Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Çocuk yaratıcılığında Nevruz bir dil olarak resim * N İ Boşuna dememişti, Sezer Tansuğ: “Çocuklar, ustalığın zahmetini çekmeden birer usta gibi yaparlar resimlerini…” Ali Ekber Ataş, bizimdenizaliekber@gmail.com nsan meraklı bir varlık. Öğrenme ise merakla başlar. Doğası gereği bir şeyleri değiştirme, bozupyapmanın peşindedir insan. Her yenileşme eylemi beraberinde, değişimi de getirdiği gibi, buna karşı gelenin, yine kendisinin olması, bir çelişkidir bakarsanız. Ne ki bu diyalektik bir olgudur. Çocuklar için çekilmezdir, büyüklerin dünyası. Burada mutsuzluğun tarihini yazarız. Haberimiz olmadığı gibi, çocukların mutsuzluğunun da bir önemi yok. Onları çevreleyen bu koşulların, nasıl aşılmaz duvarlar ördüğünün de elbet. Çocukların yaşadığı duygusal kırılma, onların doyurulamayan duygusallıkları gençliğine, gençlikten olgunluğa ve anne baba oluşlarına değin sürecektir bir ömür. Dünyayı kavrayış bilincimizi oluşturan düşüncelerimizin, çocukların dünyalarında yarattığı hasar ise, doğanın insanda yarattığı hasarlardan daha yıkıcı ve kalıcı etkiler bırakmaktadır. “Çocuklar geleceğin büyükleri…” oysa. Geleceğimizi belirleyen isyanları da çocukken başlar. Bütün hayatlarınca keşke, hep böyle kalabilseler. “Süt dökmüş kediye dönerler” daha sonra. Dünya “yalın ve doğal” durumundan yalıtıp, karmaşık, içinden çıkılamaz bir duruma dönüşmüş bizimle beraber. Çocuklar, sorunlarla yüzleşip, onlarla baş etmenin yolunu ise, “OYUN ve RESİM”le öğrenirler. “Oyun”, düşsel bir seziş, yaşamın inceliklerini öğrenme konusunda çocuk için. “Resim” ise, yetenek ve yaratıcılığını geliştirip, özgürlük ve özgüvenini kazandığı aracı. Elbet bu yaratıcılık, yeni bir şeye varlık kazandırma, anlam katmadan çok, çocukça bulguların, resmin yoluyla (konu, boya, fırça, kâğıt, kalem, çizgi, biçimform, leke, renk, farkında olmadan oluşturduğu açıkkoyu, ışıkgölge değerleri vb.) kendini ifade biçimidir. Yeni bir şeye varlık kazandırma, varlığa anlam katma yollarından biri olan resim yapma isteği; belli okuma, birikim ve yaşanmışlıklar sonucu dayatır kendini. Çocuktaki yaratıcılık ise, doğuştan getirdiğinin dışında, yaşamına ilişkin olanlar ve içinde yaşadıklarının (öfke, şiddet, yalnızlık, önemsenmemek, kendini ifadelendirememek, bir yere, bir gruba ait olamamak, grup içi iletişim ve etkilenmelerde kendiliğinden bir tavır geliştirememek, tam tersi, çok olumlu bir kişilik geliştirebilmek) gösterim olarak kendince bir resim diline dönüştürülme isteğidir: Çarpıcı renkler, alabildiğine özgün ve cesaretli çizgiler, kargacık burgacık biçimler… Duygu boyutuyla işlenen bir resimsel kurguyla karşılaşırız. Çocuk resimlerine yaklaşım, eleştirel ol Timur Karaçay Başkent Üniversitesi tkaracay@baskent.edu.tr “Sezer Tansuğ’un anısına” CBT 1356/ 19 15 Mart 2013 maktan çok, duyusal dünyalarına yönelik yüreklendirici ve destekleyici olmalı. Özel koşullarda ele alınıp değerlendirilmesi gereken resimlerdir çünkü bunlar. Çağımızda, çocuklarımıza sunduğumuz olanaklar ve onlara hazırladığımız gelecek, şu soruları aklımıza getiriyor: Kaçımız, çocuklarımızı kendi donanımlarımızla tutsak aldığımızın farkında acaba? Hangi birimiz, ne kadar önemsiyoruz onları? Bir Kızılderili atasözü, “Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık” der. Doğaldır ki bizim olan bu dünyada, çocuk; yalnızca korkuyu, boyun eğmeyi, sessiz ve uslu durmayı öğrenir. İnsana insanlığını duyuran değerlerin neler olduğundan habersiz büyür: Dostluk, arkadaşlık, paylaşım, sevgi, güven duyma, yardımseverlik, bağımsız hareket edebilme ve özgüven sergileyebilme vb. Bencillik ve hırsın, insanı yok eden rekabetin kölesi, acımasız bir büyük olarak çıkacak karşılarına çocukların. Çocuğun dünyasına aykırı kuralların büyüttüğü çocuk, bu dünyanın insanı olmayacak elbet. Bu dünyaya güven de duymayacak. Katı kurallar dünyasından kendini kurtaracak, korku ve güvensizliğin egemen olduğu bu ortamdan ancak, “Oyun ve Resim” yoluyla kurtulur. Oyun, düşsel bir dünyaya yolculuktur çocuk için. Korku ve güvensizlikten uzak. Yarattığı bu düşsel dünyada, oyunlaştırdığı yaşamıyla bir denge kurar. Kişi olarak, büyüklerin arasında hissettiği yitiklik duygusundan böyle kurtulur ancak. “Beni anlayan, dinleyen, sorularıma doyurucu yanıtlar verecek birine ihtiyaç duyduğum bir zamanda, neden beni görmezden geliyor herkes? Neden söylediklerime kulak verilmiyor, dikkate alınmıyor?..” Kendi kendine sorular sorarak düşünen, çocuk, gerçeklikten kurtulup düşsel (oyun) dünyada kendini yaşar. Anlamlı bir varlık olduğunu duyumsar. Bu yanıyla çocuk, oyunlaştırıp kurguladığı bu çocukça dünyasında, kendince ürettiği çözümlerle, tüm güçlüklerin üstesinden gelir: Katışıksız bir dünyadır bu. İçinde duruşlarıyla, ilişkileriyle, saf(arı) ve temiz oluşlarıyla yalansız, dolansız yaşar çocuklar. Belki de böyle yaşadıkları içindir ki, kendimize göre yarattığımız bu karmaşık, alabildiğine sorunlarla dolu dünyamız, onları mutsuz etmektedir. Bundan kurtulmak için de, ya “oyun”a başvururlar ya da “resme” yönelirler. Kendilerini mutsuz eden bu karmaşık ve kaba dünyadan ancak “resim yaparak ve oyun oynayarak” kurtulurlar. evruz bayramını bazı yıllar coşkuyla karşılarız. Bazı yıllar endişeyle karşılar, kargaşayla uğurlarız. Özellikle Doğu kültürlerinde önem taşıyan Nevruz, aslında, dünyanın güneş çevresindeki yörüngesinde dönerken her yıl bahar ekinoksundan geçiş anıdır; baharın başlangıcıdır. Bu yazı, Nevruz’un hiçbir kültüre ait olamayacağını, onun evrensel bir gök olayı olduğunu biraz astronomi, biraz takvim bilgileriyle ortaya koymaya çalışacaktır. “Dünya güneş çevresindeki bir devrini yaklaşık olarak 365 gün 6 saatte tamamlar. Dolayısıyla, normal yıllar 365 gün sayılsın. Her dört yılda bir, yılın uzunluğu 365 yerine 366 gün sayılsın ve o yıla “artık yıl” denilsin. Artık yılın 1 günlük fazlalığı, o yılın şubat ayına eklensin. Böylece, öteki aylar sabit kalırken, artık yıllarda şubat ayı 28 yerine 29 gün çeker. Artık yıllar, 4’ün katları olan yıllara eklensin. Örneğin, 4, 8, 12, ..., 2004, 2008, 2012 artık yıl olsunlar.” Bu öneriye uyarak Sezar, yılbaşı gününü 1 Mart’tan 1 Ocak tarihine çevirdi ve o yılın uzunluğunu bir defaya mahsus olmak üzere 445 güne çıkararak düzensizliği ortadan kaldırdı. Jülyen takvimi Avrupa’da 1500 yıl kullanıldı. Jülyen takvimi Roma imparatorluğunun egemenliği altında olan bütün coğrafyaya yayıldı. Kilise de onu kullanmaya başladı. Ancak, dünyanın bahar ekinoksundan (Nevruz) ardışık iki geçişi arasındaki zaman olarak tanımlanan 1 tropik yılın uzunluğu 365 gün 5 saat 49 dakika 12 saniyedir. Jülyen takvimin uzunluğu ise 365 gün 6 saattir. Bu demektir ki, gerçek yılın uzunluğu, Jülyen takvim yılından 10 dakika 48 saniye daha kısadır. Bu fark 1600 yılda birikerek, yaklaşık 10 günlük bir sapma yarattı. Başka bir deyişle, dünya bahar ekinoksuna (Nevruz) geldiğinde, Jülyen takvimi 10 gün geride kalıyordu. 1582 yılında Papa XIII.Gregory, mevsimlerdeki bu sapmayı gidermek için, Sezar’ın yaptığı gibi, gökbilimcilerine danıştı. (Neden ulemaya danışmadığı bilinmiyor!..) M.S.325 yılında İznik Konsülü’nün takvim için yaptığı öneriyi dayanak alan gökbilimciler, Papa’ya şu öneride bulundular: Dört yılda bir kez, bir yılın uzunluğu 365 yerine 366 gün sayılarak oluşturulan artık yıllar 100 yılda bir gün fazlalık yaratıyor. Onu düzeltmek için, her 100 yılda bir kez bir artık yılı, normal yıl sayalım. Ama böyle yapınca da takvim yılı, gerçek yıla göre 400 yılda 1 gün geride kalır. Onu düzeltmek için de, normal yıla indirgenen artık yıllardan birisini her 400 yılda bir kez tekrar artık yıl yaparız. Bu yıllar 400 ile tam bölünebilen yıllar olsun. Örneğin, 1200, 1600, 2000 yılları artık yıllardır. Böylece, takvim, gerçek yıla çok çok yakın olur. Papa Gregory XIII, öneriyi uygun buldu. Jülyen takvimine, 10 günlük gecikmeyi ekledi. 1582 yılının 4 Ekim tarihinden sonraki tarihin 15 Ekim olduğunu ilan etti. Bu düzeltmeden sonra, Nevruz’dan yeni sapmaların olması çok çok uzun zamanları gerektirecektir. Gregoryan takvimi, Cumhuriyetin kurulmasıyla gerçekleştirilen köklü devrimler sırasında resmen kabul edilmiştir. 26 Aralık 1925 tarih ve 698 sayılı “Takvimde Tarih Mebdeinin Tebdili” hakkındaki kanunla, Hicri 1342 Ocak ayının ilk günü 1 Ocak 1926 olarak değiştirilmiş ve o tarihten itibaren yeni takvim yürürlüğe girmiştir. Çoğunlukla, miladi takvim diye adlandırılır. Gregoryan Takvimi Neden 21 Mart ve 21 Eylül’de gece ile gündüz eşit oluyor? Neden 21 Aralık’ta en kısa gün ve en uzun gece olurken, 21 Haziran’da en uzun gün ve en kısa gece oluyor? İsa peygamberin doğum günü her yıl 24 Aralıkta kutlanırken, neden Muhammet peygamberin doğum günü her yıl başka bir tarihe gidiyor? Ulusal bayramlarımız hep aynı mevsimde kalırken, neden dini bayramlarımız bazen yaza bazen kışa raslıyor? Buna benzer soruları yanıtlayabilmek için, adına “takvim” dediğimiz zaman ölçer aletin ne olduğunu ve zamanı nasıl ölçtüğünü bilmemiz gerekir. Takvim türleri ve takvimlerin evrimi, kitaplar dolduracak genişliktedir. Bu yazıda, kullandığımız takvimin ortaya çıkışı ve Nevruz ile ilişkisi özetlenecektir. Mezopotamyalılardan başlayarak astronomik gözlemler sonunda mevsimler (ekinoks noktaları, yaz dönümü ve kış dönümü noktaları) M.Ö. 100 yıllarında artık iyi biliniyordu. Bu demektir ki, Nevruz, o zamanlardan beri biliniyor. Eski Roma İmparatorluğun’da, devlet yönetiminde takvim çok önemli olmaya başlamıştı. Seçimle veya atamayla gelenlerin süreleri yıllara göre belirleniyordu. Ayrıca, büyük bir coğrafyada egemenlik kuran imparatorluğun tarım, ticaret, vergi ve askerlik işleri mevsimlere sıkı sıkıya bağlıydı. O nedenle, kullandıkları takvimin mevsimlere uyması önem taşıyordu. 12 aydan oluşan Roma takvimi, ay takvimine yakındı ve bir yıl 355 gün uzunluktaydı. Mevsimlere uyumu sağlamak için, zaman zaman şubat ve mart ayları arasına ek bir ay sokulurdu. Bu karar siyasi otoritenin yetkisinde olduğu için istismar edilmeye başlanmıştı. M.Ö.46 yılında, Roma’nın kuruluşunun 708. yıldönümünde, Jül Sezar (Julius Caesar) Roma takviminde bir reform yaptı. Jül Sezar takvimi yapacağı zaman, İskenderiye’de yaşayan astronomi bilgini Sosigenes’e danıştı ve onun önerilerini yasalaştırdı. Gökbilimci Sosigenes, Sezar’a şunu söyledi: Zamanı Ölçmek Jülyen Takvimi