18 Haziran 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sayın Celal Şengör’ün yanılgıları ve ortaçağ aydınlığı üzerine Haydar Akın, [email protected] Ötekileştirme kavramı üzerine Mutluhan İzmir, Psikiyatrist S S CBT 1311/ 18 4 Mayıs 2012 ayın A. M. Celal Şengör, CBT 20 Nisan 2012 tarihli 1309 sayılı sayısındaki köşe yazısında yanlış bilgiye dayalı bazı saptamalarda bulundu. Şengör yazısının sondan bir önceki paragrafında şu ifadeleri kullanıyor: “Eski Yunan’ın akıllı adamları bu gerçeği 2600 sene evvel görerek bilimi icat etmişlerdir. Onun izinden giden Avrupa bu nedenle en müreffeh toplum olmuştur (dinin peşinden gittiği ortaçağda ise kelimenin tam anlamıyla sürünmüştür).” (I) Öncelikle Şengör’ün kurduğu bu iki kısa cümlenin, konu hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan birkaç yanlış içerdiğini söylemeliyim. Avrupa olarak tanımlanan coğrafi bölge, Antik Yunan düşünce sisteminin tüm kurum ve ideallerini ortaçağın başından itibaren uzun bir unutma sürecine girmiş ve Arap dünyası aracılığı ile başlayan bir çeviri faaliyetinin sonunda anımsamaya, giderek yeniden keşfetmeye başlamıştır. Bu bağlamda ortaçağda üretilen tüm değerler özgündür ve anılan dönem çok az Antik Yunan ve Roma etkisi taşır. Diğer yandan Avrupa, sanıldığının aksine, erken yeniçağın başlangıcına, yani 1550’lere kadar, bütünüyle kendi özgül koşullarının dayattığı bir oluşumun sonucudur. Kuşkusuz bu tespit, günümüz Avrupa medeniyetinin Eski Yunan ve Roma kültürlerinin en büyük mirasçısı olduğu gerçeğini değiştirmez. Ancak yaklaşık İÖ 9. yüzyılda Yunanistan Yarımadası’nda başlayan bu sürecin yaklaşık 2900 yıldır kesintisiz yaşandığı kabul edilecek olursa, arada ortaçağ gibi bin yıllık bir süreye yayılmış insanlık tarihinin en önemli çağlarından birinde yaratılan değerlerin ve oluşturulan kurumların anlamı kavranamaz hale gelir. (II) Şengör’ün yaklaşımının daha vahim olan yönü ise, Avrupa için, bir parantez içine sıkıştırdığı “(dinin peşinden gittiği ortaçağda ise kelimenin tam anlamıyla sürünmüştür)” cümlesidir. Ortaçağ gibi bir fenomeni, sadece din (Hıristiyanlık) olgusundan hareketle tanımlamaya, giderek anlamaya çalışmak son derece sığ bir yaklaşımdır. Umberto Eco “Bugün hâlâ ortaçağ teknolojisinin bayrağı altında yaşıyoruz”1 ifadesini kullandığı bir makalesinde, çağdaş diller, tüccar kentleri, hatta kapitalist ekonominin ortaçağ toplumunun buluşu olarak niteler. Kaldı ki, Avrupa’nın bugün sahip olduğu tüm değerleri ‘Aydınlanma’ başlığı altında toplama çabaları ‘şimdicilik’ benzeri anakronik bir yanılgıya işaret eder. Kanımca ilginç olan bir diğer husus, ortaçağı ‘karanlık’ ve ‘hastalıklı’ bir dönem olarak tanımlama geleneğinin sadece bize özgü olmadığıdır. Batı dünyasında da benzer bir yanılgı ısrarla onlarca yıldır süregelmektedir. Ancak bir farkla, bu absürd söylem, popüler kültüre uygun düşen bir tarih algısına hizmet ettiği için okumuşyazmış kesimde taraftar bulamaz. Hiçbir ciddi akademik çalışmada veya düzeyli bir yayında ortaçağın karanlığından söz edilmez, ancak yaşanan felaketlerle (veba salgınları, iklim değişikleri, kıtlıklar, savaşlar) gelen yoksulluk ve sefalet vb. konular, önemli birer düşünme ve çalışma alanıdır. Yanlışlar silsilesi bazı temel kavramların tanımlanması ve başka olgularla ilişkilendirilmesi aşamasında da devam eder. Aykırı bir beden veya marjinal bir ahlak kültürüne sahip insanlara karşı başlatılan takip ve giderek ‘büyük gözaltı’ kampanyası kesinlikle ortaçağın icadı değildir; ‘Yeni bir çağın gereği olarak 16. yüzyılda başlamıştır. Ceza ve infaz usullerinden cadı avlarına Katolik Kilisesi kurumlarından toplumsal örgütlenmeye, örnekleri çoğaltılabilecek, bir dizi yanlış bilginin ortaçağ ile ilişkilendirilmesi adeta gelenek haline gelmiştir. Cadı avlarının en kanlı dönemi erken yeniçağda (15801630) yaşanmış, yine anılan dönemde sivil mahkemelerin cezalandırma yöntemleri kataloğu Engizisyon Mahkemeleri’ni aratmayacak, hatta aşacak bir çeşitliliğe sahip hale gelmiştir. Şengör, kendisinin ifade ettiği üzere, Batı dillerine hâkim bir bilim adamı olarak, G. Duby, J. Le Goff, M. Bloch, P. Ariès, J. Huizinga, H. Schipperges, B. Tuchman, E. L. Ladurie, A. Borst’un ve daha çok sayıda meslekten ortaçağ ve zihniyet tarihçisinin yazdıklarını kendi dillerinden okuyabilme şansına sahiptir. Umarım bundan böyle ilgi alanı dışında, tarih disiplininin ciddiyetle eğildiği Avrupa Ortaçağı gibi bir konuda tespitlerde bulunmadan önce, bilgi sahibi olmayı dener. 1 U.Eco: Ortaçağ’ı Düşlemek. s. 121 (çev. Şadan Karadeniz). Can Yayınları: İstanbul. 1997. Bu konuda tarih yazınından verilecek çok sayıda örnek ve referans söz konusudur. Eco’nun cümlesi kısalığı ve çarpıcı vurgusu nedeniyle seçilmiştir. on zamanlarda özellikle CHP’li vekillerin sıkça kullandığı, ancak tam anlaşılmadan kullanıldığı belli olan bir kavram olan ötekileştirme söylemi, herkesin kendisine göre bir anlam yükleyerek kullandığı bir kavram olarak, kulakları tırmalayan bir söyleme dönüştü. Öncelikle öteki olmadan öznenin var olamayacağını belirtmek gerekir. Çünkü özne diyalektik bir yapıdır ve diyalektik yapılar, kendilik ile ötekiliğin birbirleri ile sürekli yer değiştiren bir devinim içinde bulunmak zorunda olduğu yapılardır. İlk bulunduğu yeri terk etmemiş ve kendisine bu terk ediş nedeniyle belli bir mesafeden bakamamış bir kimse kendisini tanıyamaz. İlk konumumuzu terk ettikten sonra tutunacağımız tek yer, ötekinin bulunuyor olduğu yerdir. Sonra yeniden kendimize döneriz ama kendimizi daha çok anlamış olmamızı sağlayan bir yolculuk yapmış biçimde… Özne ve öteki, birbirinden hem ayrı, hem de sıklıkla birbirinin yerine geçen kavramlar olarak diyalektik kavramlardır. Bu diyalektiğin kurulamadığı durumlarda, özne ötekiler için bir nesne olacak, ötekiler de özne için birer nesneye dönüşeceklerdir. Öteki, öznenin aynasıdır. Bu ayna olmadan özne kendisinden ayrılıp kendisini göremez. Öznenin bu aynalama ilişkisinde, öteki tarafından haklarının tanındığını bilmeye ve görmeye gereksinimi vardır. Ötekilerin de özne tarafından haklarının tanınıp bilinmesine gereksinim vardır. Bu karşılıklı hak tanıma ilişkisi, birbirine saygılı insanlarla dolu bir toplum yaratmanın gereğidir. Ötekileştirme denilen şey olmadan karşılıklı hak tanıma diyalektiğine dayalı, özneöteki devinimi gerçekleşemez. Ötekinin olmadığı bir dünya, psikotik bir dünyadır. Psikoz, öznenin akıl sağlığının bozulduğu anlamına gelir. Bu terimin kullanılmasından kasıt, insanların birbirlerine saygılı davranması ise, bu karşılıklı saygının yalnızca bireysel çaba ve içsel bir etkinlik olarak gerçekleştirilemeyeceğini belirtmek gerekir. Her birey bu içsel çabayı gerçekleştirse bile bu olmaz çünkü birbirine saygılı bireylerden oluşan bir toplum ancak o toplumun ekonomik olarak bağımsız bir etkinlik içinde bulunması ile olanaklıdır. Toplum, ekonomik ilişkilerin efendiköle ilişkisini anımsattığı bir ekonomik yapı kazanmışsa, ne kadar ötekilere saygılı olmaya çalışırsak çalışalım, bunu hiçbirimizin başarma olanağı olmayacaktır. Ötekileştirme terimini sıkça kullananların eğer kasıtları insanların birbirlerine saygı duyarak, birbirlerinin hakkını tanıyarak yaşayacakları bir toplumu işaret etmekse, önce bu toplumun bağımsız ekonomik temellerini nasıl kuracakları konusunda toplumu aydınlatmaları gerekir. İkinci sınıf toplumsal roman jargonu kullanarak siyaset yapmak, CHP gibi, toplumumuza geçici bir dönem de olsa bağımsızlığın nasıl bir şey olduğunu yaşatmış olan köklü bir partiye yakışmamaktadır. Doktorlarımız giderek yabancılaştırılıyor mu? Prof. Dr. Erdal Beşer, ADÜ Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı[email protected] I rvin D. Yalom’un yazmış olduğu “Nietzche Ağladığında” kitabında başarılı bir psikiyatr olan Breuer her hastasını önce tepeden tırnağa muayene ediyor. Belki doktor azlığı nedeniyle 19. yy’da tüm doktorlar böyle yapıyor olabilir diye düşündüm. Geçen gün http://www.ted.com/talks/lang/tr/abrahamvergheseadoctorstouch.html sitesini izleyince, hekim ve yazar Abraham Verghese’nin hekimleri geleneksel bire bir fiziksel muayeneye dönüşe davet ettiğini gördüm. Böyle bir muayene hastanın ruhsal ve fizyolojik bir bütün olarak ele alınmasını sağlar. Aynı zamanda doktorlara da çok yönlü hastayı değerlendirme, mesleki ve kişisel tatmin vb. kazanımlar sağlayacatır. Günümüzde performans sistemi içinde daha fazla hasta bakma yönlendirmesi ile iyi bir öykü alma, tüm tıp doktorlarının 6 yıl eğitimini aldığı eğitimle tepeden tırnağa muayene yapabilme sonra da kendi branşı ile ilgilenmeye hekimin zaman bulabilmesi düşünülemez*. “Günümüzde hekimlerimiz üretim bandında çalışan işçiler gibi çalıştırılmak isteniliyor. Bir farkla! Bu kez üretim bandının üzerinde nesne olarak hastalar akmaktadır.” ( C. Terzi). Genelde sanayide çalışanlarda gördüğümüz yabancılaşma acaba tıp personelinde de görülüyor mu? Bir araştırma var mı? Bilemiyorum. Ama meslektaşlarımla sohbetlerimde bunun var olabileceğini, araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Klasik tanımı ile bir fabrikada hep aynı işi yapan çalışanlar bir nevi psikiyatrik rahatsızlık olan yabancılaşmayı yaşıyorsa bu durum tıp mensupları için de geçerli mi? Yabancılaşma, kişinin yaşam boyutlarını etkileyememesi ve yaşam boyutlarına etkin katılamamasıdır diyebiliriz. Hekimlik gerçekten yaşamla ölüm, sağlıkla hastalık, mutlulukla mutsuzluk arasında önemli bir rol. Hekimin rolünü iyi oynaması hekimliğini düzgün yapabilmesi, yani yabancılaşmaması için; maddi, zamansal, yönetsel vb. baskılara maruz kalmamalıdır. Hippokrates tarafından M.Ö. söylendiği kabul edilen “primum non nocere” “öncelikle zarar verme” hekimlerin hastalara yaklaşımı için söylenmiştir. Bu tarihi sözü ülkemizde artık “öncelikle doktorlara zarar verme” şeklinde değiştirme zamanı çoktan gelmiştir. Yoksa sağlık personelinin müzminleşecek rahatsızlıklarını sağaltacak hekimler bulamayabiliriz. *Bu konuda yapılmış bir araştırma: (Anketi yanıtlayan hekim sayısı 2,194) ( Civaner M, Yürür K, Pala K. Sağlık alanında hizmet kaynaklı zarar: Hekimler ne diyor? Türk Tabipleri Birliği yayını. Ankara: 2011. s.11 (Erişim tarihi 17 Ocak 2012.http://www.ttb.org.tr/kutuphane/hizmetzarar.pdf): “1 günde 100’den fazla hastaya teşhis ve tedavi yapan hekim hata yapmazsa incelenmelidir! “Performans adı altında hekimmüşteri ilişkisi yaratılmakta; bu önlenmeli...” “Ne kadar çok hasta o kadar çok puan” diye özetleyebileceğimiz bu sistemde maalesef hastamıza ayırdığımız zaman iyice azalmıştır.” “Kotayı tutturmak için çok sayıda hasta bakması gereken hekim, ideal hasta bakma süresinin çok altında bir sürede hasta bakmak zorunda kaldığında malpraktise düşmesi kaçınılmazdır.”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle