24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bilim, politika ve rektörlük seçimleri Prof. Dr. Nazife Güngör, İstanbul Arel Üniversitesi, gungornazife@gmail.com E pey zaman oldu bu iki kavram kaynaşalı. Ancak son yıllarda bu kaynaşma acayip de bir karmaşaya dönüştü. Bir yandan bilim insanları kendi konumlanışlarına ilişkin tereddütler yaşarken diğer yandan da politikanın aktörleri bilime ilişkin alanı da kendi gösteri sahneleri olarak görmeye başladılar. Politikacıları anlamak zor değil. Özellikle de ülkemizde politikacıların her gördükleri boşluğu doldurmaya ne denli meraklı oldukları herkesçe bilinen bir gerçek. Somut icraatın olmadığı, kamuya hizmetin ihmal edildiği bir politik arenanın politikacıları görünen o ki kendilerini göstermek için her tür şamatayı yapmak zorunda kalıyorlar. Ancak bilimle uğraşanların politikanın aktörlerini kendi işlerine bu denli karıştırmalarını anlamak o denli kolay değil doğrusu. Öyle ki bugün gelinen noktada asıl uğraş alanı bilim olan çoğu kişi politikacıların gözüne girmeye merak sarmış durumda. Üniversitelerin çatısı altında görev yapan, profesör, doçent vb. akademik unvanları taşıyan çoğu kişi politika türbinlerine oynuyor adeta Bu oyunda en görünür olabilmek, en çok dikkat çekebilmek için de göz önünde olmaları zorunlu koşul. Bu da sözgelimi üniversitelerin rektörlük, dekanlık gibi yönetsel kademelerinde görev almakla olanaklıdır ancak. Bundan dolayıdır ki Türkiye’de özellikle de son yirmi yıldır rektörlük seçimleri, dekanlık atamaları gibi yönetimsel akademik görevlendirmelerin yalnızca üniversitelerin içerisiyle sınırlı kalmayarak politik arenaya da taşındığı gözlenmektedir. Oysa üniversitelerde akademik kalitenin merkezi öneme sahip olduğu, bilimsel üretimin öncelikli görüldüğü dönemlerde bilimle uğraşan insanlar rektörlük, dekanlık gibi yönetsel görevleri angarya olarak görür ve olabildiğince de bu görev alanlarından uzak durmaya çalışırlardı. Şimdilerde ise özellikle rektörlük görevi üniversite öğretim üyelerinin çoğunun ulaşmayı bile hayal edemedikleri, ama hayalini kurmaktan da kendilerini alamadıkları müthiş bir çekim alanı haline gelmiş bulunuyor. Söz konusu görevlerin bunca çekici hale gelmesinin nedeni ise bilim ve hizmet aşkı olmasa gerek. Üniversitelerde özellikle bu tür görevlerin ardından koşan çoğu kişinin aynı zamanda politikaya da çok meraklı oldukları gözlenmekte. Hemen hemen pek çok rektör adayının biyografilerine bakıldığında ya aktif politikaya girmek için denemelerde bulundukları, ya siyasi partilerde birtakım aktif görevlerde çalıştıkları ya da politikaya girmeye can attıkları anlaşılmaktadır. Rektörlük ve dekanlık gibi yönetsel görevler de çoğu zaman aktif politika beklentisi içerisinde olan kişilerin, asıl amaçlarını daha kolay gerçekleştirebilmek için geçici bir süre bulunmak istedikleri basamak olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla bu tür görevlere gelen kişiler görev yaptıkları üniversiteleri çoğu zaman politikacıların oyun alanı haline getirmektedirler. Üniversitenin akademik kadrolarını politikacıların istekleri doğrultusunda biçimlendirmek, kurumun maddi olanaklarını politik çevrelerden gelen beklentiler doğrultusunda kullanmak vb. Üniversitelerin bugün içerisinde bulundukları çöküntü sürecinin temel nedenlerinden biri de budur aslında. Akademik kalite açısından yeterli olmadığı halde o ya da bu siyasetçinin yakını olmanın ayrıcalığıyla üniversitelerin akademik kadrolarına yapılan alımların bilimsel açıdan üniversiteleri yıkıma doğru götürdüğü açık. Bir de üniversiteden büyük maddi rant elde etmek isteyenler var. Özellikle devlet üniversiteleri bünyesinde kurulan vakıflar, dernekler, tekno kentler vb. yapılar aracılığıyla üniversitelerin çoğunun maddi kazanç elde etmek açısından önemli bir noktaya geldikleri gözlenmektedir. Hatta çoğu büyük üniversitenin, maddi kazancı bilimsel üretimin önüne aldıkları da dikkati çekiyor. Maddi kazanç olanakları hayli yüksek olan üniversitelerin üst yönetimlerine gelmek de dolayısıyla oldukça kazançlı bir alana sahip olmak demektir. Bu nedenle de rektörlük görevi, çoğu akademisyenin hayallerini süsler hale gelmiş bulunuyor. Ki bu da aslında politik aktör olma hayaliyle aynı şey sayılır. Çünkü bugün gelinen noktada aktif politikaya giren ve girmek isteyen çoğu kişinin de asıl amacı kamuya hizmet etmek de ğil, maddi çıkar elde etmektir. Her iki durumda da rektörlük gibi üst düzey görevler hayli politik bir nitelik kazanmış bulunuyor. Bu nedenle de son yıllarda üniversite rektörlük görevlerine aday olan çoğu kişinin görevi kapmak için politikacıların, özellikle de üst düzeyde görev yapmakta olan politikacıların çevresinde pervane oluşları dikkate şayandır. Bu ilişki kuruş süreçlerinin önemli vaatlerle yönlendirildiğini de akıldan çıkarmamak gerekir. Bu da üniversitelerin bilimsel kaliteleri açısından hayli sakıncalı bir durum. İşin ilginç yanı rektör adaylarının, seçim kampanyalarını politikacılara yakınlık üzerine kurmalarıdır. Ve işin daha da ilginç yanı oy kullanacak akademisyenlerin de rektör adaylarını, politikacılarla kurdukları ya da kurduklarını iddia ettikleri ilişkiler bazında değerlendirmeye almalarıdır. Akademisyen olarak asıl işinin bilimsel üretim ve eğitim öğretim hizmeti vermek olduğunu söyleyen rektör adaylarının ise bu süreçte en zayıf halka olmaları ise gerçekten çok garip ve üniversitelilik açısından da oldukça kaygı verici. Bunun nedeni ise üniversitelerin bugün içerisine girmiş oldukları tıkanıklıktır. Politikanın bilimin önüne geçtiği, üniversitelerde politikacıların etkilerinin üniversitenin asıl sahibi olan akademisyenin etkisini bastırabildiği günümüz Türkiye’sinde üniversitenin politikanın karmaşası içerisinde yok oluşuna mı tanıklık ediyoruz dersiniz? Ve rektörlük seçimleri de bunun bir göstergesi midir acaba? Üniversiteyi içerisine girdiği bu çıkmazdan kurtaracak olan ise akademisyenlerdir. Bu süreçte politikacılara ve politik arenada at koşturanlara umut bağlamak söz konusu çöküntü sürecini hızlandırmaktan başka işe yaramaz. Akademisyenlerin kendilerine ayna tutmaları, kendi özeleştirilerini yapmaya başlamaları bu çöküntü sürecinden çıkmak için önemli bir başlangıç olacaktır. Kendilerine ve birbirlerine politikacılardan güç aktarımı yapmak yerine ortaya koyacakları bilimsel üretimle politikacılara güç aktarımı yapmaları ülkenin de içerisine sürüklenmekte olduğu çıkmazdan kurtulması açısından büyük önem taşımaktadır. CBT 1328/19 31 Ağustos 2012 adlarında, bu imin korunması zorunludur. (Bâlâ, Baku, Lâdik, Hakkâri, Kâhta, Emirgân, Lâpseki, Lâmia, Nigâr, Türkân, Yadigâr, Âli, Agâh, Hâle, Hâdi, Kâmil, Nâzım, Lâl, Kâzım, Zekâi, Müjgân, Kâmuran, Halaskârgazi gibi...) Nisbet eki olan “i” lerin üzerinde kullanılmaz. Hukukî değil “hukuki”, insanî değil “insani”, millî değil “milli”, iktisadî değil “iktisadi” biçiminde yazılır. Yabancı dillerden dilimize girmiş sözcüklerdeki “uzun ünlü”lerin üzerine de düzeltme imi konmaz. Adalet, rica, şair, vali, hayati, idare sözcükleri, düzeltme imsiz yazılır. Çok Önemli Not: Nasıl Yazılır? Üzerine düzeltme imi koyacağınız yazacı (harfi) yazmadan önce, Üst (shift) ve “3” dokunacına (tuşuna) birlikte basın. Ekranda bir şey gözükmez; ancak hemen sonra “a” ya bastığınızda, “a” yazacının “â” biçiminde yazıldığı görülecektir... Kimi çocuklarımız bana, “Tarık Amca biz bu imi kullanmakta zorlanıyoruz... Daha kolay bir yöntem belirtir misin, diyorlar.. Ben de gerekli açıklamayı yapıyorum: “Çok kolay; söz konusu bu sözcüklerin yerine, güzelim Türkçemizin sözcüklerini kullanın… Düzeltme imi, Bâlâ, Hakkâri, Kâzım, Kâhta, Hâdi, Hakkâri, Kâmil, Halaskârgazi, Nigâr gibi özel isimlerde kesinlikle kullanılacaktır; ancak vâris” yerine “kalıtçı”, “hâkim” yerine “yargıç”, “kâr” yerine “artınç”, “ikametgâh” yerine “oturma belgesi”, “râkım” yerine “denizden yükseklik”, “dâhi” yerine “üstüninsan”, “hâlâ” yerine “şimdi bile”, “mahkum” yerine “tutuklu”, “âşık” yerine “tutkun”, hikâye” yerine “öykü” gibi güzelim öz Türkçe sözcüklerimizi kullanırsanız, düzeltme imini kullanmak zorunda kalmazsınız…” diyorum… Güzel Türkçemize özen gerek. Çok disiplinli Etik Kongresi’nin ardından Prof. Dr. Mehmet Şener, msener@nigde.edu.tr, Kongre Başkanı, Niğde Üniversitesi, Rektör Yardımcısı E tik, toplumların tarih, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel etkenler olmak üzere, çeşitli faktörlere bağlı olarak oluşan tarihi, toplumsal ve dinamik bir süreçtir. Etik çerçevesinde oluşturulan ilke ve kurallar, hukuk kurallarından farklı olarak, yasalarla değil toplumsal tepkilerle oluşurlar. Aynı şekilde etik değerlerin çiğnenmesine karşı yaptırım, benzer şekilde toplum tarafından geliştirilen tepkilerden oluşmaktadır. Etik soru ve sorunlar; doğrudan insanla ilgili, insanlar arası ilişkilerin temelinde yer alan, eylemde bulunan herkesin, her gün, yüz yüze geldiği karar aşamasında ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle bir insanın etik temelde sorgulayabilmesi için, o insanın iradesinin herhangi bir otoritenin vesayeti veya baskısı altında bulunmaması, başkasının baskı ve tahakkümü altında kalmadan karar verme özgürlüğüne sahip olması, nasıl davranacağı konusunda seçeneklerinin elinden alınmış olmaması gerekmektedir. Ahmet İnam “Ahlak, bir arada yaşamayı başarmaya çalışan insanların yalnızca siyasal, hukuksal, toplumbilimsel, ruhbilimsel bakışlarla sorunlarını çözemeyeceklerini bir gün anladıklarında, üzerinde daha önemle düşünecekleri bir alan olacaktır.” Diyerek bu konunun tartışılması gerektiğini vurgulamıştır. Sayın İnam’ın öngördüğü o günlerin başlangıcı olarak Niğde Üniversitesi, kuruluşunun 20. yıl et kinlikleri kapsamında 2830 Mayıs 2012 tarihleri arasında “Multidisipliner Etik Kongresi”’ni düzenledi. Ülkemizde ilk kez bu kongre ile değişik alanlarda yaşanılan etik sorunlar ve çözüm arayışlarına yer verildi. Niğde Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Şener’in konuşmasıyla açılan kongrede, ilk gününde Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu “Üniversite ve Etik” isimli konferansını yaptı. Ayrıca çeşitli mesleklerdeki etik sorunlar ve çözüm arayışlarının tartışılması amacıyla “Meslek Etiği” başlıklı bir panel düzenlendi. Bu panelde Prof. Dr. Canan Özgen’in “Mühendislik ve Etik”, Prof. Dr. Yener Ünver’in “Hukuk ve Etik”, Doç. Dr. Hülya Uçar’ın “Sağlık ve Etik” ve Yrd. Doç. Dr. Fuat Tanhan’ın “Eğitim ve Etik” konulu konuşmaları yer aldı. Kongrenin ikinci gününde Prof. Dr.Turgay Ergun“Yönetim ve Etik” konulu konferansını yaptı. Ayrıca “Bilim Etiği” başlıklı bir panel düzenlendi. Bu panelde Prof. Dr. Emin Kansu’nun “Araştırma ve Yayın Etiği” ve Prof. Dr. Canan Uluoğlu’nun “Etik Kurullar ve İşleyişleri” konulu konuşmaları yer aldı. Kongrede farklı üniversite ve kurumlardan katılan katılımcılar tarafından yapılmış, çeşitli alanlarda etik sorunları içeren 26 sözel ve 25 poster olmak üzere toplam 52 bildiriye yer verildi. Kongrenin son gününde Prof. Dr. Ruşen Keleş’in “Çevre Etiği” başlıklı konferansı yer aldı. Kongrenin değerlendirilme bölümünde, etki alanı açısından çok geniş bir alanı kapsadığı düşünülen Multidisipliner Etik Kongresi’nin iki yılda bir Niğde Üniversitesi tarafından düzenlenmesine karar verildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle