17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN Felsefe Okuyan Aydınımız Daha Fazla Olsaydı! Assos’taki felsefe toplantısı bu alandaki toplumsal ilgisizliğin ve bilgisizliğin bir aydın için ne kadar rahatsız edici ve üzücü bir kültür yoksulluğu olduğunu bana yeniden anımsattı. D ünya felsefe tarihinde bir Türk adı yok. Farabi’nin bir Türk olduğunu söylemek, ortaçağ İslam kültürü içinde yetişmiş, Arapça yazan ve döneminde doğru dürüst yerleşik bir Türk toplumu bile olmayan bir düşünürü Farab kökenli olduğu için Türk saymak anlamsız. Buharalı olduğu için, Samanoğulları çağının düşünür ve bilim adamı İbni Sina’yı da Türk saymak gibi bir şey. Bunlar bana her zaman çok düşünmeyen bir ulus olduğumuzu anımsatıyor. Bilgeliği seven anlamına gelen Yunanca Philosophos sözcüğünden Araplar Feylesof’u üretmişler, biz de onlardan almışız. Ama bir Osmanlı filozofu yok. Felsefe yapmayı sevmemişiz. Kaldı ki Sünni öğreti içinde felsefe zaten kabul edilmemiş. Medreselerde felsefe diye bir ders, küfür gibi bir şey. Bizde tasavvuf var. Mutasavvıflar arasında üst düzeyde düşünce, heyecan verici edebi ürün, felsefi düşünceler bulmak olasıdır. Fakat Tanrı’ya ulaşma arzusunu Batı felsefesinin gerçeği arama amacı ile karşılaştırmak olanaksızdır. Tek gerçeğin Tanrı olduğu inancı ve O’na ulaşmak, O’nda yok olmak gibi isteklerle dünyanın, doğanın gerçeğine ulaşmak ve doğayı ve evreni bütünü ile anlamak gibi amaçların aynı olmadığını, dünya düşünce tarihi yeterince aydınlatıyor. Gerçi Spinoza gibi Tanrı ile doğayı eşdeşleştirenler de var. Çağdaş eğitimimizde felsefe, üniversitelerde felsefe kürsüleri var. Fakat 1980’den sonra lise eğitiminde felsefe, en az eğilim olarak, dışlanmıştır. Bizim kültürel geleneğimizde en saptayıcı davranışların başında bilgelik dostu olmamak geliyor. Bunun bizim toplumun düşünce potansiyelini sınırladığı, başka bilgi alanlarında da dünya çapında bir bilim adamı yetiştirmemiş olmamızdan belli. İnsanoğlu hayvanlardan düşündüğü ve inandığı için farklıdır. Köylerde, aşiretlerde mahallelerde danışılan ihtiyarlar, şeyhler, bilge kadınlar, falcılar olur. Danışmak öğrenmeyi olduğu kadar inanmayı da içerir. İnsan bilgiden önce inanç biriktirir. İnsanları birlikte yaşatan sadece hayvansal sürü içgüdüsü (ki bir tür korunma içgüdüsüdür) değildir. Ortak bilgi ve inançtır. Bunu dille ifade eder. Şamanlar, rahipler, kâhinler, falcılar inancı yayarlar. Büyük dinler de inanç üzerine kurulur. Kendilerine göre dünyaya ‘nizamat’ verenler de insanların kendilerine inanmalarını ister. İnandığımız ortak şeyler olmazsa birlikte yaşayamayız. Akıl güncel yaşamda doğa ile savaşma görevini yüklenmiştir. Toplumlarda akla bağlı bir hiyerarşi de oluşur. Akıllı olanlar az akıllılara bildiklerini öğretirler ya da onları inandırırlar. olanaksızdır. Fakat bu arayış insani bir eğilimdir ve düşünce ile birlikte inancı da barındırır. Filozoflar düşünme ve inanmayı bazen birbirine karıştırırlar. Düşüncelerini açıklamak, sözlerini güçlendirmek için düşüncesinin kapsamına ve yaratıcılığına hayran kaldığınız metaforlar icat ederler. Eflatun’un mağara metaforunu felsefe okuyan her lise öğrencisi bir kez dinlemiştir. Ünlü filozofların güzel yazıları insanı yanıltabilir. İnandıkları en önemli kaynak kendi akıllarıdır. Aklın soyutlanıp idealizmin tek aracı olması bunu kanıtlar. Bu, çok kez özeleştirinin yokluğu anlamına da gelebilir. Bunun yakın tarihte en etkili ve ünlü örneği Hegel’dir. Pek çok felsefe tarihçisinin belirttiği gibi, büyük filozof olmak için söylediklerinizin anlaşılması gerekmez. Her göz alıcı, ışıltılı düşünsel yaratının anlaşılabilir bir kurgusu yoktur. Eflatun, Berkeley, Hegel gibi büyük sistemler kuranlar, Çinlilerin Yin ve Yang ilkesine uygun bir yapıda, doğru ve yanlışın birbirini tamamladığı düşüncelerden parlak sentezler yapmışlar ve dünyanın da ona uyduğuna inanmışlardır. Onlara inananlar da çoktur. dığım için, Hegel mantığı ya da sistemi hakkındaki amatör düşüncelerimi söylemem anlamsız olur. Fakat aynı üniversitede hocalık yaptıkları Schopenhauer, Prusya kralının evrensel ruhun temsilcisi olduğunu söyleyebilen ve neredeyse Prusya’nın resmi filozofu olan Hegel’e açıkça ‘şarlatan’ der. Ne var ki bu yargı da, şarlatanların da olağanüstü adamlar olabileceği gerçeğini değiştirmez... Fakat, dünyanın ruhundan, mutlak gerçekten, dünya tarihinin değişmez sırlarından söz ettikleri zaman deli ile akıllıyı ayırmak zordur. Akıl da inanç gibi insanların başını derde sokar. Doğru yolu bilen olmasa bile pek çok düşünür orta yolun, yani hoşgörü içeren, alçakgönüllülüğün, insanları daha mutlu yaşatacağına inanır. Dünyanın başına en büyük belalar büyük patronlar, büyük politikacılar ve büyük ideologlardan gelmiştir. Bu ideologların içinde felsefi sistem kuranların da bir bölümü var. Ne var ki tutarlı bir sistem içinde, örneğin Spinoza’nın ‘Ethica’sında olduğu gibi, geometrik bir düzen içinde ve ‘aksiyomların doğruluğu kabul edildiği oranda doğru olabilecek bir dünya sistemi metafizik olarak kurulabilir’ diyen Spinoza, insan karakteri ve dürüstlüğü, bilimsel yaklaşımı açısından, felsefe tarihinin en gözde kişiliklerinden biridir. Bazı filozoflar, düşüncelerinin açık ve anlaşılabilir olması ve üsluplarının güzelliği nedeniyle her zaman sevilen düşünürlerdir. Bugün her şeyi kapsayan sistemler kuran filozof kalmadı. Felsefe okuduğumdan bu yana her zaman pırıl pırıl zekâ dolu gözlem ve yorumlarla, saçma sapan görünen yargılar arasında kalıp şaşırmışımdır. Ne var ki bütün bu gözlemler, düşüncenin insan yaşamının ve uygarlığın temeli olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Felsefenin, yani sınırsız düşünce tutkusunun önemini de azaltmıyor. ‘BÜYÜKLÜKLER’İN SORUNLARI Başlangıçta insan doğayı ve yaşamı anlamak, açıklamak için aklı kullanır. Bunu sistem haline ilk getirenler de Yunanlılardır. Giderek bilim adamları doğayı anlamanın sadece gözlemden değil deneyden geçtiğini görmüşlerdir. Felsefi düşüncenin bir başka aşaması var: Dünyayı ya da evreni bütünsel bir perspektif içinde görmek. Bu istek bildiklerimizle sınırlı ve belki de insan aklı için CBT 1356/ 5 15 Mart 2013 DOĞAYI ANLAMAK DENEYDEN DE GEÇİYOR Düşünce bağlamında aklın sadece dünyayı anlamak için değil, menfaat sağlamak için de kullanıldığını biliyoruz. Buna akıl yerine kurnazlık diyebiliriz (kurnaz sözcüğü Farsçada kolay kanmayan ve aldatabilen anlamına gelir). Bu istek, dilin verdiği olanakla, yalan söyleyen insan tipini yaratmıştır. Bilge kâhine, yalancıya ve üç kâğıtçıya dönüşebilir. Fakat yalan da bir zekâ gösterisi, yani pratik akıl gösterisidir. Dil insanı baştan çıkaran bir yetenektir. Sonunda onu ustaca kullanan insanlar arasında çok Tayfun Akgül yalancı yetişir. En korkulacak olanlar da ağzından bal damlayanlardır. Eski Yunan’da bilgisevenle (filozof), inandıran (sofist) ayrılır. Bu akıllı ile kurnazın farkı olarak düşünülebilir. Filozof, bir bilgiseven olduğu zaman bilim adamına yakın olur. Aristo bazen filozof, bazen bilim adamı olur. Bergson bazen filozof, bazen bilim adamı bazen büyük yazardır. Yazar olarak 1928’de Nobel Edebiyat Ödülü almıştır. Tolstoy, Goethe, Musil gibi büyük yazarlar da düşünce ve inancı birleştirebilirler. Fakat bunların gerçeğin avukatlığını yapmak gibi bir sorunları yoktur. Filozoflar bu kadar alçakgönüllü olmaz. Bu bağlamda Bertrand Russell’ın ‘Felsefe Tarihi’nde Hegel için söylediği söz ilgi çekicidir: “Mantığınız ne kadar kötü ise, olanak verdiği yargılar o kadar ilginç olur.” der. Bir filozof olma BİLGİSEVEN, BİLİM ADAMINA YAKINDIR
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle