ keskinliği işe karışıyor ve daha zeki olanlar, kendilerini öyle inandırıyorlar ki, çevresindeki çoğu kimse de bu aldatmanın farkına varamıyor. Kuşkusuz bu arada, gerçekten birçok öğrendikleri de var ve bu miş gibi olmayan öğrendikleri, kişinin kendini inandırmasında daha da bir kolaylık sağlı bir yerlerde sorun yaratır. Nitekim bu “öğrenme yerine miş gibi öğrenme” de, bambaşka ve daha baş edilemez bir sorun olarak ortaya çıkıyor: Bir parçası olduğu ve muhtemelen bilincin altkatmanları yoluyla sürekli alışveriş halinde olduğu evren ile arasına koyduğu bu tercihli blokaj, kişiyi hem çevresinden hem de evrenden koparıp bir yalnızlığın içine itiyor. Bu olgunun farkına varıp, blokajı zaman zaman da kaldırmayı başarabilenler, kendini çevreleyen “her şeyden” ve de “her an” öğrenmeye başlıyor; sonra tekrar kendini inandırdığı yalnızlığına dönüyor. Neredeyse bir kural gibi! Her bildiğimiz, biliyoruz zannettiğimiz, bildiğimizi iddia ettiğimiz, biliyormuş gibi yaptıklarımız ya da bildiğimize inandıklarımız, o alandaki öğrenmeyi bloke eder. Ve bu süreç bir süre sonra ayrılmaz bir kişilik özelliğimiz haline gelir. Aksine, bunlardan kurtulmayı başarabildiğimiz her alandaki bilgilerle inanılmaz biçimde karşılaşmaya yani öğrenmeye başlarız. Bir süreçten diğerine geçmek ise tamamen bir tercih meselesidir. Her değişim gibi bu değişim için de bir motto işe yarayabilir. Mesela “bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum” gibi. Niels Bohr bunu şöyle ifade etmiş: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil, bir soru olarak anlaşılmalıdır. ”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle